YANGIN VE YAKUT

By aromeda8

402K 17.2K 2.3K

Değerli okuyucu, hoş geldin! Bundan tam 11 yıl önce yazmış olduğum kitabı okumak üzeresin Ve dilerim beğenirs... More

GECENİN NEFESİ | PROLOG
GECE MAVİSİ - PROLOG II
1. BÖLÜM: MUTLAK KADER
2.BÖLÜM: ATEŞE ATILMIŞ YAKUT
3. BÖLÜM: SANRI VE SANCI
4.BÖLÜM: YALANLAR VE MUMLAR
5.BÖLÜM: KONTROLSÜZ GÜÇ
6.BÖLÜM: ÖLÜME SIĞINMAK
7.BÖLÜM: DAVETSİZ MİSAFİR
8.BÖLÜM: YAĞMUR VE RÜZGAR
9.BÖLÜM: OLAĞANÜSTÜ DÜŞMAN
10.BÖLÜM: KUTSAL DUDAKLAR
11.BÖLÜM: O ŞEY!
12.BÖLÜM: ZAMAN
13.BÖLÜM: SANCILI TESLİMİYET
14. BÖLÜM: SALDIRI
15.BÖLÜM: SAKLI OLAN
16.BÖLÜM: İTİRAF VE İHTİRAS
17.BÖLÜM: TANRININ HEDİYESİ
18.BÖLÜM: RUHTAKİ ATEŞ
19.BÖLÜM: ATEŞ VE PARADOKS
20. BÖLÜM: ARAF BÜYÜSÜ
21.BÖLÜM: KAYIP KONTROL
23.BÖLÜM: FİNAL
24. BÖLÜM: KAN VE KEHRİBAR
25. BÖLÜM: KANIN IŞILTISI
26.BÖLÜM: OCAK GÜLLERİ
26. "Savaş için hazırlanmalısın, anne."
27. BÖLÜM: ASENA
KAN VE KEHRİBAR: GİRİŞ

22.BÖLÜM: KANLI İNTİKAM

5.8K 446 78
By aromeda8

Oasis: Stop Crying Your Heart

Sabahın ilk ışıkları içimdeki karanlık hücreye sızıyor, ufacık da olsa ümidimin yeşermesini amaçlıyordu, ama karanlık öyle çok baskındı ki aralarına gizlice sızan ışığın üzerine çullanıyor, yerin dibine gömüyordu. Şuan arafın en ama en derin çukurunda çırpınıyordum. Cehennemin bile azabından korunmak için Tanrıya yalvardığı o iki dağ arasındaki ateş vadisine düşmek üzereydim. Önüm, arkam, sağım ve solum ateşler içindeydi. Ben yanıyordum ve ruhumla bedenimi saran ateşi geçici olarak söndürecek tek şeyin yanımda olduğunu biliyordum. Yine de yanı başımda var olması beni bu cehennemden kurtarabileceği anlamına gelmiyordu, çünkü o da benimle birlikte bu yangında mahsur kalmıştı. Benim yüzümden o da acı çekiyordu. Kurtuluş yolunu benim bulmam gerekiyordu. Bulup ikimizde kurtarmalıydım.

Büyünün bana gösterdiği her şey geçmişimi gün yüzüne çıkarmıştı. Geleceğime ise bir öngörüydü. Kurtuluşu aradığım yolda bir kişi daha olması gerekiyordu; Asena, azap köprüsünün en uç noktasındaydı, elini tutmam imkansıza çok yakındı. Ama yine başaracaktım. Ben ne yapıp ne edip bu ateşi kökünden kaldırıp düşmanlarımın üzerine püskürtecektim.

Karşımız da can çekişir gibi kıvrandıktan sonra mekanik bir sesle 'vaktimin azaldığını, kendilerine ait olduklarını düşündükleri kolyemi imparatorluğun huzurunda Frank'e taktim etmemi' istediklerini dile getirmişti Eleanor. Mesaj buydu.

Bana başta en geç bir hafta vermişti, ancak bu mesajdan sonra en az iki gün içinde rüyalarım bana yol göstermeleri, o yaratığın yaşadığı ini bulup Asena'yı bulmalıydım. Çünkü zaman aleyhimize işliyordu, zaman acımasızdı.

"Uyudun mu?" diye sordu, soğuk parmakları yanağımı bulurken. Yol boyu gözlerimi bir anlığına olsun kapatmamıştım, çünkü zihnime tutunan görüntüler göz kapaklarıma damlıyordu. Deli gibi uykum olduğu halde direnmiş, bilinçsizliğe galip gelmiştim. Ancak ne ara yaşlı kirpiklerimin alt kirpiklerime değdiğini anlamamıştım. Rüzgarın yüzüme çarpan tokatlarını bile hissedemeyecek kadar kendimden geçmiş olmalıydım. Gerçi hava o kadar da soğuk değildi, sanki son baharın bitimi gibiydi.

"Hayır." diye fısıldadım, eli benden uzaklaşırken. " Uyumadım. Uyumak da istemiyorum." Arabanın penceresindeki çıkıntıya dayanmış olan dirseğimi açık pencereden dışarı çıkarıp sarkıttım. Damarlarım o kadar gerilmiş ve kan akışım kesilmişti, sağ kolumu hareket ettiremez olmuştum.

"Eve yaklaştık." Frene yavaşça yüklenip yaklaşmakta olduğumuz evin garaj kapısına sürdü.

"Görüyorum."

İlerlemeyi durdurdu ama motor bekler vaziyette çalışıyordu. Cebinden garajın otomatik kumandasını çıkardı. Pencereden dışarı kolunu uzatıp düğmesine bastı. Beyaz garaj kapısı yavaş yavaş açılırken yüzü bana döndü.

"Her şey düzelecek, inan bana." dedi, inançlıydı. "Yanındayım."

"Bunu söylemekten vazgeç." Ani çıkışım ikimizi de şaşırttı. İri iri gözlerle yüzüne baktım. "Öyle demek istemedim." diye ekledim, sesimin sert rengini bir kaç ton kırmaya çalışıp.

Parmaklarını tekrar yanağıma değdirdi. "Biliyorum." dedi. Dudaklarının kenarları şefkatle kıvrılmıştı ama acılıydı. "Bana istediğin kadar bağırabilirsin sana kırılmam. Dert etme." Gözlerini gözlerimden bir an olsun ayırmadı. Soğuk parmakları cildimin üzerinden aşağı doğru kadife gibi kaydı; omzuma, oradan da kolumun üzerinde bir yol çizip, elimi buldu.

"Cehennemdeyim. Yok olmam an meselesi."

"Ateş ateşi yok edemez."

Bana ateş demek istemişti, bu da ister istemez yüzüme alaycı bir gülüş kondurmuştu.

"Sinirden gülüyorum." dedim hala gülümserken. Yüzüne bakmıyordum, gözlerim elimi saran parmaklarının üzerindeydi. Gene de bana baktığını hissedebiliyordum. O da belli belirsiz gülümsemişti ama bu bir saniyeden az sürmüştü. Benim de olması gerektiği gibi gülüşüm solarken dudaklarım acıyla aşağı doğru eğildi.

"Sanki kül olacakmışım gibi hissediyorum, bu çok fazla."

Sonra pencereden sarkan kolumu içeri çektim ve inleyerek başımı koltuğa vurdum. "Bilge'yi görmem gerek." dedim. Kim bilir ne haldeydi. "Saat kaç?"

"Altıyı beş geçiyor."

Bu iyiydi. Okula gitmesine daha bir buçuk saat vardı. Zaten şuan ya Bayan Margaret'ın onun için hazırladığı yatakta uyuyordu, ya da sabaha kadar kırpmadığı gözlerini tavana dikmiş ruh gibi duruyordu. Bilge'yi herkesten iyi tanırdım. Annemin ölümü onu derinden sarsmıştı, günler boyu uyumamış, benim gibi hiçbir şey yiyip içmemişti. Ama şimdi ki durumunun çok daha vahim olmasından şüpheleniyor ve korkuyordum. "Ben ineyim, sen de gelirsin." dedim, arabanın kapısını açarken.

"Pek ala."

Bir ayağımı dışarı atınca duraksadım. Omzumun üzerinden Alain'e bakıp "Sakın müdahale etme, ancak bu şekilde kendime gelebiliyorum." dedim. Kaşlarını çatıp, ne demek istediğimi sorgulayan gözlerle baktı. O daha ağzını açıp karşılık veremeden arabadan indim, garaj ve evinin bahçesini ayıran taşlığa var gücümle tekme attım. Bunu bir kaç defa ardı ardına tekrarlarken Alain arabayla çoktan garaja girmişti.

Spor ayakkabımın ucu neredeyse içe göçmüştü ve baş parmağım olmak üzere geri kalan diğer üç parmağım fena hale acıyordu. Yine de bu acı beni durduramamıştı, çünkü bir türlü hırsımı alamıyordum.

"Arabanın tekerlerine de vurabilirdin, böylece ayağını acıtmamış olurdun." dedi Alain, dirseğime dokunurken.

"Arabayı henüz yeni aldın." Yumruklarımı var gücümle sıkıyor, tekrar vurmak için hazırlanıyordum. "Beni durdurmamanı söylemiştim."

"Evet, söylemiştin ve durdurmuyorum zaten. Ayrıca araba umurumda değil, eğer kendini daha iyi hissedeceksen, garajda duruyor. Git parçala." dedi. Sinirim azalıp yerini çabucak beklenmedik bir şaşkınlığa bırakırken bakışlarımı lekelenmiş beyaz duvardan alı koyup yönümü ona çevirdim. Yüzünde yalandan eser yoktu.

"Bunu yapmayacağımı çok iyi biliyorsun." dedim yanından geçip giderken. Issız mahallenin, ıssız ruhunu hissediyordum. Yolun karşısına geçerken bile rüzgarın bu sessizlikten rahatsızlık duyduğunu yönünü şaşırmasından anlamıştım. Ama her şeyden önemlisi tam karşımda ve yaklaşmakta olduğum o evin ruhsuzluğuydu. Kalbi hangimizdi bilmiyorum ama ruhu Asena'ydı. O yokken atan kalbi işe yaramazdı. Ah şuan kim bilir ne haldeydi? O şerefsiz yaratık ona neler yapıyordu?

***

Fikirlerim bir yokluğun peşinde, dikenli asfaltın üzerinde kaderime doğru sürükleniyordu. Şuan sadece şansımın benden yana olmasını dilemekten başka çarem yoktu. Kendimi kontrol etmeyi kolları arasında olduğum adam sayesinde öğreniyor gibi olsam da, aslında nefsimin pençeleri arasında tutsaktım. Vahşi bir hayvanın yırtıcı kükremesinden yükselen yankı ile gökyüzünde uçan bir kuşun kanat çırpışından oluşan narin savaşı arasında bir paradoksa takılı kalmıştım. Hangisi benim kendimi ifade etme şeklimdi bilmiyordum. Göğsümün ortasından, kaburgalarıma kadar yayılan o korku beni yiyip bitiyordu. Hiçbir şey yapamadan beklemek beni çileden çıkarıyordu. Faydasızlık sahip olmak isteyeceğim bir lügat değildi.

"Gerçekten rüyalarım bana yol gösterecek mi?" diye sordum, gözlerim hala kapalıyken. Onun olumlu bir cevap vermesini istiyordum. Nedense o kabul görünce, ikna oluyor umutlanıyordum.

"Kesinlikle."

Yine de içimdeki kuşku gitmemişti fakat az da olsa yonulmuştu. Birkaç dakika boyunca güneşin, karşımızdaki büyük pencereye yansımasını seyrettik. Çocukluğumdan kalma, krem renkli eski perde turuncuya boyanmış, yılların üzerinde oluşturduğu çizikleri açığa çıkarmıştı.

Bakışlarım pencerenin önündeki televizyona, oradan da altındaki üniteye kaydı. "Uykum geliyor..." dedim, dudaklarımı belli belirsiz hareket ettirerek. Vücuduna işlemiş olan sıcaklığım, tenindeki buzları kırmış ve eritmişti. Onun içime akan soğukluğu iliklerime darbe indiriyordu. Isılarımızı değiş tokuş etmek gibi bir şeydi bu sefer ki. Beni uykunun nefesine bırakıyordu.

"Uyu biraz. " dedi başımı okşarken. Bedenim tutmuyor, dilim uyuşuyordu. Göz kapaklarımın siyah etten perdesi devrilirken, içimde beliren huzursuzlukla debelendim. Kirpiklerim tamamen kapanmadan, yukarı kaldırmayı becerdim. Midemdeki ağrı bana ne kadar aç olduğumu hatırlatmıştı.

Kaşlarımı kaldırıp, gözlerimi sonuna kadar açtım. Onları zorlayabildiğim kadar zorladım ve uykunun nefesini solumamaya çalıştım. "Mutfağa gidip yiyecek bir şeyler hazırlayacağım. Karnım acıktı." dedim. Alain'in bana özel yaratılmış kollarının arasından süzülür gibi ayrıldım ve koltukta dik bir pozisyona geçtim. "Sen de aç mısın?"

O doğrulurken, ifadesine baktım. Otururken bile benden uzundu bu yüzden her zaman olduğu gibi çenemi kaldırmak zorunda kalmıştım. Yüzü yüzüme eğildi. "Yaklaşık yirmi iki saattir uyumadın." diye uyardı, ses tonu katıydı.

"Sanırım dayanabilirim." diye direttim. Ayağa kalkıp doğrudan mutfağın yolunu tuttum.

Mutfak penceresinin ardında bir hareketlilik sezinledim ve daha iyi görebilmek adına birkaç adımda pencereye vardım ve tam camı açmak üzereyken Bilge ile konuşan bir adam gördüm. Elim ayağım boşalmıştı, dizlerim panikten titremeye başlamıştı. Camı açıp bağırarak 'kaçmasını' söylemek istedim ama yapamadım. Onun yerine titrek bir fısıltıyla Alain'e seslendim. Gözlerimi bir an olsun Bilge ile konuşan Dragos'tan alamıyordum. Üzerinde yine siyah bir pardösü vardı ve tek kolu boştu.

"Alain!" diye bağırdım. Peşimden gelmişti ve o da benimle birlikte mutfağa girmişti ve bana karşılık vermemesi daha çok paniklememe neden olunca arkama bakmak için elimi tezgahtan çekmeden yönümü çevireceğim sırada Alain ön bahçede belirdi. Yan profilden ne kadar öfkelendiği çok belliydi. Ve Dragos... Yüzündeki alaycı gülümsemeye bakacak olursam, o aptal cesaretinin tuzağına düşmüş, beni öldürmek niyetiyle buraya gelmişti ama ava gelirken avlanacaktı. Yine de Bilge yakınındayken tehlike, pişen bir yemek buharı gibiydi. Müdahale etmeli, kuzenimi uzaklaştırmalıydım.

