17.BÖLÜM: TANRININ HEDİYESİ

5.9K 456 34
                                    

On iki Şubat, günlerden pazar.

Bilge'nin taburcu edilmesinden ve Napoca'dan ayrılıp, Braşov'a dönmemizden üç hafta sonra.

Her şey bıraktığımız gibiydi - tabi ki - kuzenlerim evin tamir edilmiş ve temiz halini görünce şaşırdılar. Yeni boya kokusu evin her yerine sinmişti.

Asena her ne kadar bilmek istemiyorum dese de onula kısa bir konuşma yapma mecburiyetinde kaldım.

"Her ne kadar deli gibi merak etsem de," dedi. "Şimdilik bilmek istemiyorum, Sima. Tek dileğim aynı şeyleri yeniden yaşamamak." Salonun yeniden elden geçtiğini anlaması bir saniyesini almamıştı ve altında yatan nedenin ikici bir saldırı olduğunu tahmin ediyordu. "Bilge'ye de bir şey söyleme lütfen, korkmasını istemiyorum biliyorsun hassas bir psikolojisi var."

Bu kısa sohbetimizden sonra ikimizinde konuyla ilgili ağzını bıçak açmadı.

Evimi özlemiştim. Her ne kadar acı verse de, anılar yüzünden geceleri uykuya dalmam da sorun yaşasam da, ne olursa olsun evimdi. Kendimi güvende hissettiğim tek yerdi, tabii bir ay öncesi kılık değiştiren düşmanlarım tarafından saldırıya uğradığım o olayı saymazsam eğer. Tekrar gelirler mi bilmiyorum ama Alain, 'geleceklerini sanmıyorum' demişti. Çünkü Frank'in, Dragos'un o halini gördükten sonra kolay kolay herhangi bir hamle yapamayacağını düşünüyordu. En azından bir süreliğine. Eh, bir de işin içine Thalia'nın askerleri girmişti. Bu da bize avantaj sağlıyordu. Tabii bunlar tamamen Alain'in düşüncesiydi, ben bu konuda emin olamıyordum.

Evet, dediğim gibi her şey bıraktığımız gibiydi ve öyle de devam ediyordu. Bilge okula dönmüştü. Durumu git gide düzeliyordu, sanki o saldırı başına hiç gelmemiş, hiç haftalarca hastanede yatmamış gibi davranıyordu, fakat birkaç kez benimle konuşmak istediğini dile getirmiş sonra da daha sonraya ertelemişti. İçimden bir ses bazı şeyleri fark ettiğini ama benliğinde bir yerlerde bunu kabullenmeye çalıştığını söylüyordu. Belki de o yüzden konuşmak istediği her neyse hazır olmak için beklemeye bırakıyordu.

Asena'nın da ondan aşağı kalır yanı yoktu. Bize yaratığı gördüğünü söylemişti, ama şimdi sanki hiç görmemiş varsayıyordu. Ne zaman konusunu açmaya çalışsam - tekrar görüp görmediğini kontrol etmek için - lafı değiştiriyordu. Kanımca, mantığı olmayan bu olayları unutmak istiyordu.

Bazen tüm bu yaşananların birer kabustan ibaret olduğunu düşünüyordum. Aslında öyle olsa ne güzel olurdu. Bir sabah, dokuz yaşındaki halimle kan ter içinde uyansam, 'kabusmuş' desem... Sonra Annem odama girip alnımdan öpse. Ona sımsıkı sarılıp ağlarken, saçlarımı okşayıp bana 'geçti, sadece bir rüyaydı. 'Ben yanındayım' dese. O gün, babamın bana veda ettiği gün olsa ve babam son anda gitmekten vazgeçse. Ne kadar güzel olurdu. Mesela şimdi, cansız bedenlerinin toprakla olan ittifakına şahit olmazdım. Onları ziyaret etmek için kilometrelerce yol kat etmezdim. Yollar mühim değildi, onlar nerede olsa giderdim, sadece bunu kanlı canlı bir ziyarete tercih ederdim.

Güneş çınar karla süslenmiş ağaçlarının, buz tutmuş koyu yeşil yapraklarının arasından yükselirken, yaşlar gözlerimden usulca aktı. Alain, fark etmesin diye, başımı cam tarafına çevirdim. Gizlice yanaklarıma dökülen yaşları sildim. Orta hızda ilerlediğimiz asfalt yolda, iki tarafımızda mezarlarla çevriliydi.

Boğazımda kızgın bir demir vardı sanki, canımı yakıyordu. Hıçkıra hıçkıra ağlamak istiyordum, iki büklüm olup, bir yerde kıvrılmak ve yüzümü ellerimin arasına almak istiyordum. Sonra, hep özlediğim o şefkatli ellerin saçlarımı okşamasını ve beni düştüğün durumdan çıkarmasını istiyordum. Fakat, bunun hiç bir zaman olmayacağını bilmek, beni kahrediyordu. Ama bugün tüm o kahırlı günlerimden daha fazla kahır işliyordu yüreğime. Küçük bir kız çocuğunun serzenişli çığlıkları çınlıyordu kulaklarımda. Nefes alamıyordum. Canımın parçaları, şuan buradaydı ve yanlarına gitmekten korkuyordum.

YANGIN VE YAKUT Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin