YANGIN VE YAKUT

By aromeda8

401K 17.2K 2.3K

Değerli okuyucu, hoş geldin! Bundan tam 11 yıl önce yazmış olduğum kitabı okumak üzeresin Ve dilerim beğenirs... More

GECENİN NEFESİ | PROLOG
GECE MAVİSİ - PROLOG II
1. BÖLÜM: MUTLAK KADER
2.BÖLÜM: ATEŞE ATILMIŞ YAKUT
3. BÖLÜM: SANRI VE SANCI
4.BÖLÜM: YALANLAR VE MUMLAR
5.BÖLÜM: KONTROLSÜZ GÜÇ
6.BÖLÜM: ÖLÜME SIĞINMAK
7.BÖLÜM: DAVETSİZ MİSAFİR
8.BÖLÜM: YAĞMUR VE RÜZGAR
9.BÖLÜM: OLAĞANÜSTÜ DÜŞMAN
10.BÖLÜM: KUTSAL DUDAKLAR
11.BÖLÜM: O ŞEY!
12.BÖLÜM: ZAMAN
13.BÖLÜM: SANCILI TESLİMİYET
14. BÖLÜM: SALDIRI
16.BÖLÜM: İTİRAF VE İHTİRAS
17.BÖLÜM: TANRININ HEDİYESİ
18.BÖLÜM: RUHTAKİ ATEŞ
19.BÖLÜM: ATEŞ VE PARADOKS
20. BÖLÜM: ARAF BÜYÜSÜ
21.BÖLÜM: KAYIP KONTROL
22.BÖLÜM: KANLI İNTİKAM
23.BÖLÜM: FİNAL
24. BÖLÜM: KAN VE KEHRİBAR
25. BÖLÜM: KANIN IŞILTISI
26.BÖLÜM: OCAK GÜLLERİ
26. "Savaş için hazırlanmalısın, anne."
27. BÖLÜM: ASENA
KAN VE KEHRİBAR: GİRİŞ

15.BÖLÜM: SAKLI OLAN

8.2K 497 73
By aromeda8

Bu gece burada yaşanan her şey güç uğrunaydı. Nefret. Kin. İntikam. Düşmanlarım nefesim kadar yakındı; yüz yüzeydik. Ölümüm kaçınılmazdı ve savaşmadan mağlup olacaktım. Hiç ummadığım bir anda, kurtarıldım - kurtarıldık!

Ve güç, başa belaydı.

Güç, vazgeçilmesi en zor olan bir hazdı.

Kuş tüyü misali üzerimize düşen karların arasından, ormanın çıkışına doğru yürüyorduk. Alain, hem elimi sımsıkı tutuyor, hem de bedenimi bedenine olabildiğince yakın tutuyordu. Bu gece az kalsın onu kaybediyordum. On dakika öncesine kadar, hayatımda korkmadığım kadar çok korkmuştum. Şimdiyse korkum, içime kalıntılarını bırakıp yok olmuştu.

"Bu gece çok cesurdun." dedi, hemen önümüzde yürümekte olan Monica. Kalçalarına kadar uzanan altın sarısı düz saçları, bedeninin yarısını kaplıyordu. Onunla birlikle iki kadın asker daha yürüyordu. Arkamızda ise geri kalanları vardı; nefeslerini ensemde hissedebiliyordum.

Monica'nın sarf ettiği sözlerin hedefinin kim olduğunu, omzunun üzerinden bana bakana dek anlamamıştım. "Hayran kaldım." diye ekledi, ses tonunda herhangi bir hayranlık tınısı olmadan. Cevap vermedim. Ormanı tamamen geride bırakıncaya kadar suskunluğumu korudum.

Alain, Dragos'un tek koluyla birlikte kaçmasına izin vermişti. 'Kaçma' yakıştırması yapıyorum, çünkü Dragos, gözle görülmeyecek bir hızla karanlığın içine dalıp kaybolmuştu. Eh buna da benim gözümde kaçmak deniyordu. Geri kalan cesetleri de askerler ateşe verip yakmışlardı. Siyah göğe yükselen iğrenç kokular, neredeyse ormanın tamamını sarmıştı. Ayrıca Lucas'da hala bizimle beraberdi. Gerçekten inanamıyordum, onun bir vampir olduğu aklımın ucundan dahi geçmemişti. Demek bir casus olarak Dragos ve ordusunun arasına sızmıştı, bu gece ki saldırı planını da Monica'ya o haber vermişti.

"Buraya kadar. "dedi Monica, zarif bir hareketle bize doğru dönüp. Boyu Alain gibi uzundu. Tabi bunda topuklu ayakkabılarının da payı vardı. "Seni tekrar görmek isterim, Sima." Bal rengi gözlerini kıstı ve beni tekrar tepeden tırnağa süzdü. "Umarım pusulaları ve tılsımları bulabilmişsindir,"

"Pusulaları mı?" diye tekrarladım. "Tılsımları mı?"

Biçimli kaşlarını çattı. "Bilmiyor musun? Üç tane yakut tılsım var."

Başımı iki yana oynatırken Alain'e baktım, o da oldukça şaşkın görünüyordu. "Senin haberin var mıydı bundan?"

"Hayır. Yalnızca tek pusula tek tılsım var diye biliyorum ben," dedi.

Monica dikkatle gözlerimin içine baktı. "Yanılmıyorsam sendeki tılsım beyaz olanı."

"Ya diğerleri?" diye sordum. Ona tılsımların birinin bende olduğunu söylemeyecektim.

"Mavi ve kırmızı. Pusulaların içindeler." Omuzlarını kaldırdı. "Ama nerede olduklarını bilmiyorum."

"Tılsımı bulamadım," diyerek yalan söyledim.

"Şayet bulursan bunu bizimle paylaş."

"Monica, lütfen en kısa zamanda Thalia'ya söylediklerimi ilet." diye ricada bulundu Alain. O kadının adını söylemesi, dikkatimi dağıtmış ve asabımı bozmuştu. Çünkü bu muhabbetten cidden çok sıkılmıştım. Sürekli aynı isim etrafımda dolanıp duruyordu ama kendisi ortada yoktu. Vücut dilimde düşüncelerime eşlik etti; elimi Alain'den kurtardım, Monica'ya doğru çekingen ve temkinli bir adım attım.

"Pusulayı nasıl kullanacağım? Alain, sana anlatmış olmalı; Frank, babamı öldürdü." Dedim birden. Anlam veremez halde donup kaldı. Montumun fermuarımı açıp pusulayı dışarı çıkarmaya niyetlendiğim sırada Alain parmaklarıyla elimi sıktı, sanki beni bir şey için uyarıyordu. Birden "Yani bulursam nasıl kullanacağım?" Büyük ihtimalle Alain Monica'ya bu konuda güvenmiyordu. Bir şeyler bildiği bariz ortadaydı.

"İntikamımı almalıyım. Ne yapmam gerek? Lütfen bana söyle!" Diye gizli bir U dönüşü yaptım.

"Şöyle ki; eğer pusulayı ve tılsımı bulursan, pusulanın arkasında gizli bir bölme var, oraya tılsımı yerleştirirsen o zaman kutsal kitabında yerini bulursun. Çünkü pusulaların asıl amacı bu. Tılsımlar bu kitabın anahtarı ve ancak üçü bir araya gelirse kitap açılır." Alain'e baktı. "Zaten anlatmıştır sana."