Acı nefesim boğazımdan hızla akarken, donup kaldığım tezgahın önünden ani bir hamleyle sıçrayıp, mutfaktan koşarak çıktım. Adımlarım telaşlı fakat sukutum dirençliydi. Kapıyı açtığım an bedenim artçı bir şok dalgası ile dalgalandı.

Panik ıssızdı. Sessizce enseye çöken bela gibi.

Yolun sonundaki adamı görüyordum. Geleceğim olanı ele geçirmiş, pençeleri boğazına sarılıydı; ayakları havada sallanıyordu. Ona ulaşamadım. Gece mavime ulaşamadım. Odaksız gözleri bana sabitli olmasına rağmen, son nefesini bu kirli pençelere emanet etmek üzereydi. Ne karşı koyabiliyor ne de korumacı yapısını sergileyip bana kaçmam için bağırıyordu. Bakışlarım boynunu kavrayan yaratığın omuz hizasında kaldırmış olduğu koluna ilerledi ve sanki bir meşaleyi göstermek için uzakta tuttuğu eline bakınca, bir kitabın acı sonla biten satırlarındaki cümleler gibi bir his oturdu kalbime. Gözümde asla ve asla yenilmez dediğim gece mavisinin efendisinin şeffaf kalbi şeytanın elçisinin avuçlarındaydı. Avuçlarından aşağı akan su rengindeki kan, geçmişi mi ve geleceğimi olduğu gibi cam parçaları arasına gömmüştü. Tüm hayatım o kalbin akibetine bağlıydı ve an itibariyle son bulmuştu.

Gözlerinde zafer kazanmış bir ifade vardı. Sinsi gülüşü dudaklarına peydah olurken bakışlarını Alain'den ayırdı ve bana çevirdi. "Bir günden," derken ses tonu şeytanın sesini taklit eder gibiydi. "Bir günden az bir süren kaldı." dedi.

Ruhumun efendisi, boğazını saran et zincirden kurtulup yere düşüşe geçti. Düşüşüne kaos dolu bakışlarımla eşlik ettim ve odak noktam ayaklarımın önünde son buldu, çünkü Alain'in cansız bedeni tam ayaklarımın dibine serilmişti.

Gözlerimi sımsıkı yumup gözyaşlarımın şakaklarımdan akmasına izin verdim. Bu, yapabileceğim tek şeydi. Sonra dudaklarım benden habersiz aralandı ve başıboş çığlığımı gökyüzüne yollarken, kuşların bana ortaklık ettiğini duyumsadım. Bu ses tıpkı; mezarda yatan ölülerin geceleri attıkları çığlıklar gibiydi ve bana yol göstermişlerdi; onlara tutundum, kanatlarının gölgesini yol bildim; karanlığın çukuruna eli boş, öylece dalarken acımı paylaşan tek şey gözyaşlarımdı.

Tünelin sonu aydınlıktı. O denli ağlıyordum ki çevremi saran gölgeler bu sefer kuşlara değil, ağaçlara aitti. Yolum pusulaydı. Pusulaların çizgileri aynı yönü gösteriyorlardı; kuzeyi. Bir kadın vardı yakınımda ama yüzü karartılar arasında kaldığı için göremiyordum. Neler oluyordu böyle? Bu yaşadıklarım gerçek miydi? Yoksa uyanıkken gördüğüm bir sanrı mıydı? Alain ölmüş müydü cidden? Her şey bitmiş miydi? Ecelim ona bağlıydı benim, onunla birlikte ölmem gerekmez miydi? Bu ormanda neyin nesiydi? Bir büyünün etkisinde olabilir miydim?

"Hayır," diye iç çektim sorularımın ve varsayımlarımın bir çıkmazdan farksız olduğu anlayınca. Sonra istemsizce yürüdüğüm patika yolda, kıyamette dirilip kabirlerinden bağırarak çıkan insanlar gibi bir çığlık attım. "Hayır..."

Ağlayışlarım toprak kokulu ormanın, yeşil ağaçlarındaki umutsuz yapraklarının gölgelerin de parçalandı.

Deprem etkisi gören vücudum Alain'in hayaletiyle sarmalanıp kendi etrafında döndü. Sıkıca yumduğum gözlerim açılmaya hazırlanırken kaybettiğim ve acıyla özleyeceğim amber kokulu nefesi yüzümün her yerini okşadı.

"Sen kaybettim..." diye tok bir iç çektim. Boğazımın ortasında tıkanmış gibi yükseliyordu sesim. "Kaybettim."

"Ben buradayım. Aç gözlerini." dedi, sanki beni gördüğüm kabustan uyandırmak ister gibi. Bunun üzerine yaşlarla yıkanmış gözlerim aralandı ve bana sonsuzluk gibi gelen bir süre önce uykuya daldığım koltukta, onun kollarında olduğumu fark ettim. Büyük bir şaşkınlıkla etrafa baktım ve her şeyin gayet normal olduğu gördüm. Sadece güneş batmaya durmuştu. Ama yine de onun gözlerini bulmadan hiçbir şeyin yolunda olmadığını biliyordum. Yüzümü daha yoğun bir şekilde saran nefesinin hem bayıltıcı hem de ayıltıcı kokusunu algıladım. Bakışlarımı bir santim çevirdikten sonra onu kanlı canlı bir halde dibimde buldum. Yüzü bana doğru eğikti ve burunlarımız birbirine değiyordu.

"Yaşıyorsun," diye mırıldandım, hala şoktaydım. Kalbim deli gibi çarpıyordu. İçimde yeşeren sevinç tohumu yüzünden ağlamak istiyordum. "Ölmemişsin."

"Sima, neler oluyor?" dedi, kollarını belime dolayıp gömüldüğüm yerden doğrulmamı sağlarken. Kollarımı boynuna sardım, acınası bir ifadeyle yüzünün ve saçlarının her bir santimini incelemeye başladım. "Öldün sandım." Hala inanmaya çalışıyordum.

"Sen rüya gördün." dedi, anlayınca. Kalbim hızla inip kalkıyordu. Parmaklarımın ucunda duran saçlarını kavrayıp, bedenimi bedenine bastırdım. Onu içime sokup, saklamak istiyordum.

Bu gördüğüm kabus hayatımın en gerçekçi ve en korkutucu kabusuydu. Onu kaybetme korkusu artık yaşamımın bir parçası haline gelmişti. Saniyelerim bu gerçeklikle ilerliyordu. Ruhumun kara boşluğu, korkularımdan hiçbir zaman kurtulamayacağımı kalbime fısıldıyordu.

*

Karanlık, bedeni ele geçiren bir şeytan gibi ruhumuza çökmüştü. Gece yeşildi. Gökyüzü daha önce hiç olmadığı kadar yıldız dolu ve parlaktı. Bu güzellik beni korkutmuştu, ilk defa siyahların arasından beliren dolunay beynimi bir çıkmaza sürüklemişti. Donuk bir zihin ve gözlerle öylece baka kalmıştım, neşter karanlığa.

Sanki derim ikinci bir kıyafet gibiydi; omuriliğim tırtıklı bir fermuar görevi üstlenirken, yavaşça aşağı doğru açılıyor, açılırken organlarıma zarar veriyor ve ruhumu acımasızca incitiyordu. Ağır geliyordu akciğerlerime dolan oksijenler. Zapt edemiyordum duygularımı, engel olunamaz dev bir depremdi benimkisi. Enkaz altında kalacak ve can verecek bir sürü his ve yaşanmışlıklar vardı. Yokluğa ramak kalan, kalmak için artık çok geç olunan ve bekleyişlerin vuslata eremeyeceği korkusunun yaşandığı çelişkili, ifrit bir geceydi.

Son gördüğüm kabustan bu yana değil uyumak için herhangi bir çaba göstermek, gözlerimi bile kırpmamıştım. Alain'e göre bu bir mesajdı, bana göre ise tehlikeli bir tehdit. Akıl karartıcı bir ipucu. Yuttuğum kanlı su yüzünden, büyünün midemdeki kalıntılarını hissedebiliyordum. Hala damar yolumda varlığını sürdürüyordu.

Bir günden az bir sürem kalmıştı, ama o süre sınırı aşmıştı. Çünkü aradan yaklaşık iki gün geçmişti. Hiç bir şey yoktu; soyumun mensup olduğu atalarımdan uyarı almamıştım, belki de canlı bir tehlike içerisinde olmadığım içindi. Ama rüyalarım geleceğin bir öngörüsü ise bu tehlikede olduğum anlamına gelmez miydi?

Alain, tam olarak gelmediğini söylemişti.

Odamın minimum düzeydeki aydınlığına onun güzel yüzü eşlik ederken, avuçlarımı alnıma bastırdım. Üzerinde boylu boyunca uzandığım yumuşak yatağım diken misali kemiklerime batıyordu.

"Verilen süreyi aştım. " dedim, ellerimi gözlerime doğru kaydırıp.

O an yatağımın sol tarafı yavaşça çöktü. "Henüz vaktimiz var." dedi.

Gözlerimi yavaşça araladıktan sonra yönünü bana çevirdiğini göz ucuyla fark ettim. Ben de ona doğru dönüp, ağırlığımı sol kolumun üzerine verdim. Koyu mavi bir alev gibi yanan gözleri yüzümün her zerresinde gezindi. Dünden bu yana benim yanımdan bir an olsun ayrılmamıştı. Andre aklını kaybetmiş gibiydi. İkimiz de onu tanıyamaz olmuştuk, ama en çokta Alain. Arkadaşının girdiği bu yabancı ruh halinden ötürü endişeleniyordu. Gözleri kimseyi görmüyor, adeta ayarları kurulmuş bir robot gibi Romanya'nın altını üstüne getirecek şekilde kendince araştırmalar yapıyordu. Başımda dikilip rüya görmemi bekleyemeyecek kadar sabırsızdı. Bu da benim işime geliyordu doğrusu, öfkesini kaldıracak güçte değildim.

Arthur, birlikten görevlendirdiği bir grup askerini Sibirya'ya, Thalia'nın yanına göndermişti. Somut olarak değil soyut olarak varlığını belli etmeye çalışan o kadından nefret etmeye başlamıştım doğrusu. Vampir imparatorluğunun en güçlü kadını olarak adlandırılsa bile açıkçası şu süreçte umurumda bile değildi. Bize yardım etmek zorunda olmayabilirdi ama Frank'den nefret ediyordu, madem onu öldürmek için bir suç işlemesini bekliyordu ve istediği gibi suç işliyordu, peki neden gelip o yaratığın canını almıyordu? İlla ki masum birini öldürmesi mi gerekiyordu? O biri, benim kuzenim olması mı gerekiyordu?

"Çıldırmak üzereyim..." diye mırıldandım dişlerimi sıkarak.

Kadifemsi sesiyle "Çok düşündüğün için uyuyamıyorsun." Dedi, elini yanağıma koydu. Teni tenime değdiği an gözlerimi sımsıkı yumdum. Şuan kendimi ona muhtaç olduğum zamanlardan daha çok muhtaç hissediyordum. Yüreğimde hissettiğim duygular beni ben yapan özümü bozup, yeni huylar eklemişti. Dış dünyadan gizlediğim zayıf yanımı tek bir kişiye ifşa etmeme neden olmuştu. Güvendiğim tek adama.

"Gel," dedi elini yanağımdan çekip kollarını açarken. Gözleri ve göğsü arasında gidip geldi bakışlarım. Yakıcı, acıtıcı bir kurtuluşun kucağına çağrılmak, diken dolu bir gül bahçesine davet edilmek gibiydi. Kanayacaktım ama o eşsiz kokular arasında yaşamı bulacaktım. "Keşke bana olan hislerin, gururundan önce gelebilse." dedi ümit eder bir tonla. Kaşlarımı çattım. Gururum artık eskisi gibi göklerde değildi. Onu önemsemeyecek kadar aklım başıma gelmişti.

"Hayır," dedim. "Beni durduran gururum değil."

"Öyleyse ne?" Kollarını indirmedi, ısrarla göğsüne sokulmamı bekledi.

Ne söyleyebilirdim ki? İçimi parça parça yakan, ruhumu bölük pörçük eden korkularımı kolayca dile mi dökmeliydim? İtirafım merakını gidermezdi, sadece ben üzülüyorum diye kendine dert edinirdi.

O deli gibi merak ederken, ben cevabı vermemek için bir eylem düşünürken, kirpiklerimi kaldırıp gözlerine baktım. Sığınağım on santim yakınımda, fırtınaların bile deviremeyeceği kadar güçlü çatısıyla, beni yuvasına çağırıyordu. Kalbim tek bir atışla göğsümün etten duvarına tırnaklarını geçirdi an gözlerimi yumup kendimi sığınağıma attım. Soğuk yuvaya çarparken, eş zamanlı olarak kollarıyla beni sardı. Yüzümü boğazındaki kutsal adem elmasına gömdüm, ellerimi yumruk yapıp çenemin altına sakladım.

"Yeşil gece," diye fısıldadı. "Grinin ve mavinin karışımından oluşan labradorit rengi." Yüzümü biraz çevirip, pencereye baktım. Gökyüzü yer yer benzettiği rengi barındırıyordu. Bana hediye ettiği taş maviydi ama geceleri yeşilimsi oluyordu. "Kolyeni hiç çıkarmıyorsun?" dedi.

Hala boynumdaydı ve onu oradan sökmeye hiç niyetim yoktu. "Çıkarmamı mı istersin?"

"Hayır."

Başımı yan çevirip, köprücük kemiği ile boynunun arasındaki o girintiye yerleştim. "Küçükken bir yerde okumuştum, gökyüzünde herkesin bir yıldızı olduğu yazıyordu," dedim, yarım kalan bir önceki cümlelere devam edip.

"İnanıyor musun?" dedi yanağını başıma yaslayıp.

Omuz silktim. " Nasıl olsa hepsi er ya da geç kayıp gidiyor. Annem, o kayan yıldızların aslında insanların ölümünü gösteren bir işaret olduğunu söylerdi. İşte bu yüzden annem ve babamın hiçbir zaman gökyüzünde yıldızları olsun istemedim."

"Seni temin ederim kaderimiz yıldızların elinde değil," dedi. "Onlar sadece bizi sessizce izliyor."

"Sanki ruhları varmış gibi konuşuyorsun." dedim. Beni rahatlatıp uykuya dalmam için küçük espriler yapıyor sohbeti uzatıyordu. Zaten hiç konuşmasa bile, onun kollarında olduğum ve nefes alış verişlerini dinlediğim sürece sakinleşiyordum.

