ANKA KIZ (ASKIDA)

By sevval_1_nazli

332K 23.2K 17.5K

#1 Kehanet #23 Bilim Kurgu #2 Anka #13 Tarihsel Anka, Anka Kuş, Anka Ölüm ve Anka Kız bu isimler sadece tek b... More

BİLGİLENDİRME
1. Bölüm (DÜZENLENDİ)
2. Bölüm (DÜZENLENDİ)
3. Bölüm (DÜZENLENDİ)
4. Bölüm (DÜZENLENDİ)
5. Bölüm (DÜZENLENDİ)
6. Bölüm (DÜZENLENDİ)
7. Bölüm (DÜZENLENDİ)
8. Bölüm (DÜZENLENDİ)
9. Bölüm (DÜZENLENDİ)
10. Bölüm (DÜZENLENDİ)
11. Bölüm (DÜZENLENDİ)
12. Bölüm (DÜZENLENDİ)
13. Bölüm (DÜZENLENDİ)
14. Bölüm (DÜZENLENDİ)
15. Bölüm (DÜZENLENDİ)
16. Bölüm (DÜZENLENDİ)
17. Bölüm (DÜZENLENDİ)
18. Bölüm (DÜZENLENDİ)
19. Bölüm (DÜZENLENDİ)
20.Bölüm (DÜZENLENDİ)
21. BÖLÜM PART 1 (DÜZENLENDİ)
22. BÖLÜM PART 2 (DÜZENLENDİ)
23. BÖLÜM (DÜZENLENDİ)
24. Bölüm (DÜZENLENDİ)
25. Bölüm (DÜZENLENDİ)
26. Bölüm (DÜZENLENDİ)
27. Bölüm (DÜZENLENDİ)
28. Bölüm (DÜZENLENDİ)
30. Bölüm (DÜZENLENDİ)
31. Bölüm (DÜZENLENDİ)
32. Bölüm (DÜZENLENDİ)
33. Bölüm (DÜZENLENDİ)
34. BÖLÜM PART 1 (DÜZENLENDİ)
35. BÖLÜM PART 2 (DÜZENLENDİ)
36. Bölüm (DÜZENLENDİ)
37. Bölüm (DÜZENLENDİ)
38. Bölüm (DÜZENLENDİ)
39. Bölüm (DÜZENLENDİ)
40. Bölüm Sezon Finali
⛔DUYURU⛔ HERKES OKUSUN LÜTFEN⛔
Anka Kız 2

29. Bölüm (DÜZENLENDİ)

5K 506 419
By sevval_1_nazli

Düzeltilme tarihi; 10.10.2020
Instagram Hesabı; p.phoenix_girl
Medya benim millet. (Yıkıldım)

⚔⚔⚔

Kalbim maratona koşarcasına atıyordu. Hislerimi kaybetmiş ne yapacağımı bilemez şekilde ellerimin arasında ki küllere baktım. Gözümden bitmek bilmeyen göz yaşlarım külleri ıslatıyordu ama umurumda değildi.

O gitmişti... Hem de evladını veda bile edemeden gitmişti.

Bu Abros'un gözlerimin önünde ikinci ölüşüydü. Belki kulağa tuhaf geliyordu fakat canım ilkinden daha çok acıyordu. Bu sefer ölümüne ben sebep olmuşum gibi bir acı vardı içimde, tarif edemiyorum. Ben sanki onlara umut vermiştim, özellikle de Nick'e onu ikinci kere yetim bırakmıştım.

Acı tüm uzuvlarıma yayıldı. Kaderime yazılmış o acı, beni hiçbir hayatımda bırakmayacağına da yemin etmişti. Abros'un küle dönüşen bedenine son kez bakıp bacaklarımın titremesine aldırış etmeden ayağa kalktım. İlk adımı attığımda yürümeye yeni başlayan bir bebek misali yalpaladım ama durmadım, devam ettim. Herkesten uzaktaydım ve öylede kalmak istiyordum.

Titreyen bacaklarım emirlerime her ne kadar karşı gelse de dayanamıyordum. Ne kalbim ne de beynim bu olanlar dayanamıyordu. İlk önce yürüdüm, ne kadar zor olsa da yürüdüm sonra durup dayanamadan ayağımdaki ayakkabıları çıkartarak bir kenara attım. Toprağa temas eden ayaklarımı yavaşça oynattığımda havada beni kendime getirmek istercesine bir rüzgar akımı oluştu. Nafileydi. Bu saatten sonra kendime gelmek istemiyordum.

Yürümeye devam ettim. Kalabalıktan uzakta beni duyamayacakları, göremeyecekleri bir yerlere doğru yürüdüm. Her adımımda daha fazla hızlandım. Öyle ki bir süre sonra bana meydan okuyan rüzgarı hiçe sayarak koşmaya başlamıştım. Saçlarım dağılarak rüzgarla savrulurken bacaklarımda ki her kas gerilip bana ayak uydurmaya çalıştı.

Etrafımı çepeçevre saran müzik kulaklarımda vızıltıdan başka hiçbir şeydi artık hatta arkadaşlarımın gülüşüp konuşmaları bile beni kendime getirmedi. Sadece koştum. Nereye gittiğimi bilmeden, kimseye bakmadan ve kimseye görünmeden...

Tek amacım koşup uzaklaşmaktı.
Abros'un öldüğü yerden,
Küllerinin olduğu yerden.

O kadar hızlanmıştım ki geçtiğim ağaçlar bile hızımdan nasiplerini alarak savrulup bana değmeye cesareti olan dallarını kırıyorlardı. Kollarım çizikler, ayaklarım taşlar yüzünden kan içinde kalsa da koşmayı bırakmadım. Gerilip gevşeyen bacak kaslarım artık alışmıştı.

Uzun zamandır hiç koşmadığım kadar hızlı koştum. Kalbimin atış şekli bile benim için anormale döndüğünde, çoktan kuru gürültüden kurtulmuş olan kulaklarıma akarsuyun yaptığı o nahoş melodik sesler doluştu.  İşte o zaman nereye geldiğimi anlayarak derin nefesler eşliğinde kendimi durdurmak zorunda kaldım.

Saraya çok yakın olan, okulun yanında ki kimsenin uğramadığı ve akarsuyun en zayıf aktığı çimenlik yerdeydim. Güneş olmadığı için yapraklarını kapatmış çiçeklerin etrafında hiç olmadığım kadar kendimi kötü ve kirli hissediyordum. Çevremde kendini kapamış çiçeklerin çevresinde dolaşan minik uçuşan böcekler, geldiğimi fark ederek benden kaçıştıklarında nefesimi tuttum.

Amacım onları rahatsız etmek değildi ama etmiştim ve şu durumda bile o aptal böcekleri düşünmek kendi kendime sinir olmamı sağlıyordu. Nefes nefese kalmış olmama rağmen nefesimi bir süre tutarak çiçeklerin arasından yavaşça geçip akarsuyun aktığı ağaçların bir sarmaşık gibi birbirine dolandığı yere ilerledim. Çimler ayaklarımın altını gıdıklarken yüzümde tek bir mimik oynamadan üstümde ki kısa elbiseyi çevik bir hareketle çıkarttım.

Kollarımda süzülerek yerle buluşan elbise ile beraber sadece iç çamaşırlarımla bu soğuk gece de tek başıma kalmıştım. Hayır üşümüyordum. Ya da az önce birkaç kilometre koşmama rağmen yorgun değildim. Yine de şu an yorgunluktan veya başka bir şeyden bayılıp akarsuya düşüp yüzme bildiğim halde boğulmak istedim.

Boğulmak mı dedim ben? Ah boğulsam da ne olacak ki zaten tekrar gözlerimi açıp suyun üstüne çıkacaktım.

Ben ölümsüzdüm. Boğulmak bile ölmemi sağlamazdı...

Bunu bildiğim halde gözümde ki yaşları akıtarak girdim akarsuyun soğuk suyuna ve Abros'un yanında atamadığım çığlıkları atarak daha derine girdim. Su beni kabullenip bedenimi sardığında göz yaşlarım suya karıştı, çığlıklarım sessiz birer hava baloncuğu olup itinayla yüzeye süzüldü.

Su, bedenimi hiç tadamadığım anne şefkatini vermek istercesine sarıp en derinlerine çekti beni. Bende izin verdim. Sırt üstü dibe batan bedenim en sonunda çakıl ve kumun karışımı yüzeye çarptığında başımın iki yanında siyah saçlarım yüzümü örttü. Sanki daha fazla ağlamamam için uğraşıyorlardı. Ama hayır artık sınırıma gelmiştim, bunca yıldan sonra hala böylesine acılar çekiyordum.