"Hayır. " dedim başımı iki yana sallayıp. "Bu şekilde bulabileceğimizi söylemedi. Hayal kırıklığıyla Alain'e baktım. "Bana her şeyi anlattığını sanıyordum." İhanete uğramış gibiydim.

"Anlatacaktım." dedi, sıradan bir tavırla. Sonra adeta bir Tanrıçayı andıran sarışın kadına döndü; "Bence kitap şatoda değil, öyle olsa Frank çoktan bulurdu."

"Pusulayı ve tılsım onun elinde farklı bir yön gösterecektir." dedi Monica. "Tabi bulabilirseniz."

Yok sayılmaya daha fazla tahammül edemeyip, "Bir dakika!" diye bağırdım. İkisi de konuşmayı kesip, şaşkınca bana baktı. "Nasıl olur da bana kitap hakkında bir şey söylemezsin?" diye sordum, Alain'e. Öyle öfkeliydim ki, gücüm yetse arkamızdaki ormana dalıp, tüm ağaçları tek tek devirirdim. "Nasıl olur da bana yalan konuşursun?" Genzimin yırtıldığını sandım.

Alain'in çatık kaşları, bir yay gibi gerildi. "Açıklayacağım." dedi, meseleyi geçiştirmek ister gibiydi, ama öyle hemen kurtulamazdı elimden.

"Şimdi açıkla!" İşaret parmağımı yere doğru uzattım. "Hemen!"

"Sonra." diye diretti. Bunun üzerine tüm gücümü sol ayağıma yükleyip, asfalta sertçe çarptım. Çarparken hırladım. Monica, ile bakışlarımız buluşunca ifadesindeki eğlence ve şaşkınlıkla karışık duygu bulamacını fark ettim. Kesin Monica'nın gözünde istediği oyuncağa sahip olamayan bir aksi bir çocuk rolünü canlandırıyordum. Ama beni tanımadığı için, sinirimin ne kadar ciddi olduğunu konusunda hiçbir fikri yoktu.

"Alain!" dedim dişlerimin arasından. Ona doğru sokulurken, kirpiklerimin altında dik dik baktım. O an asfalt ayaklarımın altından kaydı ve dengemi alt üst etti. Ellerimi, çoktan bedenime sarılmış olan pazulu kollara geçirdim. Gözüm kararmıştı, bununla beraber bomboş olan mideme kramp girmişti. Gözlerimi kapatıp, geçmesini bekledim.

Alain, belime sardığı kollarıyla beni göğsüne çekti. Telaşla adımı söyledi; "Sima?"

"Tamam... Sadece..." Tek elimi kolundan çekip, sağ göğsünün üzerine yerleştirdim. Saatlerdir, ağzıma tek bir lokma bile girmemişti, muhtemelen bu sebepten ötürü başım dönmüş ve gözlerim kararmıştı.

"Karnı aç." dedi, Monica. Bu kadın nasıl karnımın aç olduğunu anlamıştı?

"Biliyorum." diye homurdandı Alain. Ses tonu küfür eder gibi çıkmıştı. "Hemen şehre gitmeliyiz. Sima, gözlerini aç." diye emretti. Boğazımda biriken tükürüğümü, boğulmamak için yutmak zorunda kaldım. Midem o kadar kötüydü ki, kusma isteğim yanında cabasıydı. "Yardımlarınız için teşekkür ederiz." dedi Alain, sesinde minnet duygusu vardı.

"Önemli değil. Zaten sadece geçiyorduk." diye yanıtladı Monica. Hemen sonrasında gözlerimi açmak için hazırlandığım sırada, sert bir rüzgar etrafımızda döndü ve saniye bile sürmeden, yok oldu.

"Neredeler?" dedim, puslu bakışlarımın arasından. Karanlık yolda, yalnızca ikimiz kalmıştık.

Kısa ama derin bir nefes çekti içine. Yanağım tam kalbinin üzerindeydi; kalbi tekledi. "Gittiler." dedi, ses tonunun kalınlığı göğüs kafesinin derinlerden yükselince, içim titredi. Ardından, kolay bir hamleyle, bedenimi kucağına alıp koşmaya başladı. "Acıkınca bir ejderha gibi ateş püskürüyorsun."

Saat; on sularında, *Strada Primăverii'de caddesinde açık bir Mcdonalds'a girdik. Merkeze gelene dek, Alain beni kucağında taşımıştı. İnsan içine çıkmaya yakın, kucağından indirip koluna girmemi istemişti. Benden kitap meselesini sakladığı için ona çok kızgın olsam da, açlıktan dengemi sağlamakta sorun yaşadığım için mecburen dediğini yapmıştım. Bünyesi zayıf olan biri değildim, ama neredeyse tüm gün boyunca bir şey yemediğimi hesaba katarsam, bu hala düşmem normaldi.

🔱

Alain, benim için bir tepsi dolusu menü sipariş etti. İkimizde sessizce, masa da bir süre oturup, siparişin hazır olmasını bekledik. Beş dakika sonra ince sesli, minyon tipli çalışan bir kız siparişin hazır olduğunu haber vermek adına Alain'in adı ve soyadıyla seslendi. Yanımdan kalktı ve seri adımlarla kasaya yürüdü. Bakışlarımı ondan çekip, masaya diktim. Onunla deli gibi tartışmak istiyordum; bağıra çağıra sinirimi kusmak istiyordum, ama halim yoktu. Midemdeki boşluğun rahatsız edici hissi canımı sıkıyordu. Gölgesi bir kaç saniye sonra yanı başımda belirdi; yine yüzüne bakmadım. Bana yalan söylemesi, kalbimi yaralamıştı. Ona güvenmeyecektim de kime güvenecektim? Bunu parçalamaya ne hakkı vardı? Aramızda ki dostluğu zedelemeye, adını bile yeni koyabildiğim duygularımı incitmeye ne hakkı vardı?

"Sana çok kızgınım, bunu biliyorsun." dedim, sonunda. İkinci hamburgerimin yarısını yemiş, kolamı ise neredeyse yarıya indirmiştim. Artık konuşabilecek, hatta tartışabilecek gücüm vardı.

Alain, derin bir nefes alırken, dirseklerini masaya koydu. "Biliyorum." dedi, kollarını birbirine kavuşturdu.

"Bana nasıl yalan konuşursun?" Hamburgerimi plastik tepsiye tepkimi gösterircesine koydum. "Sana artık nasıl güveneyim?"

"Dinle," dedi, yine kirpiklerini altından bakarak. Ne zaman beni etkilemeye çalışsa bu bakışını kullanıyordu. Ama bu sefer amacına ulaşamayacaktı. Ses tonunu olabildiğince alçak seviyede tutup, "Zaten anlatacaktım ama bunu geciktirmemin bir sebebi vardı. O kitap, büyülü bir kitap." diye ekledi. Kaşlarımı çatıp, alaycı bir bakış attım.

"Büyülü mü?" diye sordum, sessizce. Soyumun büyü nedeniyle var olduğunu bilmem, Alain'in ortaya attığı söze inanmamı kolaylaştırıyordu, ama yine de... "Bu muydu bana anlatmanı geciktiren şey?"