"Neden olmasın?" diye diretti. Dizlerimi ondan tarafa doğru kırıp, dizlerine değdirdim. Bunu bilinçli yapmamıştım ama kendimi geri de çekmemiştim.

"Belki de vardır." Kısa ama derin bir nefes aldım. "Sence ruhumuz mu yoksa beynimiz mi bizi yönlendiriyor?" diye sordum, yeni soruma zincir oluşturan cümleleri atlayıp.

"Sen hangisinin yönlendirmesini isterdin?"

"Bilmiyorum..." Bakışlarımı gölgeli tavana kaldırdım. İkimizin soluk, hayalet yansımasını görebiliyordum, ya da sadece odaya yeterince ışık girmemesinden ötürü yanılıyordum. "İkisi bir ittifak kuramaz mı?"

"Yalnızca ruh ve kalp."

"İkisi iyi anlaşıyor diyorsun yani?"

"Hayır, ben öyle bir şey demiyorum. Birbirlerine muhtaç oldukları için rol yaptıklarını kastediyorum. Birlikte var olmak isterler. Ama yine de beyin işlevini kaybetse bile, ruh çekip gitmediği sürece kalp atmaya devam eder, diğer yarısının geri dönmesini arzulayarak. Beynin burada pek değeri yoktur, hak ettiği sevgiyi göremez."

"Peki senin gözünde bu üçünden hangisi önemli?"

"Kalbim ve beynim." Kirpikleri düştü, gözleri maviden siyaha büründü.

Kaşlarımı çatar gibi oldum. "Ya ruhun?"

"Onunla yakın zamanda vedalaştık." Dedi, göz kapakları yavaşça açılırken.

"Nasıl?"

"Başka bir bedene sahip olan dişi bir ruha aşık oldu." Parmaklarıyla yüzüme düşen saçlarımı itekledi. Yüzünü yüzüme biraz daha yakınlaştırıp, sözlerine usulca devam etti. " Beni, senin uğruna terk etti."

"Alain... " diye inledim, yanaklarıma sıçrayan kan toplandığı bölgeyi kavururken. Onunda inlemeye benzer bir gülüş koptu boğazından. Kollarımı ve sırtımı tamamen saran kolları ısınıp yumuşamıştı. Uyutmak için yavrusunu kucağına alan bir baba gibiydi şuan. Bir ağabey ve bir dost gibi. Şakaklarından çene kemiğine kadarki olan o boşluğu parmaklarımla okşadım. Pürüzsüz ve ürpertici bir his veriyordu; vücuttaki elektrik akımını toprağa akıtmak gibiydi bu.

" Belki bunun somut bir argümanı yok ama hissettiğini pek âlâ biliyorum. Sırf laf olsun diye dile dökmeyeceğimi de biliyorsun," Alnıma yapışan dudakları hafifçe hareketlendi. "Varlığımın, varlığının yanında bir önemi yok. Nasıl olsa senin ömrüne bağlıyım." dedi.

"Hemhal bir durumdayız." dedim içime muğlak bir heyecan düşerken. Ama bunun haricinde konuşmadım, konuşamadım. Gecenin kara sessizliğine ay parçaları gibi damlayan sesinin yankısını dinlemeyi tercih ettim. Zaten kabusumda onun ölümünü gördüğüm an yaşamamın nasıl durduğunu, ruhumun nasıl çekildiğini hatırlayınca, susmakla ne kadar doğru bir tercih yaptığımı fark ettim. Ömürleri birbirine bağlı iki insanın, zorlukla kan ter içinde yürüdükleri dikenli bir telin üzerindeydik bu aralar. Risk çok büyüktü; ölümcüldü.

"Öyle miyiz?" diye mırıldandı, sesinde soru kipi bulunmaksızın. Sanki kafasında dönüp duran cümlelerin içinden ayıkladığı bir sözü tekrar eder gibiydi. Yine sustum. Susarken, uzun kirpiklerini nasıl kırptığını izledim. "Yaşadığım müddetçe, " dedi aklını geçmişe gönderip. "Diğerkâm birisi olmadım hiç. Bencildim, kötüydüm. Aslında şimdi de öyleyim, hatta belki de daha kötü. Kimseyi düşünmemeye devam eden. Senin dışında."

"Öyle biri olmadığını biliyorum." dedim onu ondan daha iyi tanıdığımı iddia eden bir manayla.

"Nereden biliyorsun?"

"Gözlerine bakınca kalbinde yazılı olanları okuyorum." dedim son kez tek gözünün çevresinde parmaklarımı gezdirirken.

"Görebildiğini biliyorum ama yanlış okuduğuna eminim."

Bilmiyordu, bir bakışımla ruhumu nakış nakış işleyen kalbinin derinliğini görebildiğimi. Ne kadar kötü olduğu umurumda değildi. Bunu daha öncede itiraf etmiştim kendime; kaç insan öldürdüğü, kimlerin kalbini acımadan kırdığını. Bunları kabul etmem, tasvip ettiğim anlamına gelmiyordu. Sadece benimleyken kim olduğu önemliydi, ben de zaten onu olduğu kişi olarak kabul etmiştim.

Kötü ama ekmek kırıntıları kadar bile olsa içinde merhamet taşıyan, iyilik ve kötülük arasında, arafta kalan bir adamdı o.

Alain, beni kollarıyla daha sıkı sararken "Seni yeterince tanıyorum ben." dedim, yutkunup karanlığa alışan gözlerimi onun aydan bile parlak olan yüzüne çevirdim. Bakışları ay ile deniz karışımı bir ütopyaydı.

"Keşke dediğin gibi olsaydı." diye iç çekti.

"Günahkar olduğunu düşündüğünü biliyorum,"

"Hım..."

"Neden bu kadar dert ettiğine anlam veremiyorum." Bakışlarımı çoktan düşürmüş, onun gövdesine odaklamıştım. Karanlıkta görünmeyen ama sadece dokunduğum da hissedebileceğim karın kaslarına bir süre bakarak konuşmamı sürdürdüm. "Sanki işlediğin suçlar aramızdaki bağı zedeliyormuş gibi davranıyorsun."

Sesim kesinlikle ağlamaklı ya da çıtkırıldım çıkmıyordu. Yaşadığımız şu an, genelde romanlardaki kadın karakterlerin en kırılgan olduğu sahnelerden biri oluyordu, ama nedense benim sesim tam tersi bir tonda çıkıyordu.

"Öyle davranmaya çalışmıyorum. Sadece kim olduğumu gör diye çabalıyorum, eğer o zaman bile duyguların değişmezse,"

"Seni gerçekten sevdiğime ikna olursun." diye sinirle sözünü tamamladım. Kendimi geriye atıp, kollarının arasından çıktım. Oturur pozisyona geçerken, yumruklarımı yatağa bastırarak destek aldım. O ise mitolojik bir tanrı gibi yatakta uzanmaya devam ediyordu. "Nasıl böyle düşünürsün?"

Ağırlığını yataktan söküp, bana doğru yavaşça yaklaştı. Işığı büyüdü ve sanki tüm görüşümü kapladı. "Sadece senin sevgini hak etmek istiyorum. Tüm mesela bu." dedi samimice.

"Pekala. O zaman bütün bir gece işlediğimiz günahları ya da hatırlayabildiğimiz kadarını itiraf edelim. Belki sen de günahlarımı öğrenince hislerinde bazı değişiklere uğrar." Gözlerimi devirmek yerine yukarı diktim. Ciddi anlamda saçmalığın zirvesine tırmanmıştık. İki normal insan olsaydık belki bu aptal mesele bizim için önem teşkil ederdi ama ne sıradandık ne de normal şartlar altındaydık.

"Sayılarına kadar hatırlıyorum, yalnız onları tek tek sıraya dizmem için," Arsızca gülümsedi. " Tek bir gece yeterli olmaz." Nedense bakışları ve gülüşü mideme kaynar sular gibi dökülmüştü. "Ama seninkileri duymak isterim." Kaşlarını çatarken, dudaklarındaki gülümseme kıyılarına tutunmuştu. Ben midemdeki sıcaklığın soğumasını beklerken, sessizliğimi koruyordum. "Günahlarından diyorum," dedi, yakınıma kadar gelip dudaklarını elmacık kemiğime değdirdi. "Bahsetsene biraz, belki tanıyorumdur."

"Aslında," dedim kendimi geri çekip. Şu an bu konuyu uzatıp onu alt etmeliydim belki de ama Alain, ne yapıp ne edip her seferinde üste çıkmayı başarıyordu. Yine yenileceğimi biliyordum. Omuzlarımı nefes almış gibi oynatırken, yataktan indim ve ilerledim. Çalışma masamın sol çekmecesinde bulunan geniş dikdörtgen beyaz zarfı çıkardım. "Bunların benden soğumana yardımcı olacağını düşünüyorum." dedim zarfı elimde sallarken.

Alnı kırıştı. "Onlar nedir?"

"Çocukluğumdan kalma bir kaç fotoğraf." Beynime kurşun yemiş gibi olduğum yerde çakılı kalırken, sözcüklerin devamını getiremedim. Anılarım için mühim, unutmam için ise kolay olan o görüntüler kafamın içinde dalgalandı. Eksik olan bir parça tamamlanmıştı sanki.

"Ne oldu?" dedi ben yatağın kenarında düşer gibi dururken. Kolumdan tutup yatağa oturmamı sağladı, ama ben hala çatık kaşlarım ile alnıma saplanan ağrılar arasından büyünün etkisiyle gördüğüm geçmişime odaklanmıştım.

Bakışlarımı yavaşça Alaini'n yüzüne çevirirken bir yalanını daha duymaya hazırlandım. Zarf önce dizlerime, sonra da açılarak yatağa düştü. Sertçe yutkunup derin bir nefes aldım. "Bana yalan konuştun..." dedim. "Yıllar önce," ellerim titremeye başlamıştı. "Sen buradaydın. Ben... Seni gördüm." Bakışlarımı kaldırıp gözlerine sabitledim. "Bunu bana söylemedin hiç. Neden?"

"Neden bahsettiğini anlamıyorum." Kollarımdan tuttu ve kirpiklerinin altından baktı, sanki gözlerimde bir şey arar gibi. Göz bebeklerim suya gömüldü ve yaşlar irislerime zorlukla tutundu.

Kendimden öylesine geçmiştim ki Alain ile değil, koyu bir boşluğun içine konuşuyordum sanki.

"Büyük annemin ve annemin görüntüsünün arasındaki o kısacık an da seni gördüm," dedim, kelimeler ağzımdan paramparça çıkmıştı. "Penceremden baktığımda hemen ön bahçede duruyordun ve başını kaldırdın, göz göze geldik." Beynimin içinde çok ama çok tiz bir ses yükseldi. Bozuk bir aletin çıkardığı o kulak tırmalayıcı ses gibi. Gözlerimi en az on kez ardı ardına kırptım ve o koyu boşluktan çıktım.

Alain'in alnı kırıştı, kaşları düştü ama kavisleri sertliğini korudu. Söylediklerim karşısında çok şaşırsa da, ifadesinde şaşkınlıktan ziyade düşünsellik vardı. Bakışları ise kapkaranlıktı.

"Hani her şeyi anlatmıştın?" dedi, kızgınca. Aklımdan geçenlerin neredeyse hepsini okumuş gibi bir imayla. "Neden bunu sakladın?" Dudakları gerilmişti. Bu sürpriz tavrı, onda bu zamana kadar görmeye alışık olmadığım bir ürkünçlük barındırıyordu.

Dilimi ısırdım. "Ben bir şey saklamadım, sadece unuttum. Yani unutmuşum. Eğer burada sır saklayan biri varsa o da sensin!" dedim parmağımı sert göğsünün ortasına batırıp.

"Öyle mi?" diye bağırırken, bileklerimden tutup beni kendine doğru çekti. "Son yaşadığımız o tartışmadan sonra sana tek bir yalan bile söylemedim ben." dedi, bu sefer sesi yumuşaktı ama tabanında sertlik vardı. Heyecandan ağzım aralanırken, kasıklarımda bir sancı hissettim. Kalbim hızlı hızlı atarken baldırlarımın uyuştuğunu ve topuklarımın karıncalandığını hissettim. "Bu durumda senin de bana yalan söylemediğine inanıyorum."

O konuşmasına devam ederken göz kapaklarım ağırca düştü ve kısılmış gözlerle yüzüne bakmaya devam ettim. Aldığı ve sonrasında sertçe dışarı sızdırdığı nefesi yüzümü boylu boyunca sarmış, deli bir kasırga başlatmıştı. O kasırga kasıklarımda yabancı bir çarpma etkisi yaratmıştı.

"Sadece unutmuştum." dedim katı bir sesle. Kamburlaşıp bir kedi gibi ona doğru büküldüm. Aramızdaki kötü çekim hem hoşuma gitmişti hem de içimi rahatsız etmişti.

"Şimdi seni dinliyorum." Dedi gayet sakin bir ruh haliyle. Şimdiyse ben sakin kalamıyordum. Nefsimle oynaması hiç adil değildi, gizli kalan erkeksi yanlarını benim üzerimde kullanıyordu ya da bilmeden yapıyordu, bilmiyorum ama yine de bu varsayımlar sakinleşmeme yeterli olmuyordu.

Ona gördüğüm şeyi anlattığımda, o kişinin kendisi olmadığını iddia etmeyi sürdürdü.

"Peki ya kim?" Diye sordum omuzlarımı silkerek. Sonra yine aklıma düşen bir şeyle aniden atıldım. "Frank'in askeri." Başımı bir robot gibi pencereye doğru çevirirken gözlerim sonuna kadar açıldı. Kim bilir kaç kez kılık değiştirip evimize gelmişlerdi. Bunun düşüncesi bile kafamın içini bulanık suyla yıkamaktan farksızdı.

"Baban ile hiç bir zaman karşılaşmadık. Ne olduğu dışında hakkında bildiğim hiçbir şey yoktu." Ne olduğu!

Tekrar ona baktığımda doğru söylediğini ifadesinden anlayabiliyordum.

Bir süre sessizlik oldu ve bunu ben bozdum. "Üzgünüm..." diye mırıldandım, sesimi birazcık yumuşatıp. "Yine fevri davrandım."

"Asıl ben özür dilerim... Kaba kuvvetimden ötürü." dedi. "Gerçi dövüş ringine hazırlanır gibi hızlanan kalbinin sesini duymadım değil." Kıkırdayınca, kafasına vurdum.