Bazen düşünmeden edemiyorum acaba ne hata yaptım da Tanrı bana böylesine acılar çektiriyordu? Belki de ilk gücümü test ederken kontrolümü kaybedip yakıp yıktığım toz taneciği bile bırakmadığım kasaba yüzündendir? Kim bilir o kasabada ne masum canlar benim yüzümden acı dolu bir ölüme mahkum olmuştu...

Bedenim soğuğun etkisiyle titreyerek beni uyardı. Belki boğularak değil de donarak ölürdüm? Ya da en güzeli kendime acı çektirirdim?

Titreyen bedenim uzuvlarımı çırpınmam için yalvarırken ciğerlerimde ki son oksijen kırıntılarını da akarsuyun kapkara gözüken suyuna bıraktım. Kapkara gözükmesine gözüken su sandığımdan daha berraktı. Hatta o kadar berraktı ki gözlerim oksijensizlikten ağır ağır kapanmasına rağmen suya giren karartıyı zor da olsa görebilmişti.

Dudaklarım üzüntülüyle aşağı kıvrılırken artık su dolmaya başlayan ciğerlerim ve kararan gözlerim birleşerek beni sonsuz bir karanlığa hapsettiler...

Acılarım benden uzaklaşmasalar da en azından şu an Abros'un ne hissettiğini az çok hissedebilmiştim...

⚔⚔⚔

Stephanie JOHNSON

Ciara'nın ölü fakat yaşayan arkadaşıyla gitmesinin ardından uzun bir zaman geçmişti. Ölü arkadaşıyla gelen tarih öğretmenimiz Nick'te bizimle havadan sudan konuşup çoktan diğer öğretmenlerin bulunduğu masaya doğru ilerlemişti. Yüzünde ki belirgin mutluluk babasıyla buluşup konuşabildiğinden olduğunu düşünüyorum. Çünkü daha önce Bay Nick asla bizimle konuşmaz, konuşsa bile asla gülmezdi!

Bunu benim dışımda herkes şaşırmıştı hatta Ciara'nın kıvırcık arkadaşı Emmy bir sevgili bulduğunu öne sürüp konuyu çok başka yerlere taşımıştı. Konudan konuya geçip eğlenip gülüşürken içimde tuhaf hisse anlam veremedim. Birkaç dakikadır içim içimi kemirmesi sanırım Ciara'nın hala gelmemesindendi?

Gerçi şu ölü ama diriltilmiş yeni sürüm arkadaşı Abros yanındayken ona bir şey olmazdı...

O zaman neden bok gibi hissediyordum?

Yeni yıla girmemize dakikalar kala içimi kemiren duyguları dinleyerek kalabalığa karışmış yeni arkadaşlarımdan minik adımlarla uzaklaştım. Çoğu kişi üşenmeyip kurduğumuz yapay çam ağacının altında şarkılar söyleyip alkol olmamasına rağmen sarhoş gibi elinde ki kokteylleri kaldırmış beni fark edemeyecekleri kadar gözleri dönmüştü. Bunu fırsat bilip kalbimin hissettiğim duygularla çırpınmasını kulak verip hislerim doğrultusunda adımlarımı sıklaştırdım.

Büyük annemden aldığım altıncı his yeteneğim beni, Ciara ve Abros'un koşturarak gittikleri yönden tam tersine gitmemi söylerken kafam karışmış şekilde etrafıma bakınıyordum. Okulun diğer tarafında Brian'ın kafesinin olduğu o aradan girmiş ve daha önce pek gelmediğim bir yolda ilerliyordum.

Beni daha önce asla yanıltmayan hislerim umarım yine yanıltmıyordur çünkü öyle karanlık bir yere gelmiştim ki bırakın ileriyi görmeyi bastığım toprağın bile toprak olduğundan şüpheliydim!

Uzun ve sık adımlarım ayrıca düzenli olarak bir yerlere sürterek geçtiğim çizikli kollarımla ilerliyordum. Çok duyamasam da arkamda bıraktığım kalabalığın yeni yıla her girildiğinde bir kuralmış gibi yapılan geri sayım sesleri duyumsuyordum.

Başı olumsuz anlamda iki yana sallayıp çiziklerle dolu kollarımı ellerimle sararak ovalamaya başladım. Hem önümü görmüyorum hem de donuyordum! Buna rağmen ilerlememde ayrı konuydu gerçi, sanki nereye gidiyorsam? Daha önce kesinlikle gelmediğim bir yoldaydım ki yan taraftan gelen cılız akarsuyun sesi bu karanlık ormanda beni korkutan yegane şeylerdendi!

İtiraf ediyorum suyu pek sevmedim. Böyle sıvı ve soğuk ve de yüzerken çoğunlukla yere basamıyordunuz. Bassam bile güvenmezdim ben suya! Kim bilir nereye basıyordum? Çok tekinsiz bence...

Donduğumdan dolayı saçmaladığıma emin olarak ormanın daha çok akarsuyu takip ediyordum. Nereye gittiğimi hala çözemesem de ağaçlar git gide azalmış ve geceyi aydınlatan yıldızlar ve ayın sayesinde önümü azda olsa görünebilir kılıyorlardı. Buna bu kadar sevineceğimi düşünmesem de yüzümde aptal bir sırıtışla akarsuyun sesini duymamazlıktan gelerek ilerlemeyi sürdürdüm.

Bir süre sonra, birkaç metre uzağımda hayal meyal birini görür gibi oldum. Ormanla neredeyse bir bütün olmuş karanlığın içinde duran ve cüssesinden anladığım kadarıyla bir erkekti, tam akarsuyun dibinde öylece duruyordu. Suyu izleyerek ne yaptığını anlamasam da içimdeki sese kulak ardı edip olduğum yerde durdum ve nedensiz bir cabayla bir ağacın gövdesinin arkasına geçtim.

Bir kurt adam ya da vampir falansa beni çoktan hissetmiş olabilirdi ancak neye bakıyorsa artık beni umursuyormuş gibide değildi? Sanırım ilk kez altıncı hissim yanılmıştı ve ben bundan gayet memnundum.

Sonuçta bu dibi gözükmeyen akarsuya batmış ve ölmeyi bekleyen bir adet Ciara bulabilirdim?

Neyse ki sadece ne olduğu bilinmeyen bu adam vardı da içime az da olsa su serpilmişti. Hala dikilen adama son kez göz gezdirip bir şey olmadığına emin olarak arkamı döndüm ki ormanda hiç beklemediğim ve en çok korktuğum sesi işittim!

Biri suya atlamıştı...

Korku ve telaşla arkamı tekrar dönüp o simsiyah gözüken ve suya deli gibi bakan adamı görmeyi bekledim ama hayır. Adam veya çocuk her neyse yoktu! Suya atladığına emin olsam da telaşla adamın az önce dikildiği yere doğru hızla koştum. Net göremesem de suyun berraklığından içinde belirgin şekilde duran iki karartı fark ediliyordu...

"Bir saniye iki karartı mı?.." Seslice söylediğim kelimeler beynimde şimşeklerin çakmasını sağlarken sinir ve korkuyla ellerimi küt saçlarımı geçirip olduğum yerde tepindim.

"Lanet olsun Ciara, lanet olsun! Bir kerede yanılt ulan beni!?" Ne yapacağıma karar veremeyip olduğum yerde sağa sola ilerleyip uzun tırnaklarımı dişlerimin arasına geçirdim. Resmen beynim durmuştu! O an çimenlerin biraz ilerisinde duran kıyafetler gözüme çarptı.

Emin olmamakla beraber iç çekerek kıyafetlere ilerleyip göz devirerek işaret parmağımla tanıdık elbisenin yakasından kavrayıp yukarıya çektim. Tabi ki de yanılmadım! Bu bugün Ciara'nın üzerinde giydiği elbiseydi ve tam da düşündüğüm gibi Ciara suyun dibindeydi!

Peki o yabancı kimdi?

Ciara'nın battığını görüp onu kurtarmam isteyen bir yardımsever mi?

Ah hiç sanmıyorum biz de öyle bir şans kesinlikle olamazdı!