Önümdeki tepsiyi itekleyip, dirseklerimi masanın üzerine koydum. Onun gibi kollarımı birbirine doladım. Hareketim ciddi bir görüntü sergilese de bakışlarım alaylıydı. Ondan mantıklı bir açıklama beklerken, bunun tam tersini sunuyordu önüme. Yine de kolayına yumuşamayacaktım. Benden, saçma da olsa ve tamamen çılgınca bir sebep yüzünden gerçeği saklamış da olsa, benim için yalan yine yalandı.

"Cadıların kutsal kitabıdır. Şu an kilitli. Rivayete göre cadıların inandığı tanrılar tarafından yazılmış olup içerisinde tam bin bir güçlü büyünün olduğu ve ancak ve ancak soyun son varisi tarafından açılabileceği söyleniyor"

"Yani o kişi benim?"

Başını olumlu anlamda salladı.

"Ben de bu geceye kadar, senin gibi sadece tek bir tılsımın olduğunu düşünüyordum."

"Monica'nın dediğine göre üçü bir araya gelirse açılabiliyormuş?" Cevabını beklediğim bir soru değildi bu.

"Bildiğim kadarıyla kitabın çelikten ve kendine has bir kilit sistemi var. Pusula ise bize kitabın nerede olduğunu gösteriyor."

"O yüzden hep kuzeyi gösteriyor." Dedim mırıldandım kendi kendime ama o duymuştu tabii ki."

"Frank nasıl yaptıysa kitabı çaldı. O çağlarda büyünün yasak olmasına rağmen bazı vampirler kuralları ihlal ederek kendi çıkarları doğrultusunda İlele'lere gidip büyü yaptırırlardı. Sanıyorum ki bu yolu kullanıp kitabı çaldı. Çünkü o dönemde Frank cadılar tarafından lanetlendi." Dedi. Bir an duraksadım.

Sözünü kestim. "Lanet mi?"

"Evet. Ve Frank, üzerine yapışan bu lanet ilk neye dokunursa o lanet dokunduğu şeye geçecekti."

"O da kitaba dokundu." diye tahmin ettim. Başını evet anlamında salladı. "İyi ama neden dokunduğu kişiye geçmesini istediler ki? Bu lanetin ebediyen Frank'in üzerinde kalması değil miydi amaçları? Kitabı çaldı diye ceza olarak lanetlemediler mi? " Konuşmadan önce başını hayır anlamında iki yana salladı.

Duvarlara monte edilmiş, küçük hoparlörlerden çıkan ani müzik yüzünden, ses tonunu biraz yükselterek konuştu. "Amaç, lanetin Frank'te kalması değildi. Amaç kitaba geçmesiydi. Frank, Kral Gina'nın sağ koluydu biliyorsun, çoğu şeyden o görevliydi. İmparatorluğumuz için önem teşkil eden ne varsa, Frank sorumluydu ve korumak zorundaydı.

Yine tahminde bulundum; "Tabi, kitaptan da sorumluydu." Onaylarcasına çatık kaşlarını oynattı. Çok kısa bir anlığına etrafa göz attı; bizden başka bir on kişi daha vardı. Ama müziğin sesi oldukça yüksek olduğu için bizi duymaları imkansızdı. Kaşlarımı çatarken, elimi enseme götürdüm ve orada bıraktım.

"Frank, kitaba dokundu, böylelikle laneti geçirmiş oldu. Şimdiyse kitap açılmıyor. Zaten amaç buydu. O kitaba sadece kendi soylarına mensup birinin sahip olmasını istediler. Ve işin en tehlikeli yanı; bir nevi insanların kaderi o büyülerde."

"Kader derken, ne gibi? " dedim tırnaklarımı ensemin üzerinde gezdirirken. "

"Düşün bir," dedi. "Kitaptaki büyüler senin her şeye sahip olmana olanak sağlıyor ve sen de imkansız gibi görünen tüm arzularına ulaşabiliyorsun. Bunu en çok istediğin şeyler için kullanmaz mısın?"

Cevap veremedim. Çünkü cümlelerinin altında yatan manayı algılamıştım, kötü açıdan kullanmaktan bahsediyordu ve ben asla bunu yapmazdım.

"Vampirlerin en çok istediği şeylerden biri doyasıya beslenmek. Tamam bunu zaten yapıyorlar ama bir diğeri kimlerini gizlememe istekleri."

"İnsanları kendi köleleri yaparlar, dünya kan gölüne döner. " dedim büyük bir dehşetle.

Tek kaşını kaldırdı. "O kitabın bir vampirin eline geçmesi demek işte tam da senin söylediklerinin gerçekleşmesi demek."

"Kitapta ne tür büyüler var bilmiyorum, hiç birimiz bilmiyoruz ama insanları, vampirlerin kuklası haline getirecekleri kesin."

"Sen de benim o kitabı bulduğumda kendi bencil isteklerim için-"

"Hayır." Dedi birden sözümü yarıda kesip. "Önce yemeğini yemeye devam eder misin!" dedi, ses tonunda bir parça emir vardı. "Anlatacağım." Midemdeki yarım kalmış açlık hissinin yeniden belirmesine vesile olmuştu. Masanın ortasındaki tepsimi önüme çektikten sonra, hamburgerimden bir kaç ısırık aldım. Böylece bitirmiş oldum. Hemen ardından, tepsinin kenarında duran küçük patates kutusunu alıp önüme koydu. Sıra sıra dizilen patateslerin bir kısmı döküldü. "Ye, lütfen." diye ekledi. Emrivakilerden hoşlanmadığımı bildiği için, sert çıkışacağımı tahmin edebiliyordu, bu yüzden yüzüne yarım bir tebessüm ekleyip, çubuk patateslerden birini alıp ağzına attı. Bir süre öylece yüzüne baktım. Ben bakmaya devam ederken, gözlerini bir an olsun gözlerimden ayırmadı, tabi bu arada önümdeki patatesleri götürüyordu. Bende, bir kaç tanesini alıp ağzıma attım. Yeterince soğumuş patatesleri hızla çiğneyip yuttum.

"Kitap eğer eline geçerse..." dedi, bakışlarını masaya indirip.

"Evet? Ne yaparım diye korkuyorsun?" Gözlerime tekrar baktı; o an ne söylemeye çalıştığını anlamıştım. Zaten kendi ağzımla da söylemiştim. "Dünyayı ele geçiririm diye mi kokuyorlar? Gerçekten, o kadar geri zekalı mı bunlar?" Son sözlerim yüzünü güldürdü.

"Hepsini söyledin zaten. Bazen zekana hayran kalıyorum. Ben daha bir şey demeden tüm sözcükleri sıralıyorsun." Birkaç tane daha patates attı ağzına.

"Buna bizde, lep demeden leblebiyi anlamak denir." dedim, çok küçük bir ukalalık yaparak. "Bana söylememenin nedeni neydi?" diye ekledim. Çünkü ortada, kendi haklı çıkarabilecek bir sebep göremiyordum.

"Bak, henüz yeni yeni kendini tanıyorsun. Kim olduğunu, neler yapabileceğini. Büyüye pek inanmadığını biliyorum, ama inan bana şuan boynunda taşıdığın pusulan bile büyünün etkisi altında. İçindeki taş ise o kitabın anahtarlarında biri. Bir şekilde seni kendine çekiyor ve eğer o kitapla yüzleşir isen, korkarım ki... sihrine kapılacak kitaba sahip olmak isteyeceksin. Bu yüzden korktum. Kitaptan bahsederken bile, içinde hiçbir heyecan ya da heves olmadı mı?" Diye sordu açıklaması bittiğinde. Söylediği her kelimeyi, harflerine ayırıp inceledim. Her biri farklı kapılar açtı önüme, sonra hepsi birleşip tek bir cevapta buluştu. Hiçbir şey hissetmemiştim.