"Buna refleks derler, belki bilirsin. Ani olaylarda oluşan kalp çarpıntısı..." Kahkaha atınca, hırladım.

"Gülme!" diye uyardım, yüzümü sertleştirip. Ama beni duymazlıktan geliyor, tadını çıkara çıkara gülüyordu. "İyi, çatlayana kadar gül."

"Şimdi seni öpebilir miyim?"

"Hayır."

Dizlerimin üzerinde yatağın başına kadar ilerledim, sırtımı başlığa verip ayaklarımı uzattım. Alain, hala gülüyordu ama eskisi kadar dolu dolu değildi. Yanlışlıkla ezdiğim fotoğrafları görünce toplamak için yeltendim ama benden önce hepsini çoktan toplamıştı. O da yanıma gelip benim gibi sırtını yatak başlığına dayadı. Fotoğraflara bakarken kaşları çatılmıştı.

"Çirkin bir bebektim." diye homurdandım. Ona karşı olan sinirim devam ediyordu.

"Bu Asena'mı?" dedi, fotoğrafı bana doğru uzatırken. Geçen sene Bükreş'teki tatilden kalma bir fotoğraftı bu. Asena orada yüzünü saçlarımın arasına gömmüştü, sadece kızıl saçları görünüyordu.

"Evet." Elime alıp bir süre inceledim. Yine içimin acımasına engel olamadım.

"Burada yaşın on beş falan olmalı." dedi hemen, duygusallaştığımı anladığı an. Diğer eline baktım, orada koyu yeşil elbiseli bir kız vardı. "Eskiden daha renkli giyiniyormuşsun."

"Okul balosundaydım."

"Kurt köpekleri mi seviyorsun?" Gözleri hala fotoğrafın üzerindeydi. "Ve baykuşları?"

"Hayır, yani sadece cadde üzerinde bir adamın elinde duruyordu, yavru olduğu için sevimli gelmişti." dedim, tek omzumu oynatarak.

"Kedi?" Dedi, dört yıl önce Bilge'nin beslediği kedisiyle çekilmiş olduğum fotoğrafı gösterip.

"O Bilge'nindi. Hayvanı çok yedirdiği için şişti şişti ve sonunda öldü. Ben öyle düşünüyorum." Gözlerini korkunç bir şey duymuşcasına açtı. "Ben kuşları daha çok severim."

Eski anıların gün yüzüne çıkmasından ötürü içten içe rahatsızlık duymuştum, çünkü anılar acılarımı tetikliyordu ve geçmişe baktığımda yarımda olsa mutlu olan kızı görmek, şuan olduğum kızın kıskanmasına yol açıyordu. O mutlu kızı kıskanıyordum ve bu kıskançlık bende bir sinir harbi yaratıyordu.

"Burada on yedi yaşımdaydım," Parmağımla altta kalan fotoğrafı gösterip.

"Keman çaldığını biliyorum." Dedi, göz ucuyla bakıp gülümseyerek.

Kaşlarımı çattım. "Nereden biliyorsun?" Geçmişimle ilgili bildiği birçok şey olabilirdi ama keman çaldığımı bilmesinin imkanı yoktu, çünkü kursa falan gitmemiş kendim öğrenmiştim. Annemin eski bir arkadaşının doğum günü hediyesiydi, yaramaz bir çocuk olduğum için, Annem tavan arasına saklamıştı ve yıllardır çürümeye durmuş bir halde bekliyordu. Tabii ben de yeteri kadar büyüyünce merak ettiğim için elime almıştım ve kısa zaman içinde zorda olsa öğrenmiştim. Gerçi çok iyi çalamıyordum, sadece bir ya da iki beste çalabiliyordum, o da yarım yamalak.

"Bilge söyledi." dedi düz bir tonla.

"Ah, nasıl tahmin edemedim."

Bir süre keman çalan fotoğrafımı inceledikten sonra "Peki bu?" diye sordu, sıradaki fotoğrafı çekip bana uzatırken. Tamamen gotik takıldığım zamanlardan kalmaydı.

"Fazla metal dinliyordum. " dedim.

Dudakları kıvrıldı "Şimdi ne dinliyorsun?" Genel olarak Post - Rock dinlerdim.

"Burada rap dinliyordun galiba?"

Bir an da "Bu kadar ifşalık fotoğrafın bu zarfın içinde ne işi var ki? " diye homurdanıp içten içe rezilliğime köpürdüm. "Evet, o dönemde rap dinliyordum." Fotoğrafları elinden çektim, ikimizin arasındaki kırışmış yorgana sıkışan zarfı alıp içine kabaca koydum.

"Türk rap mi, yoksa Amerikan mı? "

Elinde kalan son fotoğrafı alırken, bıyıkaltı gülüyordum. "Türk - ver şunu - oldu mu?" Yataktan inmeden evvel elinde kalan son fotoğrafa aktı bakışlarım. "Evliliklerinin ilk yılları." diye mırıldandım, annem ve babama bakarken. Sanki ciğerlerime yeterince hava girmiyormuş gibi nefes borumu acıtırcasına içimi çektim. "Her neyse... " Onu da zarfa koyup, komodinimin en alt çekmecesine koydum.

"Bilge arıyor." dedi bir anda, ben yatakta uzanmış ve henüz doğrulmamışken. Telefonunu genelde sessiz ya da titreşim modunda tutardı. "Bir sorun mu var Bilge? Tamam geliyorum."

"Ne oldu?" diye sordum telaşla.

"Önemli değil, eve gelmek istiyormuş. Gidip alayım onu."

Bilge, öğleyin okul çıkışı eve gelmek yerine direkt arkadaşına ders çalışmak için geçmişti. Şimdiyse geç olduğu için kendisini almamızı istiyordu. Aslında güvenliği için evde olması gerekliydi ancak Alain arkadaşına gitmesinin bir sakıncası olmadığını kendi evinden daha güvenli olabileceğini söylemişti. Çünkü düşmanlarımız yaşadığımız yeri biliyordu, başımız belaya girdiğinde onun bizimle olmaması daha iyiydi.

"Yarım saate kalmaz geliriz." Dedi Alain odadan çıkmadan evvel. Bense yatağımda bağdaş kurmuş vaziyette, yarı durgun yarı aklı başında bakışlarla yüzüne bakıyordum.

"Aslında orada kalsa daha iyi olmaz mıydı?" Diye sordum bakışlarımı aynı duygu çerçevesinde tutmaya devam ederken. "Saat gecenin on biri." Başka zaman olsa Bilge, arkadaşında kalmak için yalvarırdı.

"Bir sorun olduğunu sanmıyorum, içini ferah tut." Dedi düşüncelerimin karmaşıklığını hissetmişti. Tam kapıdan çıkmak üzereyken yanıma gelip, gözkapaklarımdan öptü. Dudakları uzaklaşırken özlemle fısıldadı: "Yakında tekrar yanında olacağım."

Odamda, kendi karanlığımda baş başa kalınca ansızın bir eksiklik hissettim içimde. Bıçak gibi keskin bir rüzgar sızdı açık kalan pencerenin arasından. Sanki odanın tamamı yeşilliklerle doluydu ve bütün oksijeni tüketmiş, bir tutam havaya muhtaç bırakmıştı.

Yataktan indim. Pencereye doğru ağır ağır adımlarken, bileğimdeki ince lastik tokayı çıkarıp saçlarımı atkuyruğu yaptım. Altımda hala siyah keten pantolonum, üzerimde ise koyu kırmızı uzun kollu bluzum vardı. Ayakkabılarım çıplak ve buz gibiydi. Perdeyi kenara itekleyip pencereyi sonuna kadar açtığımda, dışarı da yeni yeni kopan fırtına üzerime hücum etti. Tavan arasında olmasam da çatıya çarpan gürültüyü duyabiliyordum. Uğultular beynimde parçalanan kiremit sesleri gibi yankı uyandırırken, başımı pencereden dışarı çıkardım, yankılar tıslamalara dönüştü. Sokak ıssızdı ve uzun süre bakılası bir görüntüsü yoktu. Evlerin önünde bulunan teneke posta kutularının gevşeyen kapaklarının çıkardığı seslerde bana bir an olsun korku filmlerini anımsattı. Evet, gerçekten hiç izlenilesi bir görüntü değildi.

"Yağmur yağmadan bir an önce gelin." Diye mırıldandım. Bir kral gibi siyah gökyüzünün tam ortasında duran dolunaya bakıp. Bu aralar çoğu şeyi aklımdan geçirmeden önce dile döküyordum.

Dudaklarımı ısırıp, kaşlarımı anlamsızca kaldırırken geriye çekildim ve pencereyi kapatmaya hazırlandım ama bir şey bana engel oldu. Başımı iki yana sallayıp, gördüğüm şeyi sorguladım. Kaşlarımı çattım. Tam bahçenin dışında durup doğruca bana bakan genç kadına odaklandım. Gerçek miydi? Yoksa hayal miydi? Fırtına kuvvetlice bir kez daha esti, saçlarımı aynı yöne doğru savurdu. Komşu evlerin çarpan kapı ve pencere sesleri sanki rüzgarı kızdırıyor, yok etme makinesine dönüştürüyordu. Ama kasırga bile çıksa doğrudan gözlerimin içine bakan bu gizemli kadından başka bir şey ilgimi çekmezdi. Yüzünü tam göremiyordum, sadece kahverengi saçlarını ve beyaz zayıf vücuduna oturan beyaz elbisesi parlıyor, göze çarpıyordu.

"Merhaba," Diye seslendim. Başımı yan yatırıp gözlerimi kıstım. "Sana söylüyorum." Komşulardan biri olabilirdi belki ama bu sokakta fazla ev yoktu. Yani en azından yaşayanların çoğunun yüzünü hatırlardım ama bu kadının yüzünün buraya ait olduğunu sanmıyordum. Öyle ki dudaklarını 'yardım et!' diyerek oynatıp, sessizce ağlamaya başladı. Ya rüya görüyordum ya da sanrılarım yeniden ortaya çıkmıştı.

Kadın tekrar aynı şeyi dudaklarını kıpırdatarak söyledi. Ardından kollarından ve bacaklarından kırmızı bir yılan gibi kanlar akmaya başladı. Bu rüya veya hayal görmediğimi kanıtladı. Panikle pencereden ayrılıp odadan çıktım. Merdivenleri nasıl indiğimi bile kolay kolay hatırlamıyordum. Çıplak ayaklarla kendimi dışarı attığımda, kadını görmemiştim. Yaralı halde nereye kaybolmuştu? Yoksa yardım edecek başka birini mi bulmuştu?

Bahçeden çıkmadan önce eve dönüp ayakkabılarımı giydim. Montumu üzerime geçirip, evin anahtarını ön cebime koydum.

Kadın yeniden görüş alanıma girmişti, ama en az on adım uzaklaşmıştı ve bu yüzden bende koşmak zorunda kalmıştım. Koşarken koyu asfaltın üzerine damla damla iz bırakan açık kırmızı kanlar kadının gittiği yöne doğru uzanıyordu. Her ilerleyişim de kanlar çoğalıyor su gibi yayılıyordu. Kadın uzun bacaklarıyla öyle hızlı yürüyordu kibir adımı insanların üç adımına eşitti.

Yavaşladım. "Hey, bekle..."

Başını yavaşça çevirip omzunun üzerinden yüzüme baktı. İşte o an kim olduğunu hatırladım.

"Susan?" dedim, şaşkınlıkla. İfadesiz yüzü sanki adını söylediğim için bozulmuştu. "Büyük anne?" İkinci seslenişim onun lehine değişince dudakları gülümser gibi kıvrıldı, ama bir saniye kadar sürmüştü. "Yaralısın," dedim, hala yürümeye devam ederken.

Başını eski yönüne çevirdi ve yürümeye devam etti. "Benimle gel, çocuğum." dedi. Genç göründüğü için bana böyle hitap etmesi tuhafıma gitmişti.

"Nereye?" Onun asırlar evvelinden öldüğünü biliyordum, hatta bunun bir rüya olduğundan da şüphelenmiyor değildim, ama kısa bir süre öncesine kadar Alain ile beraber olduğumuzu hatırlayınca şuan da yaşadığım şeyin gerçek olduğunu düşünüyordum. Bir yanım durmak istese de diğer yanım devam etmemi istiyordu.

"Takip et beni, Mihrap." Dedi derinden gelen bir sesle.

"Ne?" Diye fısıldadım, ikinci ve hiç kullanmadığım adımı söylediği için şaşırmıştım. Bu isim nüfus kağıdım da hakkı verilmeden yer alırdı. "Susa- Büyük anne, nereye gittiğimiz söyle. Çok kanaman var, bırak da yardım edeyim."

Cevap vermedi. Bileklerinden su gibi akan kanlar, bana vanası bozulmuş bir musluğu anımsatmıştı. Şarıl şarıl dökülüyor, aramızdaki mesafeyi kırmızıya buluyordu. Bir süre sesimi çıkarmadan yürüdüm, nedense bir şey söylememi, itiraz etmemi engelliyordu. Kol küreklerimin ortasına saplanmış bir yumruk sayesinde durmadan ilerliyordum. Merkezden çıkıp, orman yolun girdiğimizde, Susan duraksadı ve bir kaç saniye sonra bana döndü. Bu anı hatırlıyordum, gündüz rüyamda görmüştüm burayı ve yüzü karanlıklar içinde olan kadın da usandı.

"İlerlemen gerek." Parmağını sola, karanlık ormana uzattı. "Orada, " Dedi. "Git ve onu kurtar." Göğsümün ortasında çılgın bir gümbürtü yükseldi. "Sakla onu," Dedi gözlerini içimde sakladığım pusulama dikip. "Bundan sonra kim olduğunu daha iyi anlayacak ve o yolda ilerleyeceksin. Kimsenin seni durdurmasına izin verme." Yanan gözlerimle onun kan revan olan elbisesini süzdüm. Bileklerindeki kan durmuştu. "Onun için bile." Diye ekledi, koyu iri gözleriyle buluşunca. Kimden bahsettiğini, sebebini bilmediğim bir içgüdüyle anlamıştım. Alain'i kastediyordu.

"Seninle konuşmam gerek. Merak ettiğim çok şey var." Dedim, Susan gitmeye yeltenirken. Ve bu atağım onu durdurmuştu.