Beynim çorba olmuş vaziyette parmağımda tuttuğum elbiseyi sinirle havada silkeleyip tekrar akarsuya yaklaştım. Adamın atladığı yere geldiğimde hala iki karartıyı görüyordum. Ve kıpırdamıyorlardı?

Ya da su o kadar derindi ki adam Ciara'yı kurtarayım derken boğulmuştu?

"Ah buraya gelen aklına edeyim Stephanie! Ne güzel oturup eğleniyordun bok mu vardı da altıncı hissine güvenip geldin buraya!?"

Derin derin nefesler alıp elimle kendimi sakinleştirmeye çalıştım. Su her zaman nefret ettiğim bir şey olmuştu ve bu suyu dibine gömülmüş Ciara bile olsa o suya kesinlikle giremezdim. Sonuçta kız ölümsüzdü sabah biriyle gelir ve onu kurtarmasını sağlardım? Ama şu ikinci eleman, o ne işti ki girdi suya?

Hayır su ne kadar derin olabilir ki?

Gözlerimi yumup derin bir nefes alarak kendimi nemli toprağa bıraktım. Bir elimde hala duran kirlenmiş Ciara'nın elbisesine odaklandım. Zihnimde o her zamanki suratsız fakat tek bir hareketiyle insanı mest eden kızı düşündüm. Normalde birine asla bu kadar yardım etmezdim ama Ciara benim için özel biriydi.

Ayrıca o Anka Ölümdü elbet işim düşecektir...

Zihnimde iyice oluşturduğum Ciara'yı sanki yukarı çekiyormuş gibi ellerimi havaya yavaşça kaldırdım. Gözlerimi açmasam da hissettiğim su da ki değişim işe yaradığının kanıtıydı. Tekrar aynı hareketi yaptım. Su tekrar sesler çıkararak dalgalandı ama gözümü açmaya hala cesaretim yoktu. Son kez tüm gücümle Ciara'yı suyun içinden tutup çekiyormuş gibi ellerimi daha sıkı yumruklar yapıp yukarı kaldırdım.

İşe yaradığına emin olup gözlerimi hızla açtığımda hiç görmeyi, beklemediğim bir yüz ile resmen burun buruna gelmiştim. Şaşkınlıktan gözlerimi iyice açıp ıpıslak duran kurt adamı süzdüm. Ciara gibi ancak daha koyu duran mavi gözleri ve suya girdiğinden olsa gerek alnına yapışmış koyumsu kızıl saçlarıyla hiçte görmeyi istemediğim kurt adam tam karşımdaydı ve neyseki benim gibi aval aval etrafına bakmak yerine Ciara'yı sudan çıkartacak kadar aklı yerindeydi.

"İyi iş çıkardım Cadı ama keşke biraz daha bekleseydin, onun gerçekten ölü olup olmadığını neredeyse çözecektim." Normalde suratsız olan kurt adam şimdi munzur bir ifade ile kim bilir kaç dakikadır suyun altında durmasına rağmen hala göğsü inip kalkan Ciara'ya bakıyordu. Ölümsüz olduğunu biliyordum ancak bunu bir başkasının da öğrenmesine gerek yoktu...

"Karl Giles değil mi?"

"Evet Cadı, sende Stephanie olmalısın?"

Yüzünde pişmiş kelle gibi sırıtan ifadesini ne kadar yumruklamak istesem de kendimi tutup başımı hafifçe yana doğru yatırdım. "Tam üstüne bastın Karl. Ee şimdi ne yapacaksın, sana büyünün etki etmediğini biliyorum ama eğer şu yerde iki seksen uzanan kız ayağa kalkarsa ve seni burada görürse senin açından hiçte iyi olmaz değil mi?" Şimdi sırıtma zamanı bana geçmişti. Kurtlar okulunda bu çocuğu birçok kere görmüştük fakat elimizde yeterince bilgisi yoktu. Yine de okuldan gitmemize yakın diğer aptal herkes gibi rahat duramamıştı ve sonuç olarak büyük bir aptallık yapıp Ciara'ya bulaşmış, ağzının payını almakla kalmamış ne tür bir özelliği olduğunu da Ciara sayesinde çözmüş olmuştuk.

Onun hakkında ki bilgilerim çok değildi belki ama herkes gibi Ciara'dan korktuğunu yüzünü buruşturmasından rahatlıkla anlayabilmiştim. "Her neyse ben iyilik yapıp onu kurtarmak istemiştim sadece ama bir cadıya göre nefesini baya iyi tutuyormuş!" dedi gözüme soktuğu imasıyla, bunun üzerine üstüme yapışan toprak kırıntılarını silkeleyerek ayağa kalkıp bilmiş bir tavırla saçımı geriye attım. "Solungaç büyüsü tatlım bu, bilmiyorsan sana da yapabilirim? İki dakika da balık olursun?"

Karl inanmakla inanamamak arasında ki ince çizgide kalmış gözlerini kısarak bir bana bir de Ciara'ya baktı. Sandığım kadar zeki değildi neyseki de bana inanmış gibi başını sallayıp ayağa kalktı ve üstünde ki siyah kazağın şapkasını kafasına geçirdi. Uzun ve iri cüsseli bedeni homurtular eşliğinde yanımdan geçerken tam sağ tarafımda durdu ve kafasını bana çevirmeden, "Suya girerken çığlık atarak ağlıyordu. Asıl amacım onunla dalga geçmekti ama sanırım kendini öldürecek kadar kötü durumdaydı." dedi kısık bir sesle ve bir şey dememe izin vermeyerek ağaçların arasına girip hızlıca uzaklaştı.

Tamam demek ki o kadar da aptal değilmiş...

Dediğine ne kadar inanmak istemesem de yerde yarı çıplak yatarak iç çeken Ciara, Karl'a inanmamı sağlamıştı. Üşümediğini bildiğim halde kaşlarımı çatarak elbisesini üstüne tekrar giydirip tam yanına bağdaş kurarak oturdum.

Neydi bu kızı bu kadar üzen şey?

Yeni yıla girdiğimizde hunharca gülüp eğlenmemiz gerekirken ve kimse acı çekmezken neden bu kız her gün daha fazla acıya katlanıyordu?

Anka Ölüm olmanın kuralı mıydı yoksa bu?

Sonsuz acı döngüsüne hapis olmak...

⚔️⚔️⚔️

Ciara LİON

Gözlerimi o bilindik gökyüzüne bir kez daha umutsuzca açtım. Ayın ve yıldızların geceye yön vererek aydınlattığı gökyüzünde bir kaç yıldız sanki halime gülercesine yanıp sönüyordu. Huzursuzca hala ıslak olan kirpiklerimi birbirine bastırıp yanımda hafif bir horultuyla uyuyan kıza bakmamaya çalıştım.

Hiç değilse sabaha kadar suyun altında bulunmamayı düşünsem de horultusundan ve uyurken ki saçma mırıltılarından tanıdığım Stephanie belli ki beni, farkında olmadan işkenceyi ayıkken çekmem için suyun altından çıkarmıştı. Normalde teşekkür edeceğim bu hareketine şimdi küfürler yağdırasım vardı. Tabi olaylardan habersiz oluşu yağdırdığım küfürlerin sadece içimde saklı kalmasına neden oluyordu.

Stephanie'nin homurtuları eşliğinde geçen birkaç dakikanın ardından gözlerimi hafifçe açıp yattığım ve neredeyse çamur yaptığım çimlerden doğrulup ihtiyatla ellerimi saçlarıma attım. Bu ani hareketimle Stephanie'yi uyandırmayı beklemiyordum, normalde baya uykucuydu fakat nedense doğrulduğum an irkilerek gözlerini 'hığh' tarzı bir sesle kocaman açmıştı.

Bu tepkisine gülmek istesem de dışarıdan sadece minik bir sırıtma kondurabilmiştim yüzüme. Neyse ki tam ayılamamış cadı bunu fark etmek yerine seslice gerinerek ağzını kocaman açarak esnedi, hatta öyle bir esnedi ki bademciklerine kadar gördüm! Bu hareketine umursamaz bir tavırla bakıp ıslak olan saçlarımı ellerimin arası da gelişi güzel sıkıştırdım.

Yere damlayan birkaç damla usulca toprağa karışırken bir elim saçlarımda bir elimse Stephanie'nin giydirdiğini düşündüğüm elbisemin eteklerinde yumruk biçiminde duruyordu. Az önce akan su damlacıkları bile bana nasıl oluyorsa Abros'u ve kollarıma dökülen küllerini anımsatmayı bir şekilde becermişti.