"Hayır." dedim, kendimden fazlasıyla emin bir tavırla. "Ne o kitap ne de içindeki büyüler umurumda. Ben tek bir şey istiyorum, bunu hala anlayamadın mı? İntikam istiyorum." Sesim istemeden de olsa, yüksek çıkmıştı. İntikam kelimesi ağzımdan çıkar çıkmaz, solumuzdaki masaya yeni oturan çift bana baktı. Gözlerimi saniyenin on da biri kadar onlara çevirdim. Sonra tekrar Alain'e baktım. Söylediğim şeylerden emin olup olmadığımı sorgular gibiydi.

"Kendini kaybetmeni istemiyorum." dedi, güçlü bir hisle. " Seni kaybetmek istemiyorum."

Korktuğu bu muydu yani? Bir anda insanlığı ele geçirme arzusuyla yanıp tutuşan, benmerkezci bir Sima mı olacağımı sanıyordu?

"Beni tanıyamamışsın." dedim, masadan kalkarken. O da benimle aynı anda kalktı. Bana doğru uzanıp, bileğimi tuttu.

"Soyunu tanıyorum. " dedi, usulca. "Onların güce nasıl yenik düştüklerini iyi biliyorum. Elde etme arzusuyla yanıp tutuşan hislerini çok iyi biliyorum." diye eklerken, bir nevi aklımdan geçen sözlerin sesli telaffuzunu gerçekleştirdi.

Kolumu, pençelerinden kurtarıp, "Ben onlar gibi değilim." dedim. Sandalyeye astığım deri ceketimi alıp, çıkışa yöneldim. Peşimden gelişini hissedebiliyordum, zaten ben nereye gitsem Alain beni takip ederdi, ya da o nereye gitse ben onu takip ederdim. Aramızda ki bu inişli çıkışlı duygular, bir mühür gibi bizi birbirimize bağlamıştı. Ateş ve rüzgar gibiydik. Ben ateştim; harlanmaya ihtiyacım vardı, o da rüzgardı; beni kontrol etmek zorundaydı. Var olmam ve güçlenmem için onun rüzgarına ihtiyacım vardı; o da ısınmalıydı. Bu çoğu zaman ikimizi acıtırdı, belki de bir müddet sonra yakacaktı.

Kapıdan çıkar çıkmaz, soğuk hava sızlayan yanağımı ısırdı. Yüzüm buruşurken, gözlerimi sıkıca yumdum. Eğer böyle yaparsam, sanki acım geçecekti. Henüz bir adım atmıştım ki dirseğimden yakaladı. "Sana öylesin demedim." dedi, dişlerini sıkarak. Yüzümdeki acıklı ifadeyi bozup, beni kendine çevirmesine izin verdim. "Yapma böyle." Kolumu ondan kurtarmaya çalıştım ama başaramadım.

"Bırak kolumu!" diye bağırdım. Caddeden geçen bir kaç insan aniden kafalarını çevirip bize baktı. "Bıraksana!" Bedenimi geriye itiyor, onu kendimden uzak tutmaya çalışıyordum. Bu sefer boşta kalan elini bileğime geçirdi, dirseğim deki elini aşağı doğru kaydırıp, parmaklarını ince bileğime sardı. Bedenim, içe kıvrılmış vaziyetteydi, dizlerim ise yerden destek almak için dışa doğru kırıktı. Ona gücüm yetmiyordu, o kadar kuvvetliydi ki. Ne kadar çabalasam da, onun beni kendine çekmesine engel olamıyordum.

"Bak, ağırdan alalım tamam mı?" diye sordu, cevabı pek beklenmeyen bir soru gibi görünüyordu.

"İnsanlar bize bakıyor." diye uyardım. Alayla tısladı, çünkü o da insanların ne düşündüğünü önemsemediğimi biliyordu.

Eli göğsüme uzandı, "Hep bunun yüzünden," dedi, kazağımın altındaki pusulaya dokunarak. Bu hareketi beni çok şaşırttı. "Seni kontrol etmesine izin vermemelisin." sesi, acı içindeydi. "Zamanla bambaşka birine dönüştüğünün farkına bile varmayacaksın. Gözün dönecek ve güç peşine düşeceksin." Islanmış gözlerinin mavi suları, göz pınarlarının kıyılarına vururken, gür sesiyle bağırdı. "Seni körü körüne kaybedemem anladın mı?"

Sesi, kalbimin ortasına bomba gibi düştü. Kırmızı topraklarım şiddetle yüreğimin duvarlarına sıçradı. Soluk borum, kan gölüne dönüştü; nefes alamadım. Aniden baş gösteren heyecanım, dudaklarımı, kirpiklerimi titretti. Sanki tenimde binlerce jilet gezindi. Bana aşık olduğunu söylediğinde bile bu kadar heyecanlanmamıştım. Gerçi bunu açık açık söylememişti hiç; hep laf aralarına sıkıştırıp, espritüel tarzda dile getirmişti. Öte yandan, üzerime hakimiyet kurması asla hoşuma gitmeyen girişimlerinden biriydi, ama bu gece yüzüme karşı bağırken, gözlerindeki acıyı çok net bir biçimde görebilmiştim. Bu ruhumu sızlatmıştı. Belki de bu yüzden kızamamıştım.

"Kaybedemem." diye tekrarladı, bir fısıltı eşliğinde. Pes etmiş ve direnmeye son vermiştim. Kaslarımı sıkmakta vazgeçtiğim saniyeden itibaren kemiklerimde sızlama hissettim. Ama Alain'in elini yanağımda hissedince, sızımı çoktan unutmuştum. 'Bende seni kaybetmek istemiyorum' gibi şeyler söylemek istedim, ama bu gece aramızın bozulmasına neden olan o 'yalan' meselesi beni durdurdu. İçimin bir yanı hala yaralıydı. Alain beni ilk defa yaralamıştı. Bir süre sonra yaram mutlaka iyileşecekti, ama şuan çok tazeydi.

"Ona daha kötü şeyler yapmalıydım." diye hırladı. Dargos'dan bahsediyordu. Çünkü onun vurduğu yanağıma dokunuyordu. "Sırf Frank'e o halde gitsin ve olanları anlatsın diye, bir anlık yanılgıya düşüp gitmesine izin verdim." O kadar pişmandı ki... Elini yanağımdan çekti, eğildi ve sızlayan yere yumuşak ve tutkulu bir öpücük kondurdu. Kendini geri çekince gözlerime şefkatle baktı. "Çok acıyor mu?" diye sordu, kaşları belli belirsiz kıvrılmıştı.

Başım dönme dolap gibi dönmeye başlamıştı. Cevabım dudaklarımdan isteğim dışında döküldü. "Hayır." dedim, dudaklarımda benden yanaydı, üzülmesin diye yalan söylemişti. Ama o tokat anını hatırlamak, an itibariyle yanağımı daha şiddetli sızlatmıştı. Kolyemin göğsüme verdiği acıyı saymazsam eğer. Hayatımda o denli bir fiziksel acı yaşamamıştım. "Kolunu koparman iyi fikirdi, en azından bir daha ki karşılaşmamızda başına neler geleceğini tahmin edebilir. Petr-Lucas'a çok şaşırdım. Meğer o da sizden biriymiş." " Şuan sadece konuyu geçiştirmeye çalışıyordum. Bu gece yaşananları konuşmayı, yarına ertelemek istiyordum. Daha bilinçli daha aklı başında bir halde. Çünkü yanağımda onun dudaklarının soyut ağırlığı varken ve başım dönerken aklı başında cümleler çıkmıyordu ağzımdan.