"Bilmediğim çok şey var çocuğum. Fakat önünde uzun bir zamanın var, elbet öğreneceksin." Kirpiklerimi kırpmaya bile vakit bulamadan, Susan'ı dibimde buldum. Burun buruna gelmemize üç dört santim vardı. "Kanım sana yol gösterecek," Dedi, sağ elimi alıp avucuma küçük bir çeltik atarken. Acısı inlememe neden oldu. Yarası açık olan ve hala kanayan avucunu avucuma yapıştırdı. Damarlarıma hızla yayılan o yabancı dalga, hissettiğim gizil bir güçle gözlerimin kapanmasını sağladı. Derin derin nefesler alarak, atar damarımı çatlatırcasına titreten hissi kontrol etmeye çalıştım. Susan'ın avucumdaki ağırlığı erirken gözlerimi endişeyle açtım.

Yoktu.

Olağan üstü bir esinti etrafımı sararken, kulaklarımda siren sesleri çaldı. Sonrasında hayalet bir çığlığın "İlerle." Deyişi yükseldi zihnimde. Ayaklarım sanki beynimin kontrolü dışında hareket ediyormuş gibi ilerlemeye başladı. Karanlık ormana girer girmez bir şey beni içe doğru çekip, adımlarımı hızlandırdı. Bu yaşadıklarımın gerçek olmasını diledim. Çünkü Asena'ya bu kadar yaklaşmışken elim boş uyanamazdım, uyanmamalıydım.

Kalın çalıların arasından geçerken, bedenime sarmaşık gibi dolandıklarını hissediyordum. Onları gelişi güzel itekleyerek yoluma devam ettim. Patikaya hala ulaşamamıştım. Ne tarafa doğru gittiğimi bile bilmiyordum. Bir an telefonumun ışığını açmayı düşündüm ancak evde unuttuğumu hatırladım. Bununla birlikte, aklıma Alain düştü. Şuan ne yapıyordu? Bike ile eve dönmüşler miydi? Benim yokluğumu mutlaka fark etmişti. Ama böyle olması daha iyiydi, onu bu işe bulaştırmamalıydım. İçgüdülerim kendi işimi kendim halletmemi emrediyordu.

Çok yaklaşmıştım. Göğsümde daha önce hiç yaşamadığım bir güç sızıntısı hissettim. Coşkulu bir sızıntıydı, insanı yüksek bir köprüden aşağı atlamasına teşvik eden bir cesaret veriyordu. Mesela şuan karşıma çıkacak olan ilk düşmanımın üzerine hiç düşünmeden atlayıp, kafasını acımadan koparabilirdim. Bu bana.... Aniden sarsıldım. Zevk mi verirdi? diye düşündüm içimden. Aklımdan geçenler beni şaşırtmış ve korkutmuştu.

Ormanın ıslak ve ağır soğukluğu kemiklerimi dondururken, kafamın içini istilaya uğratan karmaşık düşüncelerimle boğuşmaya devam ediyordum ve patikayı geçtiğimi bile fark etmemiştim. Kısa ve keskin bir iç çekişle arkamı döndüm, epeyce uzağımda kalan patika yola baktım. Ağaçların tepesinde uğuldayan baykuş sesleri git gide artarken, karanlık yol büyüklüğe uğradı. Üzerime devrilmeye hazırlanan bir gölge gibi devleşti. Panikle arkamı dönüp koşmaya başladım.

Öyle hızlı koşuyordum ki, bir kaç kere takılıp yere düşmüştüm.

Ormanın derinliklerinde olmalıydım, çünkü uğuldayan hayvan sesleri bunun yüzde doksan kanıtlıyordu, ayrıca gökyüzünü de göremiyordum, tek ışığım ağaçların arasından sızan ay ışığıydı. Ama o bile cılızdı.

Boynumda ağırlığını hatırlatan pusulamı çıkarıp elime aldım. Koşmayı bırakmıştım. Pusulanın kadrajı yavaşça döndü ve kuzey batıda sabitlendi. Gözlerimi üzerinden ayırmadan gösterdiği yönde koşmaya devam ettim.

Yaklaşık bir yirmi dakika sonra, yavaşladım. Dizlerim çok acıyordu. Karanlıktan kör olan gözlerimi elli metre uzağımda duran şatoyu andıran gri taş binaya sabitledim. Kaşlarımı çatıp yüzümü buruştururken, göğsümdeki o yeni duygu bombası patladı. Yine aklımdan kötü kötü düşünceler ayaklandı. Onları durduramayacağımı düşündüm ve yine korktum. Kendimden korkmak alışık olmadığım bir duyguydu. Islak çimenlere gömülü olan ayaklarımı kıpırdatmadan önce görüşümün yetileri biraz daha netleşti ve soğuk şatonun arkasındaki hale dikkatimi çekti. Işığı sağ tarafımdan vuran dolunayın etrafında yansıması gerekirken, şatonun arkasında yansıması çok garipti. Burada mutlak ki bir sihir dokunuyordu. Bir büyü.

Pusulayı bluzumden içeri atarken, "Şatoya doğru ilerle!" Dedi aynı fısıltı, ama bu sefer daha keskindi dili. Emrine yine içgüdüsel olarak itaat ettim. Asena'nın orada olduğuna inanıyordum ama neden içimde o tanıdık Sima'msı refleksler yoktu? Neden sakince ilerliyordum? Tehlikede olduğumun farkındaydım ama pusulamın uyarı vermemesine şaşırmıştım.

"Merdivenlerden çık." dedi aynı ses. Bu sesin kime ait olduğunu aslında başından beri biliyordum, ama şimdi ki seslenişi kim olduğunu daha çok belli ediyordu. Ellerimiz birbirine değdiği an, kanımız birleşmişti ve Susan'ın benimle daha iyi iletişime geçmesini sağlamıştı. Kanımdaki gücü hissedebiliyordum, ikiye katlanmıştı. Bir an büyük annemin beynimi ele geçirdiğinden bile şüphelenmiştim.

Eni neredeyse yirmi metre genişliğinde olan taş merdivenlerin basamaklarını elli adımda aştım. Burası öyle soğuk ve kasvetliydi ki, düşmanımın inine düştüğümü hissedebiliyordum ve bu da bana cesaret veriyordu. Beynimin içi vızıl vızıl yanarken, kalbimde bir tıkanma hissettim, alyuvarlarım da ki oksijenin tükenip, kanımın kuruduğunu sandım. Tabii ki böyle bir şeyin mümkün olmadığını biliyordum, yani an itibariyle. Sadece fırtına öncesi sessizlikti benimkisi; her zamanki gibi. Derin derin nefesler alırken, topuklarımdan bacaklarıma ve mideme oradan da gövdeme taşan acılı cesareti beynimde topladım. Bu his beni olduğumdan bambaşka birine dönüştürdü. İçimden yüksek ses bağırma istediği geldi. Düşmanımın adını haykırarak telaffuz etmek istiyordum, ona kendisini öldürmeye geldiğimi söylemek ve kışkırtmak istiyordum. Ama bir yanım bunun düzgün bir hareket olmadığını söylüyordu.

Önünde durduğum dev demir kapıyı ihtişamından ötürü şaşırarak birkaç saniye öylece bakakaldım.

Öyle uzun ve genişti ki bir binanın ikinci katının yüksekliğiyle eşitti. Gözlerim aşağı doğru düşerken, dev kapı kuru gürültüyle açıldı ve karanlık, derin bir çukur gibi önüme aktı. Kapıyı kimin açtığını görmek için başımı eğer gibi oldum ama hemen geri çekildim. Bir süre birilerinin çıkmasını bekledim ama kimse dışarı çıkmadı. Kapının kendi kendine açılma olasılığıyla ve birinin açıp kaçma olasılığı arasında kaldım, ama ikincisini hemen eledim.

İlk adımımı temkinli bir şekilde atarken, cesaret dolu yanım esnek duvarlarımı zorluyor, açığa çıkmak istiyordu. Zifiri karanlığa girer girmez kapı öyle gürültüyle kapandı ki bir an kalbimin yerinden fırladığını sandım. Karanlık yavaş yavaş kırılırken çıkışa panikle dönen bedenimi çevirip, nereden geldiğini bilmediğim ışığın aydınlattığı merdivenlere baktım; tırabzanları tahtadan görünüyordu ama emin değildim, fakat basamakları kesinlikle taştandı. Neden burası baştan aşağı griydi?

Başımı yukarı kaldırıp bana sonsuz bir boşluk gibi gelen derin tavana baktım; düzdü ve diğer her şey gibi griydi. Avize ya da küçük bir lamba bile yoktu. İyi de burayı aydınlatan şey neydi?

Arkamda atılan çığlık tüm sorularımı rüzgar gibi aldı götürdü. Ne olduğu belirsiz sesler iki saniye sonra etrafımda çoğalıp cevapsız olan sorularımı büyük kanatlarının yardımıyla üzerime savurdu. Sorularım başıma yıkılırken, şok içerisinde tepemde ve etrafımda dört dönen dev yarasalara baktım. Dehşet içerisindeydim. Neredeyse çıplak avlunun dörtte ikisini saran bu yaratıklar, yüzlerinde gülümsemeye benzer bir ifadeyle suratıma doğru kahkaha atıyorlardı. Ya da bu sadece çığlıktı ama bana kahkaha gibi gelmişti. Kara bir tül gibi görünen kanatlarını hızlı hızlı kırpıyor, dans edercesine uçuyorlardı. Sonra bir grup yarasanın merdivenlere doğru, şapkasız bir ok işareti yaptıklarını fark ettim. Kırmızı iri gözlerle bana bakıyorlardı, sanki hareket etmemi bekliyorlardı. O an da sert bir sarsıntı geçirdi beynim ve nerede olduğunu daha sağlam algıladı. Yüreğime yerleşen ansız bir korkuyla, beni ele geçirmeye çalışan hayvansı kişiliğim diretmeye devam ediyordu.

Bir karar vermeliydim. Ya bu çıkmaz sokaktaki duvardan atlayıp kaçacaktım ya da direnip düşmanlarımın üzerine doğru koşacaktım.

"Başarabilirsin!" dedi büyük annem. Bu nasıl bir şeydi ki sesini duyduğum an düğmesine basılmış bir robot gibi harekete geçiyordum. Beni yönlendiriyordu sanki, ama içten içten istediğim şeyler adına yönlendiriyordu. Kulağımda yankılanan taze fısıltısı, ne yapmam gerektiğini söyleyerek mantığımı uyandırıyordu. Düşmanımın çirkin elçileri beni hevesle yanan alev gözlerle beklerken, omuzlarımı dikleştirdim ve ilk adımımı attım.

Kara merdivenleri çıkarken yarasalar bana kahkahalarla eşlik etti. Benimle alay ediyor ve küçümsüyorlardı. Hiçbirinin insan hallerini merak etmiyordum, benim hakkımda ne düşündükleri ise umurumda değildi. Umurumda olan tek bir kişi vardı. Altıncı hissimi bile uçurumun dibinde bırakan olağanüstü yabancı bir his Asena'nın çok yakınımda olduğunu söylüyordu. Bu merdivenin sonunda bir yerlerdeydi o.

Attığım adımları saydım, kırk basamağı arşınlamıştım.

Yarasaların bir kısmı gözden kaybolurken diğer kısmı etrafımı etten bir çember gibi ördü. Hepsi eriyen bir cisim gibi değişim geçirirken birinde takılı kaldı bakışlarım. Kara kanatları siyah bir tülden, siyah bir sise dönüştü ve gerçek görüntüsü ortaya çıktı. Bir dişiydi. Saçları kısa ve sarıydı, gözlerinin rengi düşündüğüm gibi değişmemiş hala kırmızıydı. Teni kireç kadar beyazdı. -Bana ormanda saldırıya uğradığımız gece öldürdüğüm vampiri hatırlatmıştı- Tamamen siyah giyinmiş olduğunu sandığım sırada, aslında bedenini örten bir parça kıyafet değil de, ince kanatları olduğunu fark ettim. Kanatlarını vücuduna yapıştırmış onlarla bir bütün olmuştu.

Etrafımdaki vampirlerden tıslamaya benzer sesler yükselince hepsi aynı anda hareketlendi. Hemen sonra bunun bana karşı bir tepki olduğunu anladım.

"Frank seni bekliyor." Dedi, hala ona bakmakta olduğum vampir. Küçük ve keskin hatları olan yüzüne, büyük gelen gülümsemesi eşliğinde, elini ilerlemem için uzattı. Kulakları ve çenesi sivriydi, tıpkı etrafımı saran diğerleri gibi. Alain, Frank'in askerlerinin *Varacolaci türünden geldiğini söylemişti. Sanırım bu türün vampirlerinin görüntüsü böyle oluyordu. "Yalnız gelmekle akıllıca bir seçim yapmışsın." Diye ekledi, ben işaret ettiği yöne doğru yürürken. Hemen arkamdaydı. Bu sözünün altında yatan gerçekleri zihnimin içinde bir oturum başlatıp tartışacak kadar vaktim var mıydı bilmiyordum ancak içimden bir ses onlarla ortak bir bilgiyi paylaştığımı fısıldıyordu.

"Korkmadığım için olabilir mi ?" Dedim katı ve düz bir sesle. Omuzlarımı dikleştirdim ve içimdeki ufak, rahatsız edici korkuyu ezmeye çalıştım. Buraya tek başıma gelmiştim ama Alain'i atlatmaya çalışsam bile başaralı olacağımı sanmıyordum. Deneyecektim, rüyalarım çözüm yolunu bana gösterdikleri an ona söylemeden gizlice yola çıkacaktım. Ama şimdi bu oyunu oynamama bile gerek kalmamıştı. İyi de neden rüyalarımda değilde ayıkken büyük annem ortaya çıkıp bana yolu göstermişti?

Kabuslarım dışında hiç... Tabi ya! Son kabusumda Vultur, Alain'i öldürmüştü ve bana süremi sunmuştu. Rüyalarım kabuslarım ile köprü görevi görüyordu ancak Alain saf dışı kalırsa Asena'nın yerini bulabilirdim. Alain kapıdan dışarı çıkar çıkmaz bağlantımız kopacaktı ve yalnız kalacaktım, kabusumda da evde yalnızdım. Alain, Bilge'nin peşinden gitmişti.

Şimdi her şeyi daha net bir şekilde anlıyordum. Alain yanımda hiç ayrılmadığı için düşüncelerim kendime ait olmuyordu. Zihnimin yarısı onunla doluydu, ama o gidince ve o kısacık bir zaman diliminde rüyalarım ete kemiğe bürünmüştü. Doğal olarak düşmanlarım beni yalnız istiyordu. Arkamdaki koruyucuyum onların gözünde yenilmesi zor bir yemdi.

"Soldaki kapı." Dedi bir diğer ses. Bu seferki erkekti. Çok eskilere dayandığı belli olan bu çıkıntılı taş duvarların özenle oyulmuş bölgelerine turuncu ışıklı aplikler yerleştirilmişti. Duvarlar bana eski Roma dönemini anımsatmıştı. Ve burası karanlık, eni belli olmayan bir koridora benziyordu.