"Pişt Ciara daldın mı sen? Yuh bildiğin daldın gittin! İlk kez oluyor bak bu, çok tuhaf..."dedi Stephanie ve yanıma dizlerinin üzerinde emekleyerek gelip bir elini her zaman dik olan ancak şu an eğilmiş omuzlarıma koyup "Bir şey mi oldu? Hiç iyi gözükmüyorsun, bu arada Abros seninle değil miydi?" dedi dalgaya vurmak ister gibi ve kıkırdayarak etrafına bakındı. "Yoksa sen deli gibi akarsuya atladığında kaçtı mı? Yardım falan aramıyordur herhalde değil mi?"

Gülerek kurduğu her kelime hava da su baloncukları misali asılı kaldığında başımı umutsuzca iki yana sallayıp yumruklarımı daha da sıkılaştırdım. Ta ki tırnaklarım avuç içlerimi delip geçene kadar...Ama bu da maalesef yetmemişti. Tırnaklarım kontrolüm dışında uzayıp pençelere dönüşürken elimi parçalıyordum. Farkındaydım her şeyin oysa ama durduramadım.

Aynı Abros öldüğünde olduğu gibi... durduramadım!

Stephanie'ni beni durdurmak için sarf ettiği kelimeleri işitiyordum ancak anlayamıyordum. En sonunda dayanamadım ve sırtımı sinirle bağırarak geriye atıp kırmızıyla karışık mavi kanatlarımı dışarı çıkardım. Ayaklarım hala hareket etmediğinden buradan gitmek için tek çözüm yolum kanatlarımdı ve belki de bu yıpranmış haldeyken birileri beni görebilirdi, sonuçta tüm okul ve diğer Kurtlar okulunda ki öğrenciler de partideydi. Beni görebilirlerdi...

Peki umurumda mıydı?

Hayır.

Stephanie bağırmayı kesmiş şaşkınlıkla irileşen gözlerle benden uzaklaşarak sadece bakıyordu. Onun neye bu kadar şaşırdığına emin değildim. Kanatlarıma mı şaşırmıştı? İlk görüşü değildi. Ya da kendi tırnaklarımla elimi parçalamama mı şaşırmıştı? Beni sinirliyken de ilk kez görmüyordu...

Huzursuzca başımı iki yana sallayıp kanatlarımı hareket ettirdim. Yerden hızla uzaklaşan bedenim az da olsa kendine gelmiş olmalı ki sıktığım elimin kontrolünü kazanıp, pençelerimi avucumdan çıkardım. Kan akışı durmasa da gökyüzüne doğru yükselmeye devam ettim. Her kanat çırpışı da hava daha da soğuyordu ve o soğuk beni tuhaf bir şekilde rahatlatıyordu.

Normalde asla soğuk suyu sevmeyen ben, sıcak suda rahatlarken şimdi tam tersi olmuştu. Soğuk şu an beni rahatlatan, beni kendim olarak kalmamı sağlayan tek şey gibiydi ve ona olabildiğince tutundum. Elimde olsa havada asılı kalmak istesem de bu mümkün olmadığından kimsenin beni fark edemeyeceği bir yüksekliğe geldiğimde nereye gittiğimi bilmeksizin dümdüz ilerledim.

Sadece ilerledim.

Belki başka bir ülkeye ya da başka bir kıtaya...

Sadece ilerledim.

⚔⚔⚔

Soğuk rüzgar bedenimin her uzvuna değerek yoluna devam ediyordu. Benim dışımda herkes yeni başlayan bir güne hazırlardı. Benim dışımda ki herkes...

Umutsuzluğa ilk kapılışım değildi veya ilk kez kendimi öldürmek istediğim zamanlardan biri değildi. Sadece benimle beraber yeni bir güne kimsenin başlamamasını istiyordum. Güneşin doğmamasının, Dünya'nın dönmemesini diliyordum en derinlerimden ama olmayacağını da ne yazık ki biliyordum. Daha önce imkansız şeyler dileyen biri olmamıştım ama şu an tek dileklerim bunlardı sanırım.

Vazgeçmiştim...

Aynı zamanda da yorulmuştum...

Kendimi hiç bilmediğim bir dağın aşağıya doğru uzanan geniş mağara ağzının içine bırakmıştım ve büyük mağara ağzından doğan güneşi gözlerim yaşlı biçimde izliyordum. Hayır henüz başka bir ülke de değildim, yani kısmen değildim. Nereye doğru uçtuğumu bilmeksizin gökyüzünde ki bulutların gittiği yöne doğru süzülmüştüm sadece, o bulutlarda beni bu içim kadar karanlık ve durgun ormana getirmişlerdi beni.

Büyük ve sivri dağlara ayrıca sık ve yerleşimden uzak bu ormana bakacak olursam tahminimce Winta halkının girmeye çekindiği Saklı Kent dedikleri yerdeydim. Muna köyü buraya diğer tüm köylerden en yakın olan köydü ancak hiçbir zaman bu ormana girdiğimizi hatırlamıyorum.

Nedendir bilinmez böylesine sessiz ve karanlık bir ormandan tüm halk korkuyor. Belki de nedeni sessiz ve karanlık olmasındandır? İnsanlar duyamadıkları ve göremedikleri her şeyden korkarlar sonuçta ama gerçekten de öyle midir? Biz göremiyor ve duyamıyoruz diye burayı kötülerken asıl kötüler biz olmuyor muyuz?..

Bu mağara da oturmuş ses çıkarmadan dururken bile dışarda usulca dolaşan hayvanları, böcekleri ve diğer her şeyi işitebiliyorum. Burada bir hayat vardı. Ve biz onu kötülüyorduk. Hep yaptığımız bir şeydi bu... biz göremiyoruz evet ama onlar bizi bunca zaman hep görmüş ve duymuşlardı.

Gerçi burada yaşayan büyük yırtıcıların olduğuna da eminim, şu an her ne kadar seslerini işitmesem de acaba neden hiç köye saldırmamışlardı?

Ne bu şimdi kafa dağıtma yöntemin falan mı?

"Ah bende ne zaman dırdır edeceğini merak etmeye başlamıştım! Ne oldu beğenmedin mi burayı yoksa?"

Nedense içimden konuşmak istememiştim. Sonuçta etrafımda çoğunlukla hayvanlar vardı ve onların gözünde deli olsam pek bir şey değişmezdi hayatımda değil mi?

Beğenmedim değil de vaktini boşa harcıyormuş gibisin. Şu an okula doğru yola çıkman ve Kral Dike ile konuşman gerekmiyor mu?

İç geçirip sinirle kaşlarımı çattım ve yattığım tırtıklı kayanın üzerine olabildiğince rahat yatmaya çalıştım. Pek mümkün olmasa da kollarımı başımın arkasına yaslayıp yastık olarak kullandım onları, bu şekildeyken koluma batan minik taşlar daha az rahatsız ediyordu.

"Güneş yeni doğdu Kasta Kral ile akşama görüşmemiz var unuttun mu yoksa yaşlandın mı?" Alay eder bir tonda çıkan sesim mağara yankılanırken kendi kendime kıkırdadım. "Acelemiz yok sonuçta ve okula gitme zorunluluğumda yok. Gidip de ne yapacağım hep aynı şeyler!"

Bir kez daha güldüm ancak bu sefer fazla sesli olmuş olacak ki mağaranın içinde nöbette olan yarasalar huzursuz sesler çıkararak kanatlarını çırparak mağaradan kaçıştılar. Hatta birkaç tanesini çok yakınımdan uçup beni tehdit edercesine kanatlarını bile çırptılar.

"Bak gördün mü senin yüzünden yarasalar korkup kaçtı!" Mağara yüksek sesle yankılanan sesim beni bile rahatsız ederken bana yatmanın bile zulüm olacağına kanaat getirip küfür ederek doğruldum ve kollarıma yapışmış minik taşları homurtular eşliğinde gelişi güzel temizledim.

Ciara! Çabuk kendine gel evet Abros ölmüş olabilir ama onu bir kez geri getirdin yine aynısını yapabilirsin ve bunu yapabilmen içinde güçlenmen gerek. Hemen kendine gel Ciara!

Kasta'nın sözleriyle beraber sudan çıkmış balık misali titredim. Aynı anda da sinirlendim, haklı olmasına ve bu saate kadar salak gibi etrafta dolaşmama. Gözlerimi bir iki kere kırpıp zıplayarak iki ayağımın üstüne bastım ve Kasta'ya bir şey demeden hızlıca çıkmayı bekleyen kanatlarımı serbest bıraktım.