"Lucas'ı son elli yıldır tanıyorum, fakat seninle tanıştığını bilmiyordum." dedi.

"Tanıyor muydun?" diye sordum şaşkınca. "Seninle polislerden kaçtığımız o gece tanışmıştım zaten, bizim kulüpte bodyguard olarak işe başlamıştı. Yani ben öyle sanmıştım." Soğuk havayı derin derin içime çektim ve başımı istemsizce yere eğdim.

İlk iki parmağı ile çenemi kavrayıp yüzümü kendine doğru kaldırdı. "Ya sana bir şey olsaydı?" diye fısıldadı, sözcükler dudaklarını titretti.

Yüzünü yüzüme yakınlaştırdı, burnunu burnuma değdirdi. Ellerini yüzümün iki yanına koydu, artık yüzüm avuçları arasındaydı. "Asla zorba biri olmadım, ama eğer sonunda seni kaybetme riskim varsa, üzgünüm ki hiç olmadığım kadar zorba bir adam olacağım." Gözlerimi bir an bile olsun, gece mavisi irislerinden ayırmadım. Göz bebeklerinin içinden geçip orada yaşamayı bile arzuladım. Sırf, onun gördüğü ve benim göremediğim kadını görmek için. Neden bana aşık olduğunu öğrenmek için.

"Ben..." dedim ve aniden sustum. Kahretsin!

Konuşsana geri zekalı!

Konuşamayacağımı bildiği için güzel dudaklarını aralayıp, aramızdaki sessizliği doldurmaya yeltendi ancak telefonun mekanik sesiyle tüm atmosfer başımıza yıkıldı.

Onunla yıkıntılar altında kalmak da harikaydı.

"Andre?" dedi telefonun diğer ucundaki sese sıkıntıyla. Anın bozulmasına sinirlenmişti. Bakışlarımı gözlerinden çekip kulağına kaydırdım. "Çok iyi. Tamam geliyoruz."

"Ne oldu?"

Telefonu arka cebine tıktı" Gitmemiz gerek," dedi sakince. Elimi sıkıca tuttu ve attığı uzun adımlarına adımlarımı dahil etti. "Bir taksiye binelim."

Kar tüm şiddetiyle yağmaya devam ediyordu. Alain, hemen solumda, dokunabileceğim yakınlıktaydı. Bu gece bana zarar gelmemesi için kendini paraladığı o halleri, çırpınışları gözlerimin önüne gelince yüzümü ona çevirdim. Hatırlamak üzücüydü. Şahit olduğum o manzara duygularımı okşamamıştı. Tam tersi, yüreğimi yakmıştı. Beni kurtaramadığı her an her saniye, ne kadar ıstırap çektiğini ve kahrolduğunu düşününce içimi vicdan azabı sarmıştı ve şuan bile sarmaya devam ediyordu. Bakışlarımı kalbime sirayet eden kederle, başka yöne çevirdim.

Eğer bana bu kadar değer vermeseydi, o derece bir acıya kurban olmazdı kalbi. Beni sevmemeliydi. Beni seven herkese kalben ve ruhsal yönden acı veren biriydim. Ruh kırıcıydım ben. Alain'in güzel ruhunu kırabilirdim. İşte o zaman yüreğim paralanır, dayanamazdım.

Taksinin camından bakmaya devam edip, gözlerimin önünden tane tane düşen pamuk zerreciklerini özenle seyrettim. Sokakların loş ışıkları altında, turuncu bir renge boyanıyordu bir bölümü. Soğuk beni hep korkuturdu. Soğuk, kötü bir hayaletti ve her gece canımı okurdu. Her zaman düşünmüşümdür; karanlık mı yoksa karanlığım mı lanetliydi? Ne bu soruya akıl sır erdirebiliyordum ne de cevabı biliyordum. Sadece ışığı takip ediyordum. Gece mavisi bir ışıktı ve ben de etrafımı sarmasına izin veriyor, bilinmezliğe doğru ilerliyordum. Işığın sahibi, bilinmezlikte elimi tuttu. "Sima," dedi. Yüzümü ona çevirdim.

"Geldik."

Bir anda bu zamana kadar hiç fark etmediğim bir şeyi fark ettim; meğer içten içe Alain'in, düşmanlarımdan olmadığı için şükrediyor muşum. Meğer başta sandığım gibi ondan nefret etmiyor muşum. İlk günden itibaren bana düşman olmamıştı, benden nefret etmemişti. Ama bir şeyi çok merak ediyordum; ya ben dönüşseydim? O zamanda beni sever miydi? Yoksa nefret mi ederdi? Belki de çoktan işimi bitirirdi. Tabi bunlar bir varsayımdı. Doğruluğu yaşamadan kanıtlanamazdı ki yaşamak da istemezdim. Onun bana bağlılıkla bakan gözlerinden mahrum kalmak... Şuan olduğu gibi teninin - sayemde - değişken olan ısısından uzaklaşmak istemezdim.

Göz ucuyla baktığımda, varlığının gözümün önünde devleşmesi kadar etkileyici bir görüntü yoktu. Şoföre parayı verirken sergilediği kendine has kibarlığı görülmeli, takdir toplamalıydı. Belki de Alain'i yalnızca ben böyle görüyordum. Belki de sadece beni gözümde bu denli yüceydi. Bana yalan konuşmasını af edemesem de, içimdeki duygulara inadımın lekesini bulaştıramıyordum, yapamıyordum; kıyamıyordum.

Taksiden inmedim, onu bekledim. Bakışlarımızın birbirinden mahrum kalacağı üç saniyelik bir araya girmeden önce, gözlerime baktı. Sonra önce o indi, kapıma kadar ulaşmasını beklemeden ben de indim. Keskin soğukluğa adımımı atar atmaz, gövdesiyle karşı karşıya kaldım. Elimi sıkıca tuttu ve doğrulmama yardım etti. O an aklıma, ormanda montumu giydirirken yüzünde belirlen ifade düştü. Gözlerim Monica'ya odaklı olsa da, bir fotoğrafın arka planında beliren önemli bir ayrıntı gibi görebilmiştim. Üşümeyeyim diye evladını düşünen telaşlı bir baba, bir ağabey ve bir sevgili gibiydi. Benliğimin gizli bir yeri bunlara ihtiyacımın olduğunu söylüyordu. Sevgiye ve ilgiye yönelik duygularım yıllardır diyetteydi. Alain ise, duygularım açısından sahip olmak istenilen en güzel yemekti. Fakat karakterimin en katı ve en belirgin özelliğini taşımaya devam ettiğim sürece, onun hislerini bencilce suistimal etmeyecektim. Zayıf yanım galip gelmeyecekti.