"İlerle."

Dişlerimi gürültüyle gıcırdattım. Bir jilet gibi olan emrivaki sözlerindeki harfleri elime alıp, bedenlerini parçalamak istiyordum. Öyle nefret doluydum ki acımasızlığım merhametli yanımı diri diri yakmıştı. Yaratıcıdan sabır dilerken zihnimdeki ruhsuz kuytularıma sığındım, sağlıklı bir insanın bile girdikten sonra yalnızca delirip çıkabileceği, kör beyazı odalarım vardı benim.

Yürüdüğümüz karanlık koridorun sonuna yaklaşırken, aydınlık gözlerimi kamaştırdı. Ters 'U' şeklinde büyük bir açıklık vardı, yılan gibi parlayan bir taş köprüye bağlanıyordu. O köprü ise hemen karşıda aynı 'U' şekliyle açılmış olan tünele bakıyordu. Köprü aynı filmlerdeki Şatolara giriş olanağı sağlayan tarihi köprülere benziyordu, eşit aralıklarla sağlamlaştırılmış demir halatlar iki binaya tutunuyordu ama hepsi bu kadar da değildi; beni şaşırtan ikinci şey ise köprüden geçerken aşağıda gördüğüm siyah göldü. Yani göle benziyordu. Baya uzaktaydı ama yakındaymış gibi ürkütücüydü. Daha sonra gözlerimi yukarı diktiğimde gökyüzüyle aramı kesen demir çubukları gördüm. Yan yana sıralanmışlardı, bir kaç yarasa ise pençelerini demirlere geçirmiş, başlarını eğmiş bize bakıyorlardı. Bir an için elimi kaldırıp onlara orta parmak işareti yapmak istesem de gözlerimi hemen eğip yaklaşmakta olduğum karanlık deliğe baktım.

Bir kaç adım sonrasında karşı binaya girdik. Duvarlardaki apliklerin cılız ışığıyla yolumu görmeye çalışarak yürüdüm.

Rönesans devrinde kalma desenleri andıran üç metrelik demir kapının yanında iki tane erkek koruma duruyordu. Neden herkes siyah giyinmişti? Çok göz yorucu ve sinir bozucuydu.

"Açın." Dedi, adını bilmediğim ve bilmekte istemediğim sarışın yaratık. Bir gün tanımadığım birinin sesine tahammül edemeyeceğim aklımın ucundan bile geçmezdi, ama o kişinin düşmanımın soyundan olduğunu göz önünde bulundurursam bu tahammülsüzlük akla yatkın geliyordu.

Kapıdaki ucubelerden biri beni şüpheyle süzdü, diğer ise aldırmıyormuş gibi görünüyordu. Yüzlerine istemeden de olsa dikkatle baktım, sanki hepsi kardeşti, bu kadar benzer olmaları şaşırtıcıydı.

"Vultur'a haber verelim mi?" Dedi, kapının sol tarafında duran adam. Birden kalbim attı ve hepsi göğsümden çıkan gürültüyü duyunca alay eder gibi tısladı.

"Gerek yok." Dedi, bu iş bittikten sonra parçalamak isteyeceğim sarışın. Adamlar başlarını bir kere eğdi ve ikisi de kendilerinden tarafa bakan kapı kollarından tutup, demir kapıyı içeri doğru iteklediler. Nefret içimde körüklendi, kaba bir gürültüyle kalbimin kanlı lavlarında yarıklar açtı ve küçük küçük sızıntılarla dışarı çıktı. Bu büyük bir hazır oluş olsa da yaşadıklarımı tam olarak benimseyemediğim için düşmanımla saniyeler sonra yüzleşecek olmamı tamamen kötü şansıma teslim ettim. Neler olacağını bilmiyordum ve çalışmadığım yerlerden çıkacağından emindim. Ama yine de kubbeleri derin ve mimarisi çok eskilere dayanan bu zengin, ışığı yetersiz, kasvetli taş odaya girdim.

Oradaydı. Saat beş yönünde. Ellerinden tavana asılmıştı, saçları karışmış ve bir kaç tutamı yüzüne düşmüştü. Üç gün önce giydiği giysileri hafiften kirlenmiş görünüyordu ama bunun dışında bedeninde herhangi bir yara belirtisi yoktu. Bu içimi bir nebze rahatlatsa da, onun bu hale gelmesine sebep olan o canavarı öldürmeden içimde ki ateş sönmeyecekti.

Derken "Gördüğün gibi, kuzenin hala sapa sağlam." Dedi yabancı bir ses. Gözlerim hızla etrafı taramaya başladı. Odanın uzağında, tam karşımda yüzeyi kırmızı ve kenarları altın işlemeli olan bir koltuk vardı. Yüksek taş platformun üzerine sabitlenmiş gibi görünüyordu. Hemen arkasındaki duvarda çok parlak bir ayna vardı, çevresine güneş ışıklarını temsilen oyularak şekil verilmiş dalgalı çıkıntılar vardı. Sanırım imparatorluğu temsilen oraya asılmıştı. Hemen üstte ise yuvarlak bir pencere vardı, tam hizasına denk gelen dolunayın gümüşi ışığı içeri sızıyor kasvetin rengini çatlatıyordu. Duvarlarda ve derin kubbeli tavanda çok eski dönemlere ait duvar resimleri vardı. Kubbenin ucuna doğru giderek karanlığa gömülen 14. yüzyıla ait olan o resmi tanıyorum; Michelangelo Buonarroti - Ademin yaratılışı adlı eseriydi. Oda da altı tane kalın kolon vardı hepsi gölgeler arasında kalıyordu ama yalnızca birinden o yabancı ses yükselmeye devam ediyordu.

"Kendini göster." diye hırladım. Sesim kısıktı ama baskındı. Göğsümde ki alev çoğalmak için hazır ol da bekliyordu. Çoğalıp tüm bedenimi yakmak ve alevlerini dışarı püskürtmek istiyordu.

Şimdi içimde merhamet yoktu. Üzülmek, acımak, affetmek yoktu. Sınırları zorlayan bir kin, o sınırı aşmak için tırnaklarıyla duvarları tırmanan vahşi bir nefret vardı. Düşmanım gölgelerin arasından çıkarken içimde ki gizli hayvan sessizce kükredi. Rüyamda, kulaklarımın zarını patlatan ulumalar ve kükremeler beynimin kıyılarından ateş denizine atlamak için bekliyorlardı.

Gölgeler geriye doğru çekildi ve şeytan öne çıktı. Haftalar önce kabusumda gördüğüm o yüze ikizi kadar benziyordu. Kırmızı ve yeşil karışımı gözleri, parlak oval yüzüne nazaran çok daha çarpıcıydı. Gerilmiş dudakları ve sivrilmiş dişleri, çekilmiş kırmızı damaklarını ortaya çıkarıyordu. Adımları temkinli ve ihtiyatsızdı. Sanki hayatında ilk kez insan görmüş gibi bakıyordu, ya da ilk defa uzaylı görmüş bir insan gibi. Ama kesinlikle itici bir merakla örülmüştü yüzü. Ben arada bir Asena'ya bakıp durumunu kontrol ediyordum. Bana bakıyordu. Yüzünde umut ve onda görmeye alışık olmadığım bir acı vardı. Bu acı burada olup işkence çektiği yüzünden değil de sanki başka bir şey içindi. Bir türlü çözememiştim. Ama çözecek zamanım yoktu. Beni tepeden tırnağa merakla süzen düşmanıma odaklanmalıydım.

Ona döndüm. İnanamıyordum, onca zaman yüzleşmek istediğim kişi şuan karşımdaydı ve bu çok tuhaftı. Nefretim dolu bir gerçekliği vardı. İntikam ve hakikatin ateşle harmanlanmış kuru nefesini hiddetle soluyordum.

"Sensin ?" Dedi dairesel hareketlerle ilerlerken. Taş platformun önünde durdu, parmaklarını birbirine geçirdi. "Mucize gibi." Ses tonunda garip bir ritim vardı, ama kesinlikle düşmancaydı.

"Korkuyor musun ?" Diye mırıldandım. Bu sanki kendime sorduğum bir soruydu ama onun gözlerinin içine bakıp sormuştum. Neden böyle bir şey söylediğime anlam veremesem de, konuşmayı sağlam bir replikle başlatmıştım.

"Korkmak ?"

Yarı alay ve yarı ciddiyet kokan sorusuna cevaben bir şey düşünürken kolonların arkasında ki gölgelerden bir hareketlenme sezdim ve yalnız olmadığımızı fark ettim.

"İşte buradayım." Dedim, ellerimi iki yana hafifçe açıp. "Karşındayım."

"Görüyorum." Birkaç adım daha atıp aramızdaki mesafeyi kapatma girişimine başlamıştı. Gölgelerden yükselen kısık hırlamalar, şeytanın karşımda dans eder gibi ritim tutan kelimeleri gardımın düşmesini ümit ediyordu. Beni sıkıştırmak ve işimi çabucak bitirmek için sabırsızlandıklarını biliyordum ama pes etmeyecektim.

"Seni hayal kırıklığına uğratmak istemem ama dönüşmüyorum." dedim, sağ ayağımı iki derece kaydırırken. O da benimle birlikle hareket etti ve bu sözüme nazaran gülümsedi. "Kuzenimi serbest bırak." Kaygan zeminin üzerinde kayar gibi Asena'ya doğru hafifçe süzüldüm. Asena'ya bakıp, iki saniye alıcı gözüyle süzdü. Ona öyle bakması nöbet tutan öfkemi dişlemişti.

"Ah güzel Asena. " dedi ona bakmaya devam ederken. "Zavallı öfkesi ve inadına yenik düşen asi kuzeni yüzünden ne hale geldi." Kısık gözlerle bana baktı. "Sana yaptığı onca iyilikten sonra ona verdiğin karşılık bu mu?"

"Bizim hakkımızda hiç bir şey bilmiyorsun." diye çıkıştım. Başını yere doğru eğer gibi oldu, hala gülümsüyordu.

"Yanılıyorsun, Kurtlan." Türümü ağzına sanki ilk defa almış gibi bir izlenim yarattı. "Babana bu konuda minnettarım doğrusu, yetersiz aklı onu ele her şekilde veriyordu." Kirpiklerinin altından bakıp, "Üstelik onun zayıf bağlılıkları." dedi. Nefesim dengeyi bozdu, güçlü bir dalga tam şah damarıma vurdu. İşte o anda öfkem nöbetinden kaytardı.

"Babamı ağzına alma. " Diye gürledim bir anda. Dişlerimi ortaya çıkarmış, gözlerimi sonuna kadar açmıştım. Yanıyordum, gerçekten dönüşecekmişim gibi hissediyordum. Öyle çok titriyordum ki boynumdan akan terler düşerken sallanıyordu. Frank, geçirdiğim sarsıntıyı görür görmez gölgelere baktı, sanki onların hazır olup olmadığını kontrol ediyordu. "Eğer ondan bir daha bahsedersen seni öldürürüm!"

"Ah," dedi alay eder gibi. Bana doğru yürümeye başladı. Kaşlarımı çattım ve elimde olmadan bir adım geriledim. "Buraya zaten kuzenini kurtarmanın yanı sıra beni öldürmeye gelmedin mi ?" Doğruydu. Eninde sonunda canını almak için canımdan olmaya bile razıydım. Ama önce onun nefesini çalmalıydım.

"Gözlerinin tılsımlı olduğunu pek ala biliyorum, ancak nasıl kullanacağını bilmemen beni hayal kırıklığına uğrattı. Hak verirsen atalarını yakından görme şerefine nail olan biri için büyük bir hüsran."

"İyi cümleler kuruyorsun." dedim, Asena'nın olduğu tarafa doğru kaçak bir adım daha attım. "Ama bana işlemez."

Kuru bir kahkaha attı, bu yüzümün ekşimesine neden oldu.

"Sende bana ait olan bir şey var." Dedi aniden asıl amacını ortaya koyup. "Eğer onu verirsen,"

"Bağışlar mısın ?" Diye lafını tamamladım. Başını onaylarcasına salladı. Yine bir kaç adım atıp onunla mesafeyi açtım. Şimdi bizi ölü bakışları eşliğinde endişeyle izleyen kuzenime daha yakındım. "Kusura bakma ama senin affına ihtiyacım yok. Ayrıca bende sana ait olan bir şey de yok. Onu atalarım elleriyle kutsadı." Son sözüme şaşkınlıkla takıldı. "Bilmiyorsun tabii. Yakın bir zamana kadar geçmişe doğru ufak bir yolculuk yaptım." Dedim burnum havada bir ifadeyle.

"İlginç." Birbirine kenetlenen ellerini çözdü ve arkasında birleştirdi. "Demek ölüm büyüsü yıllar sonra yeniden birinin üzerinde denendi. Üstelik senin üzerinde." Büyüyü biliyordu, tabii ki biliyordu. Gizli saklı, zararlı ve yasaklı olan her şeyi böylesine bir hilebazdan başka kim bilecekti ki... Buraya gelmeden önce onunla bu şekilde konuşacağımı hiç düşünmemiştim, onun böyle hastalıklı bir kibarlık içerisinde beni öldürmeye çalışacağını. Vahşice saldırır sanmıştım.

"Kolyeyi asla alamayacaksın!" dedim, artık tam anlamıyla Asena'nın yanına varmıştım.

"Baban da öyle demişti. " Bana doğru iki adım attı. "Ama çırpınışlarının işe yaramadığını anlayınca ölmemek için yalvardı. Bu çok acıydı." İkazıma rağmen dilinden dökülen cümleler bam telimden vurmuştu. Büyük annem beynimin içinde bağırmadan evvel, ona doğru adım attım.

'Şimdi değil.' dedi, emir verircesine. 'Bekle.'

Gözlerimi sımsıkı kapattım ve arka dişlerimi birbirine bastırarak sürttüm.

"Çok çabuk sinirleniyorsun. Tıpkı baban gibi." Sakinleşmem gereken dozu içime yeterince çektikten sonra göz kapaklarımı yukarı azat ettim.

"Ona benzediğim için gurur duyuyorum." Dedim. Ben bile babamın adını ağzıma almaya kıyamazken, bu ucube onun adını aşağılayarak telaffuz ediyordu. "O bizi korumak için kendini feda etti." Boğazıma aniden oturan yumruya içimden küfrettim ve yutkunarak onu aşağı ittim.

"Sen öyle san, küçük kız. Baban sizi kendi yanlışlarına kurban etti. Ceremesini ailesine çektirdi."