Güneşin doğuşuyla mağaranın girişinde oluşmuş ışık huzmeleri gözümü alırken istemsiz, gözlerimi kıstım. Mağara'nın büyük girişinden zorlanmadan çıkarken kıstığım gözlerimi kırpıştırarak açıp bir süredir etrafımda olduklarını hissettiğim canlılara göz attım. Evet onları tam mağaranın girişinde beklediklerini hissetmiştim hatta sırf hareket etmeleri için bile sesli bir şekilde konuşmama rağmen onlar oldukları yerden kıpırdamamışlardı.

Onlar dediğim canlılar; Bir adet aslan ve bir adet leopardı. Benim mağaraya girerken görmüş olmalılar ki bu dağın tepesine kadar takip etmişlerdi ancak herhangi bir saldırıda da bulunmamışlardı. Neden olduğunu çözemese de aklımı şimdilik buna yormak yerine Kral ile ne görüşeceğime yormalıydım.

Benimle resmen kedinin fare ile oynaması gibi oynamışlardı ve o saçma oyundan sonra güvenlerini kazandığımı söylemeleri de cabası tabi ki de! İtiraf etmek gerekirse o an Brian'a hem sinirlenmiş hem de alınmıştım. Onu evet çok yakından tanımadığım için her şeyimi anlatmıyordum ama ilk konuştuğumuzda ve onun kafesinde çalıştığımda onunla arkadaş olabileceğimizi düşünmüştüm.

"Bazen önümde ki ufak şeyleri göremeyip aptallık ediyorum..."

Hayır sen genel olarak aptalsın Ciara.

"Aynen ve o aptalın seni sürgüne gönderdiğine, yine gönderebileceğini de unutma lütfen Kasta!"

Sinirden sıktığım dişlerim çenemi sivriltirken, Kasta'yı korkutmuş olmalıyım ki konuşmayı kesmiş hatta zihnimden toz bulutu şeklinde yok olmuştu. Onun gidişiyle biraz olsun rahatlayıp kendimi sıkmadan hızlanıp bu uzaklıktan bile görünen gösterişli Saraya doğru ilerledim.

Sanırım Kral Dike'a bana dün yaptıklarından sonra güzel bir sürpriz borçluyum?..

⚔️⚔️⚔️

Mack TURGOR

"Ne yani dün akşamdan beri Ciara odaya gelmedi mi?!" Elimde ki çatal seslice tepsime düştüğünde yutkunmaya zorlanarak oturduğumuz masaya telaşla gelmiş Emmy'e döndüm. "Ve bunu şimdi mi söylüyorsun!?"

Emmy kıvırcık saçları dağılmış soluk soluğa kalmış şekilde başını zoraki iki yana salladı. "Dün oda karanlıktı ve benimde bir şey yemediğimden midem çok bulanıyordu o yüzden direkt uyudum. Sabah kalktığımda Ciara'nın yatağının hiç bozulmadığını fark ettim." Emmy'nin korkuyla karışık üzgün bakışlarına yenilerek sesimi alçalttım ancak sinirim tam anlamıyla geçmemişti. Bu sinirim ise tamamen Ciara'ya yönelikti!

Boğazıma takılan yumruyla beraber ellerimi masaya bastırarak ayağa kalktım benim kalkışımla diğerleri de ne yapacağını bilemez şekilde ayaklandılar. Erica yemeğine son kez bakıp "Dün gece de bir yere kaybolmuştu ama nerede olduğunu söylemek yerine lafı dolaştırmıştı. Belki şu büyücü kız nerede olduğunu biliyordur?" dedi sıkkın bir şekilde ve Jesica da ikizini başını sallayarak onayladı.

"Evet Stephanie belki nerede olduğunu biliyordur? Yanlış hatırlamıyorsam o da bir ara ortalıktan yok olmuştu." diyerek hatırlamaya çalışır gibi elini çenesine koydu Jesica ardından gözlerini açıp "Şimdi ki dersimiz tarih değil mi? Onunla aynı sınıftayız orada ona sorabiliriz." dedi hepimize bakarak, Bill ve Anthony benden önce davranıp onaylarken dişlerimi sinirle sıktım. "Benim dersim tarih değil antrenman için Bay José ile buluşmam gerek!"

Emmy ellerini saçlarına atıp benim gibi sinirlenerek, "Lanet olsun benimde matematik dersim var son ödevi vermeyi unutmuştum!" dedi ve ellerini sertçe masaya vurup bir adım geriledi. Yan masada yemek yiyen birkaç kişi bize dönerken Bill onlara tehditkar bakışlarından yolladı bunun üzerine bize dönen tüm gözler anında yok olmuştu. Bu sıralar Emmy'i çok fazla korumaya başladığı gözümden tabi ki de kaçmamıştı ama ne onunla ne de kendimle ilgilenecek bir zaman dilimim olamamıştı.

Erica hala aklının bir köşesinde durduğuna emin olduğum yemeğine tuhaf bir bakış atarak iç geçirdi ve olaya el atarak "O zaman biz tarih dersine gidiyoruz ve Stephanie ile konuşuyoruz ders çıkışı da sizinle Brian'ın kafesinin önünde buluşup ne yapacağımızı kararlaştırıyoruz tamam mıdır?" dedi ve tepsisinde ki bir adet salatalığı tahmin ettiğim gibi ağzına hızlıca attı. İkizi Jesica da tepsisinde ki vazgeçilmez ekmeğinin koca dilimini ağzına atıp baş parmağını onaylayarak kaldırdı.

El mecbur Erica'nın fikrini kabul edip daha fazla zaman kaybetmeden yemekhaneden hızlıca çıktık. Bill, Anthony ve ikizler koridorun ilerisinde merdivenleri tırmanırken Emmy ve ben koridorun sonuna doğru koşturduk.

Nedense içimde tuhaf bir his vardı ve umarım bu his Ciara ile alakalı değildir!

Stephanie JOHNSON

İnsanlar bana göre doğumlarından itibaren hatalar yaparak başlarlardı. İlk adımımızı atıp sevindiğimizde, bunun çok yersiz bir şey olduğunu çok sonradan anlarız. Sonuçta yürümek veya konuşmak normal bir insan için başarı değildir. İşte bunu düşünerekte ilk hatamızı yaparız.

İlk adım ailemiz için sevinç kaynağı oluşturur nedensizce, peki yürüyemeyenler? Doğuştan engelli olanlar? Konuşmayı ve yürümeyi herkesin yapabildiğini düşünmek tam bir aptallıktır.

Herkes her şeyi yapabilecek diye bir şey yok sonuçta...

Peki bunları düşünmeme rağmen doğumumdan itibaren neden her şeyin en iyisini yapmaya çalışmıştım? Şu an bile en iyi yalanımı söylemek için hazırlanıyordum mesela. Karşıma oturmuş umut dolu gözlerle beni izleyen dört çift göze şu an ne söyleyeceğimden emin değildim. Ciara yalan söylememi mi isterdi yoksa doğruyu mu? Ya da sessiz kalıp bir şey bilmediğimi mi söylemeliydim? Sonuçta bir süre onlarla takılsam da onlar arkadaşlarım değillerdi ve vicdan azabı duymamam gerekirdi...

Ama duyuyordum...

Konuşmak, ağzımı oynatıp bir şeyler söylemek ilk kez bu kadar zor geliyordu. Günlük hayatımda çokta doğrucu bir insan olmadığımı biliyordum, hatta hiç doğrucu biri değildim. Bebekliğimden beri beni büyüten büyük annem Caterina hep kendi iyiliğim için konuşmam gerektiğini söylerdi. Yalanın kötü bir şey olmadığını ve de bazen kendimizi kurtarmak için söylememiz gereken önemli bir şey olduğunu beynime kazımak için sürekli tekrarlardı.

"Stephanie? Daldın sanırım, dün akşam Ciara'yı görüp görmediğini sormuştum?"