Taksinin kapısını o kapattı. Dudaklarının arasından soğuk bir nefes sızıp anlıma çarptı. Bu sanki ciğerlere çekilen sigara dumanının en tatlı artığıydı; içerler de bir yerlerde boğulup, bir parçasını kurtarmak ister gibi aceleciydi. O tüy kadar hafif çarpma etkisiyle beraber, beynime vurduğu kaos, duygularımı çılgına çevirdi; düşüncelerim canhıraş bir feryat koparırken, hislerime hala teslim olamadığımı anlamam ben de bir sıkıntı yarattı.

"Bir sorun mu var?" dedi, hastanenin bahçesine girer girmez. Dağıldım.

"Hayır."

Elimi tutmaya devam ediyordu. O an, Andre'nin kiraladığı ve sonrasında bizim yüzümüzden hurda haline gelen son model arabası aklıma geldi.

"Arabada hurdaya döndü,"dedim, hastanenin demir kapısından girerken. "Andre'ye çok ayıp olacak. Kiraladığı yere ne diyecek?" Çatık kaşları bir anlığına bozuldu, sonrasında eski halini aldı.

"O bir yolunu bulur." diye kestirip attı.

"Alain, o senin arkadaşın ve araba bizim yüzümüzden o hale geldi. " diye azarladım. Bu arada büyük bahçeyi ardımızda bırakmış, ana kapıya yaklaşmıştık.

"Bunu dert edecek biri değil, inan bana halleder." Şaşkınlık içinde yüzüne baktım. Ona baktığımı fark etmişti, bu yüzden gülümsedi. Gülümserken iki yanağında beliren çukurluğu saatlerce izleyebilirdim. "Anlaşılan birilerinin gözleri yollarda kalmış." dedi, bir anda. Bakışlarımı, onun dikkatle baktığı yere çevirdim, Asena kollarını birbirine dolamış, hoşnutsuz bir ifadeyle, buğulanmış pencerenin ardından bize bakıyordu.

"Sinirli mi görünüyor, yoksa bana mı öyle geliyor?" diye sordum, Asena'ya bakmaya devam ederken. Yüzü uzaktan küçük ve solgun görünüyordu. Belki de saçlarını toplama şekli yüzündendi.

"Evet," dedi, "Biraz." Göz ucuyla yüzüme baktı. Bakışlarımı Asena'dan çekerken, gece mavisi gözleri teğet geçtim. Ana kapıdan ilk benim girmeme müsaade etti ama elimi bırakmadı. Hastanenin içi öyle sıcaktı ki ani ısıdan tüylerim diken diken oldu. Şuan burada, kendisinden başka kimsenin olmadığı danışmadaki kız, ağzını bile açmadan sadece zoraki bir gülümsemeyle başını salladı. Aynı şekilde karşılık verdim. Her zaman otuz iki diş sırıtırdı, fakat gün içinde kesin canını sıkan bir şey olmuştu, ya da çok yorulmuştu. Eh bu da haliyle ruh halini çökertmiş, beden diline ve mimiklerine vurmuştu. Bunun üzerine fazla düşünmedim ve elimden çekiştiren Alain'in peşinden merdivenleri çıktım.

Hasta katına çıktığımızda, bir kaç hemşire ve nöbetçi hasta yakınları gözüme çarptı. Onların dışında bu uzun koridorda da hiç kimse yoktu.

"Ziyaret saati çoktan geçti." dedi, kalın bir kadın sesi. Koridorun diğer ucuna baktım. Daha önce görmediğim bir hemşireydi.

"Siz yenisiniz herhalde?" dedi Alain. Kadın bize neredeyse tamamen yaklaşmıştı. "Biz hastanın yakınlarıyız ve genelde bu saatlerde uğruyoruz." Kadın, hipnotize olmuş gibi, öylece Alain'in yüzüne bakıyordu. Bizim el ele olduğumuzu gördü mü acaba, diye düşünmeden edemedim.

"Evet, yeniyim." dedi, ifadesi de sesi de adeta robot gibiydi, hem de kucağında tuttuğu mavi kaplı dosyayı ezecek kadar sıkıyordu. Tepkimi göstermeden durmam imkansızdı, bu yüzden hala elimi sarmakta olan parmaklarının üzerine tırnaklarımı batırdım. "Yalnız uzun süre kalamazsınız." diye uyardı hemşire, ses tonu nazikti. Öyle bir ruh hali içine girmişti ki ona göre sanki, tüm mitoloji tanrılarının sahip olduğu güzelliklerin tek bir vücutta toplandığı bu adamı kırmak, hayatında işleyeceği en büyük suç olurdu.

Birden Alain'in önüne geçip kadına doğru "Yavaş ol, o benim." Diyesim geldi.

Alain, "Merak etmeyin." derken, başını hafifçe oynatıp, yönünü ondan çevirdi.

Elimi ondan hızla çekip odaya girerek onu arkamda bıraktım. Sinir olduğumu anladığı için çok ufak bir kıkırdama çıktı boğazından. Bunun hesabını başka zaman soracaktım ondan. Ama farklı bir dille ve başka bir üslup ile.

Gözlerimi kocaman açıp, küçük beyaz odayı taramaya başladım. Asena'nın sırtı dönüktü ve hala pencereden karanlık geceye bakıyordu. Andre, hemen pencerenin sağ köşesinde bulunan koltukta oturmuş gazete okuyordu. Bizim geldiğimizi eminim ki anlamıştı - Asena'nın söylemiş olması da muhtemel bir durumdu - ayak seslerimizi duymamış olması imkansızdı. Ama gözlerini bir an olsun gazeteden ayırmamıştı. Bilge'ye döndüğümde, ani bir şokla olduğum yerde dona kaldım. Gözleri açıktı ve bir elinde yenmiş yarım bir muz diğer elinde beyaz bir tablet vardı. Kıvırcık saçları diken diken olmuştu ve yüzü gayet keyifliydi

"Bilge?" dedim, heyecanla. Bilye büyüklüğündeki gözlerini aniden bana çevirdi ve kocaman gülümsedi. Andre, başını gazeteden rahatça kaldırıp bana baktı. Asena ise pozisyonunu korumaya devam ediyordu.

"Sima." Dedi sevinçle tableti yatağın üstüne bırakıp. İnce beyaz kollarını iki yana açtı, Ona doğru gülümseyerek yürüdüm. Yatağın kenarına oturur oturmaz, ince kollarını boğazıma sardı, ayrıca muz hala diğer elindeydi.

"Sen ne ara uyandın?" diye sordum. Doktorlar sürekli uyutuyordu ve iki hafta boyunca, Bilge hiç bu şekilde dinç olmamıştı. Yemek yediği zamanlar hariç hep uyurdu.

"Siz bütün gün yokken." dedi Asena, sitemkar bir ses tonuyla. "Bizi aramayıp bu saate kadar dışarıda gezerken. Hatta aradığımız halde telefonları açmazken." Kollarımı Bilge'den geri çekip, sinirli ve güzel kuzenimin yüzüne baktım.

"Onun yüzünden tekrar uyumak istiyorum. Hatta bu sefer sonsuza dek." dedi Bilge. Ona tekrar baktığımda, gözlerini kocaman açıp, sonrasında abartılı bir biçimde devirdiğini gördüm. Sırtını sıvazlayıp, alnından öptüm. "Tamam tamam sinirlenme," Elindeki muzu Asena'ya doğru uzattı. "Al muz ye." Dedi. Hala muziplikler peşindeydi. Sonra işaret parmağını ona yaklaşmam için oynatı.