"Yalan konuşma." diye bağırdım. Öyle hiddetli bağırmıştım ki, boğazım acımıştı. "Babam hakkında tek kelime dahi duymak istemiyorum. Senin gibi bir iblisin kanlı ağzına yakışmıyor benim babam." Yumruklarımı sıkmış, kollarımı ona doğru kaldırmıştım. Susan'ın emrini çiğneyip her an saldırmaya hazırdım.

"O yüzden sözde çok sevdiği karısını, çocuğunu terk edip koşa koşa ayaklarıma kadar geldi. Elinde tuttuğu sahte kolye ile beni kandırmaya çalıştı," O da bağırıyordu. Ses tonu tıpkı parçalanmış gibi çıkıyordu. "Ama canıyla ödedi. Öleceğini zaten biliyordu. Baban o kadar aptal bir adamdı ki, tüm bu imparatorluğu ele geçirme şansı varken o, kaderini kabul ederek yok oluş fermanını imzaladı. Baban iradesi zayıf bir adamdı."

Yumruklarımı iki yana savurup "Yeter artık!" Diye haykırdım, bedenim ondan tarafa eğilmişti.

"Karısını seven sadık adam! Ne kadar da romantik." Gözleriyle gölgeleri kontrol ettikten sonra bana doğru iki üç adım attı. "Babanın iradesi o kadar zayıftı ki anneni kolayca aldattı."

Acıdan buruşmuş yüzüm aniden asılırken, bakışlarım parlak zemine takılı kaldı. Bulunduğum yer ömrümde ikinci defa yıkıldı ve ruhumu kapkara bir mahzene düşürdü. Boğulur gibi elimi boğazıma götürdüm. Kirpiklerimi bir kaç kez kırparak donup kalan bakışlarımın işlevini yeniden kazanmaya çalıştım. Doğruldum ve içime çektiğim nefesi gürültüyle boşalttım.

"Senin bir erkek kardeşin var." Dedi. "Bir ağabeyin."

İnkar ettim. "Yalan söylüyorsun." Ama neden yalan söylüyormuş gibi gelmiyordu? Niye içimde rahatsız edici bir his bu pisliğin doğru söyleyebileceğini var sayıyordu ?

"Bana inanmaman doğal tabii. Peki ya " Başıyla Asena'yı işaret etti. "Onun ağzından duyarsan? O zaman inanır mısın?" Başımı şaşkınlıkla Asena'ya çevirdim. Aslında şuan da en ufak bir boşluğumda beni indirebilirlerdi ama kuzenimin bu söyledikleriyle bir ilgisi olduğunu ima etmesi beni gafil avlamıştı. "Sana Daniel'den hiç bahsetmemiş olması ne büyük bir ihanet."

"Daniel?" Dedim, bir yeni şaşkınlıkla daha. Bu ismi yakın zamanda duymuştum. Asena'nın yardım ettiği eski arkadaşıydı. Tüm risklere rağmen ona yardım ettiği suç ortağıydı. "Asena?"

Yüzünü saran kızıl saçları arasından yorgun bakışlarını bana çevirdi ve acılı bir kederle, "Üzgünüm..." dedi. Kurumuş dudaklarından dökülen üç hecenin her bir harfi beynimde ayrı ayrı şiddetli darbeler yaşattı. Doğru olamazdı, babam asla ve asla böyle bir çirkinlik yapmazdı. Anneme bunu yapmazdı, onu deli gibi seviyordu. Canından çok, canını verecek kadar çok seviyordu. Ama tüm bunların dışında, Asena'nın bu gerçeği bilip de benden saklaması bana hayal kırıklıklarının en büyüğünü yaşatmıştı.

"Aile dramlarına ilgimin olduğunu inkar edemem ama sanırım asıl konumuza dönsek iyi olur." Dedi, her şekilde hayatımızı alt üst etmek için çabalayan şeytan. Ona döndüm, kararmış bakışlarımı gözlerine diktim. İğrenç varlığının tarafımdan hiç bir değeri yoktu, ölümü benim için ödül olurdu. Ve şimdi o ödülü almamın tam sırasıydı.

"Babama sevgilerimi iletmeni arzu ediyorum." Dedim. Göğsümde, saniyesinde kulaklarıma kadar vuran bir patlamayla ona doğru haykırarak koştum ama nereden geldiğini bilmediğim bir güç, karnıma yumruk gibi çarptı ve beni geldiğim yöne doğru uçurdu. Sırtım Asena'nın gövdesine şiddetle çarptı. O bağırırken ben çoktan yere kapaklanmıştım. Avuçlarımdan destek alırken hırlayarak başımı kaldırdım ve şeytana baktım. Yalnız değildi, yanına bir dişi şeytan daha dahil etmişti. Beline kadar uzun, bukleli sarı saçları vardı. Yuvarlak kırmızı gözleri üzerimdeydi. Sanırım üzerimde güç kullanan oydu.

"Aşkım, sanırım bir daha ki sefere hedefi şu duvara fırlatırsan daha yerinde bir hamle olur."

"Tabii ki." dedi kadın kırmızı dudaklarıyla gülümseyerek. "Bu benim için büyük bir zevk olur."

Ayağa kalkıp, Asena'nın omuzlarından tuttum ve bir şeyi olup olmadığını sordum. Duvar ona uzaktı, çarpmamıştı ama karnını içe doğru bükmüştü. "Ben iyiyim." Diye inledi. Bir müddet emin olmak için gözlerimi onun üzerinde tuttum, emin olunca da omzumun üzerinden hırlayarak ikisine baktım. Gölgelerde saklananların suretlerini artık görebiliyordum, birkaç adım daha öne çıkmışlardı.

"Hadi," Diye bağırdım. "Çıksanıza. Çıkıp da, daha kendisini korumaktan aciz olan bu sahte efendinizi kurtarsanıza, ha!" Boğazımda ki damarlar derimi zorluyor, çok yüklendiğim için zonkluyorlardı.

"Cybill?" Dedi, kadına göz ucuyla bakıp. Cybill, kıkırdayıp elini havaya kaldırdı ve sonrada bana doğru bir şey fırlatıyormuş gibi bir hareket yaptı, keşke yapmaz olsaydı. Vücudumda ki kan akışı sanki aniden durdu, nefesim yavaş yavaş tıkanmaya başladı. Ne kadar oksijen çekmeye çalışsam da ciğerlerim için yeterli olmuyordu. Bir anda bedenim alev aldı ve göğsümde ki kolyem buz kadar keskin bir acıyla kalbimi yaktı.

Çığlık atma isteğim neredeyse çok yakındı.

Bir kaç gün önce içinde bulunduğum ölüm büyüsünün etkilerini yaşıyordum. Avazım çıktığı kadar bağırırken bedenim yere yığıldı. Sıcak terler tüm vücudumu suya girmişim gibi ıslamıştı.

"Kolye nerede?" Dedi, Frank. Sesi sanki kalın bir camın ardından geliyordu. "Söyle."

"Asla." dedim, cayır cayır yanarken. "İstersen şimdi öldür beni, ama kolyenin nerede olduğunu asla öğrenemeyeceksi-" Midem acılı bir kasılmayla dışa doğru çekildi, kaburgalarım ise içe doğru batıyor, sırtımdaki kemiklerime vuruyordu. Cadı bana her ne yapıyorsa, amacının öldürmek yerine acı çektirmek olduğunu biliyordum. "Kutsal kitaba sokacak başka anahtar bul." derken boynumda ki kolyemin çekildiğini hissettim. Ama büyüye karşı direniyor gibiydi. Elimi aniden gövdeme yapıştırdım. İki büklüm olduğum için ve diğer elimde karnımın üzerine olduğu olduğu için hareketimin yalnızca acı çekmemden ötürü olduğunu sanmışlardı.

"Demek nasıl kullanacağını da öğrendin ha..." Dedi kahkaha atarak. Çektiğim acı öyle dayanılmaz bir hale sürüklemişti ki beni, alnımı soğuk betona yapıştırıp öylece kalakalmıştım. "Canım, boğulacak. Biraz ara ver istersen."

"Aradığın şey onda değil zaten." dedi kadın, sesinde inanılmaz bir saygı vardı. Sanki efendisine daha iyi bir haber vermek istiyor gibiydi.

"Ziyanı yok canım."

Acı bedenimden yavaş yavaş çekilirken, başımı kaldırdım ve dizlerimin üzerinde doğruldum. Hayır, böyle kolayına yenilmemeliydim. Bir şeyler yapıp onu alt etmeliydim. Güçlerimi nasıl kullanacağımı bilmediğim için kendimi nasıl savunacağımı da bilmiyordum.

'Hatırla' diye fısıldadı Susan.

Sonra hiç düşünmediğim halde Alain'in yüzü gözlerimin önünde beliriverdi; acı içindeydi. Sanki nefessizlikten tıkanıyormuş gibiydi. Görüntüm değişmeden Alain'in bana söylediği o cümle zihnimin içinde yankılandı. 'Öfkenin verdiği ateşle sadece kendi vücudunu değil hedef aldığın kişileri de yakıyorsun. Gözlerin tılsımlı beni olduğum yere çiviliye bilirsin.' Kelimeler kurusıkı bir tabanca gibi kafamın içinde patlamıştı. Yapmam gereken şeyi artık biliyordum ama bunu hayata geçirmem için bu mahlukatlarla göz göze gelmeliydim ve belki temasta etmeliydim fakat bunu gerçekleştirmeliydim. İlk hamlemi ayağa kalkmakla yaptım. Daha sonra ikisinin de dikkatini dağıtmak için konuşmaya başladım.

"Yaşadığım kötülüklerin tüm sorumlusu bu imparatorluk. Ve biliyor musun Frank," Adını yüzüne karşı iğrenerek söylediğim de ifadesi titredi. "O kolyeyi benden alamayacaksın. "Omuz silktim. "Çünkü bende bulamadım. " diye yalan söyledim. "Ama emin ol bulduğum da bu koskoca imparatorluk yerle bir olacak." Konuşmaya ara verdiğim de adı Cybill olan kadın, Frank'in yanından uzaklaşıp, odanın en dip köşesinde ki sultan koltuğuna uzandı. Kırmızı elbisesi içinde dişi bir şeytan gibi görünüyordu. Kadın güzeldi ama bu onu iyi biri kılmıyordu.

"Çünkü soyun ve sen bu imparatorluk için büyük bir tehditsiniz. Duruma bir de şu açıdan bak, " dedi kendi etrafında volta atmaya başladı. Bu da benim planımı bozmaya yeterliydi ancak yine de pes etmedim. Onu durduracak cümleler kurmak zor olmazdı. "Nasıl sana karşı bir tehdit oluşturuyorum ve sende beni öldürmek istiyorsun, işte bu da tıpkı böyle bir şey."

"Sen babamı öldürdün!" diye katı bir sesle cırladım. "Onu bizden aldın." İşte bu söz onu durdurmuştu, ya da sesimin boğulur gibi çıkması ilgilisi çekmişti. "Bu durumu kan davasına çeviren sizdiniz."

"Hah! Kan davası mı?" Çamurlu gözlerini kocaman açarken, alayla sırıttı. "Şuan karşımda ne görüyorum biliyor musun? Tarihi araştırmadan, kendine bilgili süsü veren cahil bir kız çocuğu görüyorum. Ataların belanın önde gidenlerindendi. Yarattıkları o canavarlarla ne büyük bir kaos yarattıklarının farkında değillerdi. Doğru onları öldürdük, çünkü başka yolu yoktu."

"Peki ya babamı neden öldürdünüz? Bu zehri taşıyan insanları neden öldürdünüz? Dönüşmedikleri halde bunu neden yaptınız?"

"Ölmeleri gerekiyordu." Ses tonu yüksekti ve her cümlesinin bitiminde duvarlara yankıları vuruyordu.

"Korktuğun için," dedim kendimden emin bir tavırla. "Benden bile korkuyorsun." Kırışık yüzündeki soğuk gülümsemesi çarpıldı ve dudakları aşağı düştü.

"Senden korkmuyorum." dedi arkasında birleştirdiği ellerini ayırıp, siyah pelerini düzeltti. "Buna önlem gözüyle bak."

"Sen yalnızca kendini düşünüyorsun. Buraya bile hakkın olmadığı halde sahipsin. Sadece Kral sıfatına sahip olmak istiyorsun, çünkü sende biliyorsun bu şatonun sınırları dışında sefil bir hayatın olacağını. Korkuyorsun. İşte bu yüzden ödün patlıyor."

Hedefi belli olmayan bir kaç adım attı ve bakışlarını belirsiz bir yöne çevirdi. Gözlerinde asırların biriktirdiği gerçekler vardı; sevabı olmayan, günahlara ruhunu adayan bir şeytanın geçmişi alev saçıyordu. Söylediklerimin hepsinin doğru olduğunu o da bende biliyorduk İtiraf etmeyecekti, ama zaten bu hareketiyle sessiz cevabını vermişti.

"Bilmiyorsun çocuğum," Dedi şefkatsiz katı bir tonla. Ondan şefkat beklemiyordum tabii ki, sadece çocuğum demesi ağzında yer edinmeyecek kadar uzaktı. "Yaşamak için öldürmek gerekir. Önüne kim gelirse ezmek zorundasın, eğer güç ve kudret içinde yaşamak istiyorsan."

"Bu sen ve senin konumunda olanlar için geçerli. Yaşamam için birilerini öldürmem gerekmiyor." diye çıkıştım, sertçe.

"Eğer dört asır öncesi var olmuş bir Kurtlan olsaydın, inan benim söylediklerimi harfiyen yapardın. Sanırım sen şanslı olansın." dedi, başını hafifçe eğip kaşlarını çatarak. "Genç ölmek güzeldir." Diye ekledi hiç alakası yokken. "Bu gece öleceksin." Hafifçe gülümsedi. Gülüşünde başka bir anlam vardı, derin ama çözemeyeceğim bir şeydi.

"Bundan o kadar emin olma." Diye uyardım, kulaklarımın içi büyük annemin anlaşılmaz sözcükleriyle dolup taşarken. Bakışlarım ara sıra odanın köşesinde duran Cybill'e kayıyordu. Ama sanki bir sorun vardı. Cybill, gözlerini kapatmıştı, koltuğa nasıl uzandı ise öyleydi ama bir fark vardı; boynunun altındaki kolu düşmüş koltuktan aşağı sallanıyordu. Bir şeyler ters gidiyordu, bunu hissedebiliyordum. Göğsümdeki kolyem hafif hafif sızlıyordu ama canımı yakmıyordu. Belki biraz önce uğradığı büyü saldırısı yüzünden olabilirdi.