Jesica mavi gözlerini umut ve kararlılıkla mavi gözlerimden ayırmadan bir cevap bekliyordu. Sadece o değil Erica, Bill ve Anthony de bana bakıp ağzımdan çıkacak tek bir harfe odaklanmışlardı. Yalan söylemek hiç içimden geçmese de bu tamamen Ciara'nın suçuydu! Dün akşam bir anda delirip dönüşerek okuldan uçarak uzaklaşmıştı ve onu öyle görünce kalbim daha fazla bu yüke dayanamadığından gözlerim kararmış ve oracıkta bayılmıştım. O an aklıma gelir gelmez sinirle yumruklarımı sıkıp başımı iki yana salladım. Dördü de bu yaptığım harekete şaşırmıştı ancak geri dönüşümün olmadığını bildiğimden kaşlarımı daha fazla çattım. "Tam görmedim aslında sadece okuldan koşarak uzaklaştığını hayal meyal hatırlıyorum. Peşinden gidecektim normalde ama çok hızlı koştuğundan yetişemedim."

Neydi bu şimdi? Beyaz yalan mı? Ya da pembe falan mı? Biz insanlar gerçekten uslanmaz yaratıklardık, hiçbir şeyleri olmayan renkleri bile yalanlarımıza bir şekilde dahil ediyorduk...

Erica gözlerini devirip başını sallayarak "Anlıyorum. Demek dışarı çıkmış belki de şu şeyle alakalı acil bir işi çıkmıştır?" dedi hepimizin anlayacağı şekilde kaş göz işareti yaparak ve bana tekrar gülümseyerek sırasına düzgünce oturdu. İlk başta Anka Ölüm işlerinin olduğunu düşünmesi benim açımdan iyiydi, sonuçta Ciara gelir gelmez benimle konuşmak yerine ona bulaşacaklardı.

Yüzümden aptal bir gülümsemeyle ellerimi başımın iki yanına sabitledim. Yine boktan işlere bulaşmayı bir şekilde başardın Stephanie, aferin sana! Doğruyu söylesen ne olacaktı ki! Sonuçta Ciara çıldırmış bir şekilde okuldan gitti ve geride dönmeye bilir ya da başına bir şeyler gelebilir!

Tamam o Anka Ölüm olabilir ama sonuçta birkaç kere ölüp dirildi yani bu onu tam anlamıyla güçlü yapmıyor değil mi?

Ah lanet olsun beynim patlayacak sanırım!

Sınıfın kapısı düşüncelerimin arasına gürültüyle açıldığından bir süredir duymadığım tanıdık erkek ayakkabı sesi kısa sürede sınıfı esir aldı. "Evet sınıf herkes yerlerine geçsin tatilden tamamen dönmüş bulunmaktayım!" Bay Nick'in gür ve otoriter sesi onun yokluğunda derslerimize giren 'Bayan Bilmem Ne'nin sesinden kat ve kat daha iyidir. Sınıfa her girdiğinde o sivri burun ve incecik topuklularıyla sınıfın her yerini gezerek anlattığı dersten hiçbir şey anlamazdım ki bu sadece benim içinde geçerli değildi. Kadının o kadar ince ve komik bir sesi vardı ki giydiği topuklu ayakkabılar bile kolaylıkla onun sesini bastırıyordu.

Sırf bu yüzden her gün Bay Nick'in tatilinin bitmesi için dua etmiştim ve en sonunda da sınıfa gelebilmişti ama yüzünde her zamankinden tuhaf bir bakış vardı sanki? Üzgün mü? Göz altları kararmış ayrıca saçı fazlasıyla düzensiz gibiydi? "Bugün ki dersimiz reenkarnasyon! Tarih kitaplarımızda çok yer almaz fakat efsaneler de bolca yer alan bu kelimeyi sizlere biraz açmak istiyorum!" Derse bu kadar hızlı girmesi tabi ki de şaşırtıcı bir şey değildi fakat seçtiği konu? Bu işte biraz şaşırtıcıydı...

Reenkarnasyonu genelde efsaneleri okurken kısa kısa kelime tanımı yaparak işlerdik ancak şu an Bay Nick'in tahtaya kocaman harflerle yazdığına bakacak olursak ciddi ciddi bir ders reenkarnasyonu işleyecektik. Peki neden? Neredeyse bir hafta boyunca Ciara'nın ölü ama diri olan arkadaşı Abros ile mükemmel bir tatil yapmıştı. Abros'un bizim tarih öğretmenimiz Bay Nick'in babası olduğunu ilk öğrendiğimde ne kadar şaşırsam da bu şaşkınlığım kocaman şehir merkezinin tamamının Ciara'ya ait olduğunu öğrendikten kısa bir süre sonra geçmişti.

Aklıma her geldiğinde bir hoş oluyorum...

Bir saniye...

Abros ve Nick bir hafta aynı evde tatil yapmışlardı ve dün akşam yılbaşı partisi için ikisi de beraber gelmişlerdi. Ondan sonra Abros, Ciara ile beraber bir yere gitmişti ve ikisi de dönmemişti...

Ben Ciara'yı suyun altında boğulurken bulmuştum...

Yanında Abros yoktu...

Bay Nick uykusuz ve üzgün gözüküyor...

Beynimde hızla dalgalanan anılar ve olası ihtimaller kasırga gibi içime işlediğinde nefes almayı unutmuş korku dolu gözlerle sadece dersini anlatan Bay Nick'e batım. Korkudan yanak içlerimi dişlediğim de ağzıma gelen kan tadı gözlerimi sulandırmıştı ama aklımdan geçen düşünceler eğer doğruysa boka batmıştım. Hayır sadece ben değil herkes batmıştı!

Büyük bir hata yapıyordum belki ama bir şekilde gerçekleri öğrenmem gerekiyordu.

Aklımdan geçenlerin yanlış olduğunu bir şekilde teyit etmem gerekiyordu!

Vücudum düşüncelerime karşı koymayarak seslice ayağa kalktığında istisnasız tüm öğrenciler sessizliğin içinde ki kuru gürültü yapan kişiye yani bana dönüp şaşkınlıkla gözlerini açtılar. Bay Nick bile bu yaptığıma anlam veremezken umarım büyük bir hata yapıyorumdur!

Umarım düşündüğüm şey olmamıştır ve sınıfa geri döndüğümde Bay Nick'ten iyi bir azar yerdim!

Ayaklarım hızla hareket edip hiçbir yere takılmadan amfi benzeri sınıfımızın merdivenlerinden üçer beşer atladığımda arkamdan Bay Nick'in kızgın sesini duyabiliyordum ama çok geçti. O lafını bitiremeden kendimi sınıftan atmış ve deli danalar gibi koşmaya başlamıştım. Okul kuralları gereği sınıftan çıkan öğrencinin arkasından hiçbir öğretmen dersini bölüp çıkamaz öğrenciyi geri getirmeye çalışamazdı. Ancak bir sonraki ders öğrenci gelirse ona ağır bir ceza verilebilirdi. Bu avantajımı kullanmayı hiç istemesem de kalbimi dört nala koşan bir at gibi sarsan düşüncülerimi doğrulamalıydım. Dün akşam Ciara'yı o hale getirebilecek şeye çok fazla kafa yormamıştım ama şimdi anlıyorum.

Abros...

O dünden beri yoktu ve kayıp olması Ciara'yı bu kadar yıpratmazdı.

Ve buna dayanırsam eğer Abros kaybolmadıysa geriye tek bir seçenek kalıyordu,

O-o tekrar mı öldü?..

Ciara LION

Umutsuzluk.

Hayal kırıklığı.

Öfke.

Üzüntü.

Bu dört duyguyu da şu an aynı anda yaşıyor ve hazmediyordum. Elimden geldiğince tabi...

Dün akşam aklıma her geldiğinde bunun böyle olmaması gerektiğini düşünüp duruyorum. Abros bunu hakketmemişti, onun yaşayacak oğluyla vakit geçireceği daha çok zamana ihtiyacı vardı. Zaten kader onu oğluyla çok önceden vakitsizce ayırmamış mıydı? Neden tekrar aynı şeyleri yaşamak zorundaydı ki?

Peki bu lanet şeyleri düşünürken neden lanet olasıca sarayın lanet balkonunda her an aşağı atlayacak depresif ergenler gibi oturuyordum? 

Başımı umutsuz bir vaka olduğumu kabul ederek sallayıp uzun zamandır açık olan kanatlarımı sakince kapattım ve büyük beyaz mermer yoğunluklu balkona göz attım. Sarayın en üst katında tahminimce Kralın odasına bağlı balkonda sanırım iki saate yakındır oturuyordum. Neden oturduğumu bilmiyorum ve neden gitmediğimi de sadece oturup balkon ve odayı ayıran demir işlemeli hoş cam kapıdan içeri boş gözlerle bakıyorum. Oda gördüğüm kadarıyla fazla büyük ve çok fazla kırmızı ağırlıklıydı; duvardan yere kadar, yerden yatak örtüsüne hatta süs olarak duvarlara asılmış tablolar bile kırmızıydı. 