"Ne oldu?" dedim fısıldayayarak. O da aynı ses tonuyla "Bunlar fingirdeşiyorlar sana söyleyeyim." Dedi Asena ve Andre için. "Bıktım bunların aşırı kibarlıklarında, flörtöz bakışmalarından." Başımı yan yatırıp ona ikaz dolu bir bakış attım ama bunu yaparken gülümsedim.

"Kendini nasıl hissediyorsun?" diye sordum. Acaba, kendisini bu hale getiren o saldırıcı gecesi hakkında şimdi ne düşünüyordu? Bunu deli gibi bir merakla sormak istedim ama çok yersiz bir soru olacağını bildiğim için isteğimden vazgeçtim.

"Çok iyi. Yani kendimi dinç hissediyorum." Dediği gibi görünüyordu. Yüzünde pek renk yoktu ama biraz olsun aydınlıktı.

"Güzel." dedim, saçlarını sevdim. Sırtını yatak başlığına dayadı ve tableti eline aldı. Asena ise yönünü tamamen bize doğru çevirdi. Kollarını çözmemişti. Gözlerimin içine, sinirlendiği zamanlardaki anaç bakışlarını yolladı. Kaşlarını hareket ettirip, çıkışı gösterdi. Benimle konuşmak istiyordu. Yataktan kalktım ve Alain'in yanında geçerken, omuzlarımı dikleştirdim. Yüzüme bakıp, göz kırptı. Asena çoktan odadan çıkmıştı, bende hiç yapmak istemediğim bir konuşmayı yaşamaya gidiyordum. Büyük bir of çekip, avazım çıktığı kadar bağırabilirdim.

"Neler çeviriyorsunuz?" dedi, Asena. Ben kapıdan çıkar çıkmaz. Önce ki konuşmalarımızı ele alacak olursam şayet; genelde birkaç saniye bakışır, ikimizde konuşmaya kim başlayacak diye düşünürdük. Ama şimdi beklenmedik bir başlangıç yapmıştık.

"Ne işler çevirmemizi isterdin?" dedim gayri ihtiyari bir ruh haliyle. Bir yandan da, saçlarımı darbe yediğim yanağımın üzerine örtmeye çalışıyordum - Belki de bu yüzden düşünmeden cevap vermiştim - Eğer kızarmış ise ki kızarmıştı büyük ihtimalle ve fark ederse bunun bir açıklamasını yapamazdım.

"Sululuğu bırak!" dedi, ellerini yumruk yapıp, belinin iki yanına yerleştirirken. "Tüm bunları, beni çileden çıkarmak için mi yapıyorsun?" Cevap vermedim, onun yerine içindekileri kusmasını bekledim. Beklediğim gibi de oldu zaten. En gereksiz meselelerden tutup, gelecekte olabilecek sorunlarımıza kadar konuştu. Bu süre zarfında, beni evlendirdi, hatta çocuklarımı bile dünyaya getirdi. Gerçekten tipik anne örneğiydi Asena. Üstelik henüz yirmi dört yaşında olmasına rağmen. Bu kadarı da fazla değil miydi?

Asena, bir anda "Bacaklarının haline öyle?" diye soludu. Nefesimi sıkıca tutup, yavaşça dışarı verdim. Üzerimi elimden geldiğince temizlemiştim ama yırtılan kot pantolonumu hesaba katmamıştım. Ayrıca kesiklerin olduğu yerler kurumuş kan lekeleriyle doluydu. Arabadan sürüklenerek çıkarılırken, kırık cam parçalarının tenime bulaştırdığı hatırladım. Ve aklıma ilk gelen yalanı söylemek zorunda kaldım.

"Şey..." Düştüm. "Bir inşaatın yanından geçiyorduk, ayağım takıldı ve demir tellere düştüm." diye yem yutmasını umarak. Bu aralar yalan söylediğim insanları balık olarak görüyordum ve yanılıp boş oltayı çekiyordum.

"Bunlar cam kesiklerine benziyor, bence-"

"Asena!" diye uyardım yumuşak bir dille. "Sorun yok. Bir hemşireye söyler pansuman yaptırırım. Tamam mı? " Bir süre kısılmış gözlerindeki, kurnaz ifadesini üzerime hücum etti.

"Sen bir şeyler çeviriyorsun. Bak söyle bana, kızmayacağım söz veriyorum..." konuştukça konuştu. O dır dır ederken, sevdiğim Post-Rock şarkılarından bir kaçını zihnimin içinde bağıra bağıra söyledim. Daha sonra susmasını fırsat bilerek, konuştum.

"Bitti mi?" dedim, çok sakin bir ses tonuyla. Kaşlarımı bile çatmaya üşeniyordum.

"Bitti." Ellerini belinden indirdi. Dır dır etmekten o bile yorulmuştu.

"Bak sana her şeyi anlatamam. Ama iki hafta önce konuştuğumuz mesele vardı ya hani, " Gözlerini kıstı, an itibariyle hatırladığı belliydi. Bunu onaylamak için, başını salladı. "İşte bu yüzden."

"Ne bu yüzden?"

"Beni nerenle dinliyorsun sen?" derken, sakinliğimi sesimden mahrum bıraktım.

"Ben de sana soruyorum işte, ne 'bu yüzden?' Doğru düzgün açıklamıyorsun ki. " Aklına bir şey gelmiş gibi bir saniye sustu, yeniden konuşmaya başlayınca heyecanlanmıştı. "Pencerede beliren yaratıkları aramaya gittiğinizi söyleme bana." Dedi, keskin bir dille. Demek ki, ikimizden de bu çılgınlığı bekliyordu. Ne diyebilirdim ki? Eğer gerçekten babamı sadece bir yarasa öldürmüş olsaydı, Asena'nın dediği gibi, o yarasanın peşine düşerdim.

Mimiklerime en ufak bir duygu kondurmayıp, gözlerimi kaygan beyaz zemine devirdim. Daima, her lafa cevabı olan ben, şimdi verecek cevap bulamıyordum. Vampirlerden bahsedemezdim, çünkü Asena, buna hem hazır değildi hem de inanmazdı. "Şimdi nerede olduğunuzu söyle bana." diye diretti, ben sorularından kurtulmayı dilerken. Gözlerimi yüzüne odakladım ve meraklı gözlerine baktım. An itibariyle Alain'in gelip beni kurtarmasını istedim. "Evet?

Asena, bu gece vampirler tarafından saldırıya uğradık. O vampirlerden biri bana tokat attı, Alain'de bu yüzden vampirin kolunu kopardı. Ya da daha heyecanlısı, Thalia denen bir vampir ordusunun lideri, bize yardım için birbirinden güzel askerlerini yolladı. Evet, bunları duyar duymaz, kesinlikle, Bilge'yi yataktan kaldırır, onun yerine beni yatırırdı.

"Aslında tüm gün..." gelecek harflerin nasıl bir cümleye konuk olacaklarını bilmeden konuşmaya başladım, ancak odanın kapısı açılınca ağzımı anında kapattım.

"Asena, bir bakar mısın?" dedi, Andre.

Güzel ve takıntılı kuzenim, ses tonunu öyle kibar bir seviyeye düşürdü ki diken üstünde olan beni bile güldürecekti. "Bana bir dakika verir misin? " Gözlerimi şaşkınlıkla açarken, omuzlarımı düşürdüm.

"Ama bu önemli." diye diretti Andre. Sonra bakışları çok ama çok kısa bir süre benimkileri buldu. Siyah gözleriyle, bu hamlesinin planlı olduğunu anlatmaya çalışmıştı sanki.