"Yeterince eminim, ancak intikamını almak için uğraşmana izin vereceğim. Biraz çabala ve kılıç salla. En azından yiğit bir şekilde ölürsün. Baban gibi. "

Gözlerimi yine sıkıca yumdum. Beni kışkırtmak için sürekli babamı öne sürmesinden bıkmış usanmıştım. Ama eğer onu öldürmem için zıvanadan çıkmam gerekiyorsa çıkacaktım.

"Sizi yıllarca kandırmış ve terk etmiş bir adamın intikamını almak istiyorsan şayet, hadi durma. Bir hiç uğruna öl."

Tekrardan babamın annemi aldattığını öne sürerek içimde bir kıyım başlatmasına neden olmuştu. Bir an için, sadece bir an için intikam sözü, Frank'in içimde yaşattığı şüpheyle değersizleşmişti. O an kolyemi boynumdan söküp Frank'in önüne fırlatmak istedim ama sonra intikam, aklıma gelen bir düşünceyle yeniden değerlendi; bunu yalnızca babam için yapmış olmayacaktım, geçmişte öldürülen soyum için de yapacaktım. Kim bilir belki de benim gibi babasız bırakılan bir sürü çocuk vardı, sonra sıraları geldiğinde sevdikleriyle aynı kaderi paylaşmışlardı. Ama artık bu son bulmalıydı. Hem de bu gece.

"Sen aslında ölümden daha beter şeyleri hak ediyorsun." Dedim, gözyaşlarım yanaklarımdan usulca süzülürken. Yumruklarımı sıkmıştım ve onu yakmaya hazırlanıyordum.

"Korkarım ki intikam listene biri daha eklenecek. " dedi, gayri ihtiyari bir tavır sergileyerek. Sanki ağzından yanlış bir şey kaçırmış gibi parmaklarını dudaklarına götürdü. Sonra elini çekip, omuzlarını düşürdü. "Annen tamamen boşluğuma denk geldi," Cümlenin girişi kalbimi yakıp kavurdu. Göğsüm aldığım nefesi ikiye katlayıp şişerken, başımı kaldırıp, gözlerimi sonuna kadar açtım. "Arabaya bomba koyma fikri çok amatörceydi kabul ediyorum."

"An-ne mi sen mi öl-dür-dün?" Titriyordum. Kesinlikle cinnet öncesi nöbet geçiriyordum.

"Ah bunun için üzgünüm," dedi, gözleriyle gölgeleri taradı. Sonra gözlerimin içine nispet yapar gibi bakıp, " Zaten kanserdi, yakında ölecekti. Ben acısız bir şekilde onu bu dertten kurtardım. Bana teşekkür etmelisin çocuğum."

"Anne...." diye fısıldadım. Yüzü gözlerimin önüne gelmişti. Onunla yaşadığımız her şey bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçerken, boğazımda yakıcı bir yumru oluştu. Nefes alamadım. Delicesine bir boşluğa doğru savruldum, ruhum öyle bir çığlık attı ki, bu aynı yükseklik korkusu olan birinin uçurumdan atlarken çıkardığı sesten on kat daha fazlasıydı. "Annem..." Sesli bir nefes çekerken içime, anılarım bir anda yok oldu ve o kırmızı çamurlu gözler geri döndü. "Seni öldüreceğim!" dedim hırlayarak. Komutu veren sanki beynim değil de ayaklarımmış gibi, bacaklarım harekete geçti ve ilk adımı atmamı sağladı. Ona doğru bağırarak koşarken bir kaç saniye sonra kendine güvenen gülüşü yüzünden silindi ve yerine boğulur gibi şişen yüzü geldi. İşe yarıyordu, onu yakıyordum.

On adımlık mesafeyi o kadar hızlı bir şekilde kapattım ki pençelerimi boğazına geçirdiğim ana kadar onunla çarpıştığımı fark etmemiştim. Kuru sert ve soğuk boğazını sıkınca çok geçmeden acıyla haykırdı. Gözlerimi bir an bile olsun ayırmamıştım gözlerinden. Yaralı gibi görünen pütürlü yüzü kızarmıştı, sanki birazdan alev alacaktı fakat bu yetmezdi, daha çok acı çekmeliydi. Amacıma ulaşmak için var gücümle boğazını sıkmaya devam ederken, bunun verdiği hazzı ve karmaşık mutluluğu yaşamama tam anlamıyla izin bile vermeyip saçımdan kavradı. Kavradığı saçımı geriye doğru çekerken, bağırdım. Pelerinin yakasından tutup çekerken, bedenim geriye doğru düştü ve belim büküldü.

"Babanda senin gibi öfkesine yenik düşüp kendi ölümünü hazırlamıştı. Ne acı. Öyle değil mi? Fakat endişelenme, son sözlerinde biricik kızının adını anmasına müsaade ettim, ha bir de sevgili eşinin adını. Şimdi sıra sende."

Saç diplerim gördüğü şiddetten yanarken, kafa derimin kafa tasımdan kalktığını hissediyordum, ama hiç biri bu ucubenin kanlı dudaklarından çıkan acı dolu sözleri kadar acıtmamıştı canımı.

Delicesine bağırırken ve Asena adımı haykırırken, sol elimi Frank'in yüzüne uzatıp tırnaklarını yanağına sapladım ve boğazına kadar yırttım. O yırtılmış ses tellerinin çıkarttığı haykırışla bağırırken, tam o an da varlıklarını göstermeyip beynimin küçücük köşesinde merak uyandıran gölgelerden, ölü bedenler öne doğru düştü. Şaşkınlık içinde göz ucuyla yerde yüz üstü yatan adamlara baktım, ardından bakışlarım yukarı doğru kalktı ve gölgelerin içinden yavaşça beliren kadınları gördüm. Yüzlerinde vahşi bir gülümseme vardı. Bu kalbime yeni bir heyecan ve umut vermişti çünķü o kadınların kim olduğunu biliyordum.

"Ah, biliyoruz sizi çok beklettik, fakat bunu telafi edeceğimizden hiç şüpheniz olmasın."

Frank, saçımı bırakıp bedenimi yere iterken, gözlerinin korkuyla büyüdüğünü gördüm. Kadının sesi hemen arkasından, saat on yönünden geliyordu. Ve gördüğüm kadarıyla o da benim gibi konuşanın kim olduğunu anlamıştı.

"Monica?"

Çabucak ayağa kalkıp, o eşsiz kadına baktım. Son gördüğümden bu yana hiç değişmemişti. Değişmesi imkansızdı tabii ki. Kıyafetleri bile aynıydı.

"Sima, sen istersen kuzenine yardım et." Dedi dostani bakışlarını bana yöneltip. Gerçi dostani olduğundan şüpheliydim ama dediğini yaptım. Koşarak Asena'nın yanına gittim. Onu çoktan diğer kadınlardan biri çözüyordu. Oda da neredeyse on vampir kadın vardı, Monica ile on bir.

"Merhaba Frank?" Dedi, bir kaç adım sağa kayıp. Neden o tarafa gittiğini anlayamadığımın ilk saniyesinde demir kapı kulak tırmalayan bir gürültüyle açıldı. Aslında bir an açıldığını sansam da, önümden hızla geçen bir şeyi fark ettiğimde yanıldığımı anladım. O görüntünün gittiği yöne baktığımda şaşkınlıkla ağzım bir karış açıldı. Frank çarmığa gerilir gibi duvara yapışmıştı. İki kolu yana açılmış, demir kapılar yüzünden duvara gömülmüştü.

"Thalia!" dedi, tek nefeste. Zaman durmuştu, nefesim saatin içinde hızla dönen kırmızı ibre gibi transa geçmiş, saniyeleri kovalıyordu. Başımı göğsüme çarpan bir sıcaklık ile hızla, artık bir kapısı olmayan girişe çevirdim. Zaman bir anda yeniden akışa geçti, kırmızı ibre daha da hızlandı ve akrep ile yelkovan eşliğinde on ikinin üstünde durdu.

O belki de dünya üzerinde gördüğüm en güzel kadındı. Kızıl saçları kanlı bir nehir gibi omuzlarındaki beyaz geniş topraklarının üzerinde saçılmıştı. Perçemleri kalın kaşlarının hemen üstünde bitiyordu. Uzun boyluydu, ihtişamlı bir kadın olduğu inkar edilemezdi. Yüzü beyaz ve temiz görünüyordu. Daha önce hiç melek görmemiştim, acaba onlarda böyle miydi? Hayır, melekler cinsiyetsizdir. Bu yüz olsa olsa, meleklerin nurlarıyla bezenmiş bir yüzdü. Kapkara, siyah bir inci gibi parlak iri çekik gözleri sanki bir mıknatıs gibiydi; tüm ruhları içine çeken cinsten. Dolgun kırmızı dudaklarında dehşetin aromasına kattığı tatlı bir gülümseme belirdi. Varlığıyla, odayı aydınlatan kızıl bir ışık gibiydi. Dolunayın gümüşi ışığı yanında bir hiçti.

Tıpkı askerleri gibi kedi kostümünü andıran parlak deri bir kıyafet giymişti, ama onun omuzlarda yuvarlak bir açıklıklar vardı. Çizmeleri diz kapaklarına kadar ulaşıyordu, iğne sivriliğinde uzun topukları vardı. Vücudu kusurlu muydu yoksa kusursuz mu bilemiyordum, çünkü yüzüne bakmaktan geri kalanlarını tam olarak inceleyemiyordum. Yüzüne tekrar baktığımda hem korkutucu hem de baştan çıkarıcı gülümsemesinin devam etmekte olduğunu gördüm. Beyaz dişlerinin keskinliği buradan bakıldığında bile belli oluyordu. Sol yanağında, sağ yanağına göre çok daha belirgin olan uzun gamzesi bile tehlike sinyalleri yakan bir ışıktı, tabii zehir karası gözlerinden sonra. O gözler bir an için mekanik bir hareketle bana dönünce kalbim heyecanla attı. Bir yakınlık vardı o bakışlarda, sanki yıllardır tanıdığım birine bakıyor gibiydim. Ya da bir aynaya. Gülümsemesi bile göz göze geldiğimiz an gizlice bozulmuştu, ama bu sanki ikimizin arasında bir sırdı ve bizden başka kimse anlamamıştı.

Sonra gözlerini benden alıp, şeytana yöneltti ve kızıl ışık, uzun bacaklarıyla yürümeye başladı. Yürüyüşünde bile ayrı bir görkem vardı. Kesinlikle bu kadın ömrümde gördüğüm en güzel kadındı. Ayrıca onunla göz göz geldiğimiz saniye, ona karşı olan ön yargım ve nefretim de kaybolmuştu. Bu çok şaşırtıcıydı.

Zeminde çıkardığı topuk sesleri ritmi olan bir müzik gibi çıkıyordu. Uzun kolları bacaklarına uygun bir ahenkle sallanıyordu. Odadaki tüm kadınlar yanında sönük kalıyordu. Tamam onlar da güzeldi ama bu kadının yanında ikinci sınıf sayılırlardı. Tüm askerler Thalia'nın etrafında düzenli bir sıra halini alırken, iki kadın Frank'in yanında duruyordu. Thalia, büyük sırıtmasını daha az bir seviyeye indirip Frank'e doğru yürümeye devam ediyordu.

Hakiki Kraliçe ölümü satın alıyor, tapusunu kurbanına vermeye gidiyordu.

Neredeyse yaklaşmaktayken, benliğimden bile yakın olan bir ses kalbimi titretti. Gözlerimi Thalia'dan hiç düşünmeden alı koyup sesin geldiği yöne çevirdim. Alain bana doğru koşuyordu. Gece mavisinin efendisi, bana doğru geliyordu.

"Alain..." Diye iç çektim. Sanki yıllar sonra ilk defa konuşmuş gibi hissediyordum kendimi. Sadece iki saniye geçmişti ki, kendimi kolları arasında buldum. Beni göğsüne bastırıp, yüzünü saçlarıma gömdü. O an Andre'nin sesini duydum ve hemen arkamda Asena'nın yanında olduğunu göz ucuyla gördüm. Onlar birbirlerine sarılırken, Alain'in titreyen kalbinin dehşet verici çarpıntısını hissedebiliyordum. Onu ölümüne korkutmuştum ve bunun için çok üzgündüm. Telafi etmeyi umuyordum, fakat önce bu geceyi sonlandırmamız gerekiyordu.

Kokusunu derin derin içime çektim ve kokusundan mahrum kalan ciğerlerimi doldurdum. Duyularım bu kokuya kavuştukları için sevinçten çığlık attılar. Şimdi asıl kurtarıcım yanımdaydı ve artık tedirgin olmamı gerektirecek hiçbir şey kalmamıştı. Ayrıca... Thalia'da buradaydı.

"Buradan gitmeliyiz. "dedi Andre, ben Alain'in kolları arasından Thalia'ya bakarken. Buraya geliş amacı Frank'i öldürmek olduğunu tahmin ediyordum. Sırf bizi kurtarmak için geldiğini sanmıyordum.

Alain " Siz çıkın." dedi, gözüm hala onların üzerindeyken.

"Ama..."

"Çıkın dedim!"

Kaşlarımı çattım. Neden böyle bir şey dediğine anlam veremeyip yüzüne baktım. Normalde olsa bunun tam tersini yapardı. Gözlerimin içine kelimelerin kifayetsiz, anlamların bile yetersiz kaldığı duygularla bakıyordu. Bana kızgın olması gerekmiyor muydu?

Kollarını benden çekti ve elimi tuttu. "Kızmamış gibisin?" diye sordum, Thalia'nın yanına doğru yürürken. Kuzguni siyah kaşlarını çatmaya devam etti ve soruma cevap vermemeyi seçti.

Continue Reading

You'll Also Like

59.1K 2.8K 28
Bir berdel hikayesidir.. Havin sevdiğinden ayrılırken nerden bile bilirdi evleneceği adamın kuzeni olduğunu herşeyden habersiz berdeli kabul etmişti...
24.6K 4.5K 40
"Terk edilmiş bir şehir..." Kaşları çatıldı. Kafamı tekrar salladım. İşaret parmağımı şakağıma dayadım. "Kafamın içinde terk edilmiş bir şehir var." ...
1.8K 477 142
HER GÜN AYNI SAATTE YENİ BÖLÜMLER PARTLAR HALİNDE GÜNCELLENİYOR! ---------------------------------------------------------- ACIDAN DOĞAN ACINASI VARL...
14.2M 228K 116
Bir kadın.. Bir adam.. Bir ev.. Peki bu üçü bir araya geldiğinde neler olacak dersiniz? Merak ediyorsanız Cihangir 'Numara 12'de buluşalım.