Uzun süre bakıldığında kesinlikle göz yoran bu odanın sahibi Kral Dike olduğuna parmak basabilirim. Böylesine tuhaf oda zaten başka kimin olabilirdi ki? Buna rağmen odasında olmaması beni bir yanda işkillendirmiyor da değildi.

Gayet erken bir saatte gelmeme rağmen odasında yoktu, oysa ki onu uyurken basıp üzerine atlayarak, boğmayı planlamıştım...

Tamam saçma ve utanç verici bir plan olabilir ama başka ne yapabilirim. Ona olan kızgınlığım bile şu an en düşük seviyedeydi. Kral Dike ve Brian benim için önemsizler bölgesindeydi tek önemli olan şey şu an Abros'tu ve o da ölmüştü...

Onu bir şekilde atlatmam ve arkadaşlarımın yanına sapasağlam gitmem gerekiyordu bu yüzden de buradaydım. Bana verecekleri o bilgi her neyse Abros'un ölmeden önce söylediği annemin yaşıyor olduğu bilgisiyle bir alakası olabilirdi.

"Kral Dike son evraklar efendim bunlar lütfen bunları da imzalamanız gerek!"

"Hayır olmaz yeter bu kadar geceden beri çalıştırıyorsunuz beni! Neyim ben imzalayıcı falan mı? Uyumam gerekiyor odama kimse girmesin! 

"Ama efen-"

Gürültüyle kapı çarpıldı. Tam da beklediğim gibi bu oda Kralın odasıydı. Ya da imzalayıcının mı deseydim? Kendi kendime sırıtıp oturduğum mermerden kalkıp işlemeli camdan kapıyı nazikçe dokundum. "Petágetai." Dokunduğum kapı emrimle beraber usulca açıldığında düşündüğümden daha hızlı soyunan Kral ile en sonunda baş başa kalmıştık. Sessizce açılan kapıdan olsa gerek hala beni fark etmeyen Kral Dike arkası bana dönük şekilde üstünde ki beyaz ipek gibi bir kumaştan olan gömleği başından çıkartıp bir kenara fırlattı.

İlk başta bu şekilde yatacağını düşünsem de beni her zaman şaşırtan tuhaf Kral ellerini tam pantolonuna götürmüşken daha fazla bu görüntüye maruz kalmamak için seslice boğazımı temizledim. Neyse ki kulaklarında bir problem olmayan Kral sütünü değiştirirken olduğu kadar olmasa da hızlı bir şekilde bana dönüp hemen savunma pozisyonunu aldı. Hızlı tepki vermesine hayretle karşılayıp kaşlarımı havaya kaldırarak onu usulca alkışladım. "Tebrikler Kralım fiziğiniz sandığımdan daha iyiymiş. Kaslar falan baya yerinde!"

Kral Dike neye uğradığını şaşırmış gibi elleri hava da kala kalırken bana inanılmaz bakışlarından atıyordu. Üstününde çıplak olması dışında gayet tuhaf gözüken Kral kendine gelip saçlarını sanki hiçbir şey olmamış gibi elleriyle geriye doğru taradı. "Ciara Lion seni burada görmeyi," duraksayıp kaşlarını kendine hayret edercesine kaldırdı ve üstüne kısaca göz atıp "Daha doğrusu beni bu şekilde görmeni beklemiyordum. Buraya nasıl geldin sen? Yoksa görünmez olup ben tam kapıdan geçerken arkamdan sen mi girdin?!" dedi hayret edici bir düşünceyle evet bu fikir bana bile hayret edici gelmişti. Acaba bu adamın aklından genel olarak neler geçiyor?

Krala tek kaşımı kaldırıp baş parmağımla arkamda ki balkonu gösterip bilmiş bir tavırla sırıttım. Bu hareketimden sonra kaşlarını daha fazla kaldırıp büyük elleriyle yüzünü kapatarak utangaç bir çocuk edasıyla sırtını bana döndü. Sırtı da kaslıymış.

"Tamam söylediklerimi geri alıyorum! Buraya neden geldin peki sırf bana balkondan uçarak gelebileceğini kanıtlamak için olmasa gerek?" dedi az da olsa kendine gelen Kral ve bana dönmek yerine odasına girdiğinden beri planladığını düşündüğüm şeyi yaparak kırmızılarla bezeli yatağına kendini attı. Geriye attığı küt saçlarından sıyrılan bir kaç demet saç yüzüne düşerken karın kasları usulca gerildi. Benim kadar olmasa da Kral Dike'ın da vücudunda çeşitli sayılarda yara izleri vardı nedenini bilmesem de sorgulamaya hakkım olmadığını düşünüp başımı kaldırıp direkt Kralın gözlerinin içine odaklandım.

Fazlasıyla açık olan kahverengi gözleri tamamen bana ve yapacağım en ufak şeye kilitlenmişti. Dün akşam sanki beni yeterince inceleyememiş gibi üstüme çok dikkatli bakıyordu ya da dünden beri giydiğim elbiseyi hala çıkarmadığımı fark edecek kadar zekiydi. Koca bir Krallığı yöneten biri zaten zeki olmalıydı gerçi...

Ne saçmalıyorsun acaba sen?

Bilmiyorum!

Krala bir süre daha bakıp odasının bir köşesinde duran kırmızı kumaştan döşenmiş tahta ayaklı rahat koltuğa onun gibi kendimi bıraktım. Gözüktüğünden ve tahminimden baya rahat olan koltuğa biraz daha yayılıp ellerimi birbirine zarifçe kenetledim. "Neden geldiğimi biliyor olmalısınız Kralım? Sonuçta beni siz çağırdınız." diyerek yüzüme munzur bir sırıtmayı da eklemeyi eksik etmedim. Onu yine şaşırtmış olacağım ki kaşlarını çatıp duvarda asılı saate gözlerini dikerek konuştu. "Evet ama sanırım saatin farkında değilsin, akşam aynı yerde buluşacağımızı söylediğime eminim oysa ki?"

Kahverengi parlak gözlerini bu sefer saatten alıp tekrar bana daha çok üstüme bakıp yüzünü buruşturdu. "Ayrıca sanırım kötü bir gece geçirdin... çok kötü koktuğunu söylesem ayıp etmiş olur muyum?" deyip af dilercesine başını yana yatırdı ve buruşuk yüzünü düzeltmeye çalışarak başını iki yana salladı. Onun aksine tek kaşımı kaldırıp koltuğa sırtımı yasladım ve kendimden emin bir şekilde derin bir nefes verdim. "İlk olarak canım istediği zaman istediğimi yaparım. İkinci olarak kötü kokum umarım başınızı döndürüyordur çünkü sizinle baya uzun konuşacağız." Yüzümde ki sırıtmayı hiç bozmadan başımı Kral gibi yana yatırıp bana anlatacağı şeylere kendimi hazırladım. Gerçi buraya gelirken de oldukça hazırdım. Bu saatten sonra hiçbir şey beni şaşırtamaz veya üzemezdi.

Çok erken konuşmuyor musun sence de?

Kesinlikle!

"Doğrusu bunu bu şekilde söylemeyi hiç düşünmedim yani ne tepki vereceğinden emin değilim ve bu şekilde yarı çıplakken pekte kendimi güvende hissettiğim söylenemez..." dedi ve kaslı kollarını birbirine dolayarak rahatsızca ayağa kalkıp sırtını yatağın uzun direklerinden birine yasladı. Ne işe yaradığını hiç anlamadığım bu direkler yatağın dört köşesinde vardı ve bir çeşit perde gibi şeyi tutarak saçma bir görüntü oluşturuyorlardı bence ama şu an konumuz tabi ki bu saçma aksesuar değildi. Seslice homurdanıp oturduğum rahat koltuktan her ne kadar ayrılmak istemesem de zoraki kalktım ve "Eğer eşit şartlarda konuşmamızı istiyorsanız," ellerimle elbisenin kısa eteklerinden kavrayıp kendimden emin bir şekilde elbiseyi üstümden çıkartıp oturduğum süper rahat koltuğa geri attım. "Evet şimdi bende yarı çıplağım ve artık konuşabiliriz değil mi?"

Sen kafayı yemişsin!