"Tamam." dedi sonunda Asena. Derin bir nefes alıp, kurtulduğum için tanrıya şükrettim. Hem konuşmadan yırtmıştım, hem de yanağımı fark etmemişti. Bana dönüp tekrar konuşmaya başlamadan önce, gözlerimi kıstım ve dikleştim.

"Neyse, birazdan geleceğim ve konuşmaya devam edeceğiz. Sakın bir yere ayrılma!" dedi, işaret parmağını bana doğru sallayıp.

"Tamam tamam." dedim, geçiştirmeye çalışan bir tavırla. Ama o çoktan arkasını dönmüştü bile. Asena, içeri girince sırtımı duvara dayayıp, koca bir oh çektim. Başımı duvara dayadım. Gözlerimi kapatıp bir süre öylece kalmaya niyetlendim, ancak tanıdık bir kokunun burnuma doluşması ve eş zamanlı olarak soğuk bir elin tenime olan teması bu niyetimi yarıda bıraktı. Gözlerimi açıp, ona baktım.

"Ne haber?" dedim, benden hiç beklemediği sözler karşında gülümsedi.

"İyi. " O da benim gibi sırtını duvara verdi, başını çevirip omuz hizasından yüzüme bakmaya başladı. "Gerçekten pansuman yaptırmalısın." diye önerdi, bakışlarını bacaklarıma devirip. Kaşları ilgiyle kıvırılırken, yüzü hüzünlüydü.

"Lütfen sende başlama. Tamam biraz önce ki hemşireyi bulup, senin selamını söyleyip pansuman yapmasını rica edeceğim." dedim sırıtarak. O da aynı gülümsemeyle karşılık verdi.

"Andre son anda hızır gibi yetişti. " dedim, bakışlarımı ondan alıp, karşı köşedeki merdivenlere bakarak. Konuşmadı. "Cevap vermemek çok sinir bozucu bir duygu." diye devam ettim. Bir süre sessiz kaldık.

Bu sessizliği o bozdu. "Benim gitmem gerek." dedi, sırtını yaslandı duvardan kopardı.

"Nereye?" O ayaklanınca bende ayaklandım. "Nereye gidiyorsun?" Aslında bir kere sormak daha akıllıca bir hareketti, ama ben aklımı yersiz zamanlarda kullandığım için, şuan yaptığım şey normaldi. Karşısında kaşlarını çatmış ve durduk yere atağa geçmiş bir kızın görüntüsü vardı. Onun yerinde başka biri olsa, ne anlamlar çıkarırdı kim bilir. Ama o, yüzümü sanki ilk kez görmüş gibi bakıyordu. Zaten çoğu zaman böyle bakıyordu. Fazla ciddi. Fakat bu bakışı hatırlıyordum; bu bakış, Napoca'ya geldiğimiz ilk gece beni otelde bırakmak zorunda kalırken, gördüğüm isteksiz bakışıydı. Birazda acılı. İşte o acının birazını gözlerinin derinlerinde görünce, avlanmaya gitmek zorunda olduğunu, anlamıştım. "Ah, anladım." diye mırıldandım. Kasılan bedenim, gevşedi. Çatık kaşlarım normale döndü. Muhtemelen bir saat boyunca yanımda olmayacaktı, ve bende burada kalıp onu bekleyecektim. Hatta, Asena ile yarım kalan konuşmamızı yapmak zorunda kalacaktım.

"Ben de geleyim mi?" diye sordum, düşünmeden. Yüz ifadesi sarsıldı. Çatık kaşları titredi.

Usulca "Saçmalama." dedi. "Gelemezsin."

"Nedenmiş o ?" Israrım üzerine sinirlendi ama bunu bana yansıtmamak için kendini tuttu.

"Güvenli değil." dedi. Cevabı beni tatmin etmemişti.

"Başka?" Kollarımı göğsümde kavuşturmak yerine, ceketimin ceplerine soktum. Tek ayağımla yere ritim tutmamak için çok uğraştım. Bir adım yürüdü ve durup tekrar bana döndü. O gece ki kadar aç değildi bunu görebiliyordum, bu sessiz sızlanmalarının sebebi, benimle tartışıp tartışmama konusunda kararsız kalmasıydı. Çok acıkmadığı için, mantıklı düşünebiliyordu. Kendini kaybetme riski yoktu, bu yüzden benimle bir tartışma içerisinde girip, kalbimi kırmayacaktı. Böyle düşündüğünü tahmin etmekte zor değildi açıkçası.

"Hemen gidip geleceğim. Zaten benden sonra sıra Andre'de."

"Sahi, o nasıl böylesine dirençli durabiliyor?" diye sordum, ona doğru yürüdüm ve benimle beraber yürümesini sağlamak için yönümü merdivenlerin olduğu kısma çevirdim. Onu lafa tutup, binanın çıkışına kadar götürecektim.

"O benden daha dayanıklıdır." dedi, adımlarımı takip ediyordu. "Sahi merak ediyorum da?" diye ekledi, merdivenlerin başına ikimizde varınca, "Neden bu kadar ısrarcısın?" Temeli çürük planımı anlamıştı. Utansam mı, yoksa üste mi çıksam bilemedim. "Sima, gelmiyorsun!" İlk basamağa adım atmadan önce kolumu tuttu ve adım atmamı engellemeye çalıştı.

"Ama- " ile başlayan itirazımı havada kapıp, gerisini getirmemi engelledi.

"Merak etme, Andre'ye tembih ettim; seni Asena ile yalnız bırakmayacak." dedi, sonra boynunu bana doğru uzattı ve acıyan alnıma dudaklarını bastırdı. Bir basamak aşağıda olsa da, boyu hala çok uzundu. Bu pozisyondayken bile omuzlarına geliyordum. Acıktığı için şimdi biraz daha soğuyan tenini, alnımda hissetmiştim. Eğer gerçekten büyü denen şey hala varsa, bu kesinlikle Alain'in dudakları arasında hayat buluyordu. Dudaklarının himayesine girmiş alnımdan, kokumu içine yavaşça çekerken, gözlerim onun gözlerine eşlik edip perdelerini kapattı. Neredeyse çenesi burnuma değecekti ama hemen kendini geri çekti. Başımın bir yanını sever gibi okşadıktan sonra hızlı adımlarla merdivenleri inmeye başladı.

Continue Reading

You'll Also Like

583K 25.2K 50
Ülkenin tüm kötülerinin hapsedildiği yer İflah Olmazlar'da bir kadının şehrin efendisine açtığı savaşın çıkmazı burası. Yandığı intikam ateşi ile şeh...
1.8M 52K 49
-"Ah Tanrım! Beni korkuttun." Kelimelerin döküldüğü dudaklarının kıpırtısıyla dudaklarımı yaladım. Ona eşlik eden sesi kulaklarımı okşadı. Erkekliğ...
115K 5.1K 13
"MARDİN'DE AŞK" Birbirlerine olan aşklarını ifade etmek için konuşmaya gerek yok . Belki de sessizlik, kalplerinin birbirine daha da yakınlaşmasına...
6.8M 623K 72
Elzem Akay'ın sıradan ama güzel bir hayatı vardı. En iyi okullarda okumuş, en güzel oyuncaklara ve kıyafetlere sahip olmuştu. En değerli mücevherler...