Nereden çıkardın onu? Hiç alakası yok!

Kral ağzı bir karış açılmış birbirine bağladığı kolları iki yanına düşerken gözleriyle inanamaz şekilde bana baktı ve kaşlarını çatarak "Kesinlikle gecen iyi geçmemiş." deyip başını onaylamaz şekilde iki yana salladıktan sonra kendini sırt üstü yatağına tekrar attı. Büyük ihtimalle sutyenli halimi görmemek için böyle bir şey yapmıştı.

"Bak sana söyleyeceğim şeyler biraz tuhaf ve korkutucu gelebilir o yüzden lafı hiç dolandırmadan direkt konuya giriş yapıyorum." Kralın bir anda ses tonu değişip oldukça ciddileştiğinde benden az da olsa kendime gelmeye çalışarak çıplak sırtımı soğuk duvara yasladım ve görmeyeceğini bildiğim halde başımı usulca aşağı yukarı salladım. "Seni birkaç gün evvel buraya elfler için çağırdığım da işlerin bu kadar karışacağından doğrusu haberim yoktu. O gün senin dediğin gibi elfler bir süre önceden zehirlendiği için ölmüş. Sana güvenip elfler ile konuşmak için Krallarına haber gönderdim. O sırada senin Anka Ölüm olduğunu kesinlikle bilmiyordum." Kaşlarını çatıp elimi kaldırarak merakla araya girdim. "Bir saniye benim Anka Ölüm olduğunu size Brian söylememiş miydi zaten?"

Kral Dike yataktan yavaşça doğrulup başını iki yana salladı. "Senin Anka Ölüm olduğunu ondan tam anlamıyla öğrenmedim. Anka Ölüm olduğunu... annen olduğunu söyleyen kadından öğrendim." Sustu. Kalın dudaklarını birbirine kilitleyip bir şeyler dememi bekledi ve sadece sustu. Benim bir şey demediğimi fark ettiğinde ise başını usulca kaldırıp hala yarı çıplak olan bana bakıp "Bir şey demeyecek misin? Annen dedim duymadın mı? Ayrıca bana seni öldürme yolunu falan da söyledi!" dedi benim aksime hiçte sakin olmayarak ve sanki çok gizli bir şeymiş gibi elinin tersiyle ağzını yandan kapatarak sadece benim duyabileceğim şekilde "Hatta bana Kutsal kılıcı vermeyi bile teklif etti!" dedi gözlerini irice açarak. Bu hareketine istemsiz kıkırdadığım da Kral daha fazla şaşırdı ve bu konuda da kesinlikle haklıydı ama ne yazık ki şu an iyi bir kafa yapısında değildim!

Demek annem gerçekten de yaşıyordu! Ve beni öldürmek için bir şekilde kutsal kılıcı bile ele geçirmiş... Bunca zaman ne yapıyordu bilmiyorum ama belli ki elflerin yaşadığı Stial Ülkesinde konaklıyordu ve Kralları adına konuşacak kadar da rütbesi yukarıdaydı galiba? Normalde elfler kendilerinden olmayan kimseye saygı göstermezdi ancak son birkaç yüzyılda bu değişmiş olmalı ki bize saldıran bir kaç elf de hatırladığım kadarıyla tam safkan değildi. Safkan elflerin kulakları çok sivri ve kalkık olurdu.

"Yani annem size beni öldürmeyi teklif etti ama anladığım kadarıyla siz bunu reddettiniz, peki neden?"

Tamamen farklı bir yere takıldığımı anlayan Kral kendine çeki düzen vererek duyabileceğim şekilde yutkundu. "Seni hiçbir zaman öldürme gibi bir isteğim zaten olmadı. Ben seni aslında hep merak etmiştim..." dediği şeyle kaşlarım çatılırken o da ne dediğine inanamaz şekilde kaşlarını çatıp gözlerini üstüme dikti. "Gerçi seni hiç yarı çıplak görmeyi düşünmemiştim. Her neyse demem o ki ben senin tarafındayım ve annene bunu söylediğimde de pek memnun olmuş değildi. Annen gerçekten Stial Krallığında sözü geçen biriyse benim dediklerimden sonra sanırım soğuk savaş başlatmış olabilirim." 

Bu sefer şaşırma sırası bendeydi. Kaşlarımı yukarı kaldırıp Kralı alıcı gözüyle baştan aşağı süzüp genel yaşını tahmin etmeye çalıştım ama hayır ne kokusundan ne de görünüşünden hiçbir şey anlaşılmıyordu. Savaşçıları aratmayacak kaslı bir vücudu olsa da çözemediğim bir aurası da bana sadece savaşçı olmadığını söylüyordu ayrıca şu anki görünüşüne bakacak olursak yirmili yaşların sonundaydı diyebilirdim ama bu kesinlikle hatalı bir tahmin olurdu! Yanlış hatırlamıyorsam tarih kitabında Kral Dike tahta geçen en genç Kral olduğu yazıyordu ondan önce ki iki Kral da halk tarafından zorla indirilmişti. Bu olaylar benim ölü kaldığım o 520 yıl arasında olup bitiyor ve Kral Dike denildiği gibi tahta genç yaşta geçtiyse ve şu anki yaşımı da beraberinde hesaplarsak... 

40?

50 mi yoksa?

Fazla genç... 

Kafam karışmış şekilde Krala arkamı dönüp çıkardığım elbisemi silkeleyip ters düz ederek normale çevirdikten sonra tekrar üstüme giydim. "Bir saniye ne yapıyorsun?" Elbisemi olabildiğince aşağı çekip karman çorman olan saçlarımı gelişi güzel sırtımdan aşağıya bıraktım. "Sana diyorum Ciara nereye gidiyorsun?!"

Kralın odada yankılanan gür sesinin ardından ona gülerek baktım ve geldiğim şekilde balkona ilerleyip kapıyı arkamdan yavaşça kapattım. Balkon kapısını kapatmamla odanın tahta kapısı tıklatılıp, adım seslerini duyduğum ve Kralı gelirken de rahatsız eden yaşlı adam tekrar odaya elinde kağıtlarla girdi. "Kralım bir şey mi diyordunuz? Hazır uyanmışken bu evraklara da bir bakar mısınız?" 

Dike'ın üzgün ve mutsuz bakışları kısa bir süre olsa da mavi gözlerimle kesişirken onun görebileceği şekilde el sallayarak kanatlarımı tekrar açıp kendimi balkondan aşağıya bıraktım. Kuvvetli rüzgar tam kendine gelememiş kanatlarımı zorladığında yüzümde ki tebessüm hızla silindi ve yerini dümdüz bir çizgi aldı. Şimdilik öğrendiğim bilgiler bana fazlasıyla yeterliydi. Bu bilgilerle bir süre devam edebilirdim ilk yapmam gereken şeyde şu lanet kılıcı bulmaktı.

O kılıcı bulduktan sonra ise Abros'u... hayır. Abros ve Marta'yı her ikisini de geri getirecektim! Bunu onlara borçluydum. 

⚔⚔⚔

SON. Evvet baya değişik bir bölümle karşınızdayım! Nasıl buldunuz bakalım bölümü? Olayları biraz olsun anlamaya başlamışsınızdır umarım? 

Kafanızın karıştığı yeri sormaktan çekinmeyin bu arada bazen benim bile karışıyor! Ayrıca bölümleri beğenmeyi de lütfen ihmal etmeyelim sizi seviyorum!

-Her Daim Zamansız Olan Yazarınız...

300+ Beğeni ve 300+ Yorum!

Continue Reading

You'll Also Like

1.1M 69.5K 85
Hiç bilmediğiniz bir yerde, tanımadığınız varlıkların arasında bir şeytana bağlı olduğunuzu öğrenseniz, ne yapardınız? Üstelik tüm varlıkların soyu s...
103K 8K 35
#Elementler 1. Sırada #Fantastik 19. Sırada #Aksiyon 35. Sırada *** Karanlık Elementler Serisi 1. Kitap Ateş'in Kızı... Karanlık Elementler Seris...
675 275 26
Nesli Ay'a dayanan Elementerler, Dünya'nın düzenini korumak için var olmuş ve elementlere hükmeden bir ırktır. Helena ise bir Elementer olduğundan h...
58.3K 2.2K 71
Ölümün kıyısında yaşanan hayatlar, harem cehenneminden cennete uzanan bir yol, kendi destanını yaratan, Osmanlı'ya kader katan aykırı bir kadın, güze...