BİR KİBRİTLE 𝘠𝘖𝘒 OLMAK

By zanegzo

7M 654K 563K

❝İnsan bir kutu kibrite benzer. Varolur, yanar ve söner.❞ Bu hayatta nasıl bir kibrit olacağına sen karar ve... More

BİR KİBRİTLE 𝘠𝘖𝘒 OLMAK
Bilgilendirme
Gelecekten Kesit
İLK KİBRİT
2. KİBRİT
3. KİBRİT
4. KİBRİT
5. KİBRİT
6. KİBRİT
7. KİBRİT
8. KİBRİT
9. KİBRİT
10. KİBRİT
11. KİBRİT
12. KİBRİT
13. KİBRİT
14. KİBRİT
15. KİBRİT
16. KİBRİT
17. KİBRİT
18. KİBRİT
19. KİBRİT
20. KİBRİT
21. KİBRİT
22. KİBRİT
23. KİBRİT
24. KİBRİT
25. KİBRİT
26. KİBRİT
28. KİBRİT
29. KİBRİT
30. KİBRİT
31. KİBRİT
32. KİBRİT
ÖZEL KİBRİT
ÖZEL KİBRİT II
ÖZEL KİBRİT III
33. KİBRİT
34. KİBRİT
35. KİBRİT
36. KİBRİT
37. KİBRİT
38. KİBRİT
39. KİBRİT
40. KİBRİT
41. KİBRİT
42. KİBRİT
43. KİBRİT
44. KİBRİT
45. KİBRİT
46. KİBRİT
47. KİBRİT
48. KİBRİT

27. KİBRİT

113K 12.6K 13.2K
By zanegzo

«Ben bugün öldüm biraz,
seni ilk gördüğüm yerde.
Ve sonra gidip cesedimi bıraktım,
beni ilk öptüğün yerde.
| Oğuz Atay»

Dudaklarının tadını merak etmemek elde değil. Öperim öpmesine de bağımlılık yapar diye korkuyorum, Balkan kızı.

TALİA ALAZ

| Şimdiki zaman, Türkiye Cumhuriyeti |

Kasırgadan etkilenmeyen tek şey, ateş böcekleridir, derdi babam. Siz hiç ateş böceği gördünüz mü?

Yaşım yirmi dört olmasına rağmen küçükken annemin bahsettiği ateş böceklerini hiç görmememiştim. Türkiye'de bulunmuştum, Balkanlar'da bulunmuştum, dünya üzerinde birçok ülkeye ayak basmıştım ama ateş böcekleri yoktu.

Ateş böcekleri benim çocukluğumdu ve çocukluğumdan geriye hiçbir şey kalmadığını hissederdim.

Ta ki, şimdiye kadar. Şimdi ise çocukluğumdan kalan bir şeyler vardı.

Ben Talia Alaz. Adımın anlamı ise; kısmet, şans ve tulu eden demekti. Tulu eden ne demekti hiçbir zaman araştırmamıştım çünkü beni ilgilendiren adımın anlamında geçen o isimdi.

Ulu.

Adımın anlamında bile saklı olan o ismi nasıl unutabilirdim ki?

Ben Talia Alaz. Bundan on altı yıl önce ayrıldığım topraklara tekrar adım atmıştım. Benim için paha biçilemez bir histi. Burnumda tüten o kokuyu yıllar sonra tekrar solumuştum. Bir zamanlar hiç solumayacağımı düşünüyordum.

Beni tekrar buraya getiren kişiyi nasıl hatırlamazdım ki?

Ben Talia Alaz. Küçüklüğünden beri zorbalığa uğramış, annesinin küçük kırmızı ateş böceği, tek varlığı kız kardeşi olan o kadındım. Ne babama ne de anneme doyabilmiştim. Tam her şeye aklımın ermeye başladığında ikisi de hayatımdan çıkıp gitmişti. Bana aile olabilecek tek adam karşımdaydı.

Akif Cesur Beton, gözlerine yerleşen hayal kırıklığıyla bana bakıyordu.

Ben herkesten daha çok kırıktım; kırgındım. Bağırıp, çağırıp, ortalığı birbirine katıp, hesap sormak istiyordum. Fakat insanlar, "Sen kim oluyorsun da hesap soruyorsun?" der diye ağzımı bile açamıyordum. Herkesin hayatı devam etmişti. Yokluğuma alışılmıştı ve varlığım gözlerinin önünde hiç olmamıştı.

Ben kim oluyorum da insanların hayatlarında önemli bir yere sahip olacaktım?

En başından beri yaptığım gibi sustum. Aylardır sustum. Yıllardır zaten susuyordum. Fakat benim de bir patlama noktam olacaktı.

Elimi sertçe masaya vurmuştum. Yapmamam gerekiyordu. Karşımdaki rütbeli askerlere bu denli saygısızlığı yapmamam gerekiyordu, hatta yaptığım bir suçtu fakat o mavi gözlerin beni tanıdığını bildiğim için bundan yüz buldum. Göğsünü yumruklamak istiyordum. "Senin karşında kimse duramaz, sen Yeşil Dev'sin!" demek istiyordum. "Beni ve kardeşimi yaban ellere nasıl bıraktın?!"

Diyemiyordum. Diyememiştim. Onun yerine, "Benimle konuşuyorsan konuş!" demiştim. "Konuşmuyorsan da yetkili birini çağır!"

Binbaşı Beton hiçbir şey hatırlamadığımı sanıyordu. Keza ondan sonraki en yüksek rütbeli kişi, Yüzbaşı Barut da öyle sanıyordu. Ben kendimce onlara bir ceza vermiştim. Unutmak. Onları unutmuş gibi davranıyordum. Yaptığım çocukluktu belki de ama çok sürdürmeyi de düşünmüyordum. Sadece içim soğusun istiyordum ama aslında hepimize ceza verdiğimin farkında değildim.

Hayalet Timi odadan çıktıktan sonra geriye yalnızca Binbaşı Beton kalmıştı.

"Öncelikle bana bizler hakkında neler bildiğini söylemen gerekiyor," dedi. Benim gibi o da soğuktu. Onu tanımadığımı düşünüyordu. "Seni bu hava üssüne aldığım için beni pişman edecek misin?"

"Buna siz karar vereceksiniz, binbaşı. Pişman olup olmamak sizin elinizde," dedim kendimden emin bir şekilde.

"Seni buraya getiren tim, sana neler söyledi. Neler biliyorsun?"

"Hiçbir şey," dedim net bir dille. "Üsse gelmeyi kabul edersem her şeyi öğreneceğim söylendi. Fakat birkaç tahminim var."

Peter Kalovski yüzünden burada olduğuma emindim. Beni onun elinden alıp buraya getirmişlerdi. Yüksek ihtimalle de dayım hakkımda bildiklerimi söylememi isteyeceklerdi. Bunca yıllar kör olan ben bile fark ettiysem, Türk askerleri dayımın bir terörist olduğunu hayli hayli fark ederlerdi.

"Bugün öğreneceklerin sana ağır gelebilir Talia," dedi kalın çıkan sesiyle. "Nereden başlayacağımı kestiremiyorum."

"Dayımın bir ITO üyesi olmasıyla başlayabiliriz," dedim ılımlı bir tonda. Koltuğa geçip tekrar oturduğumda az öncekinden daha az gergin görünüyordum.

Kaşlarını çattı. "Biliyor muydun?" diye sordu sesinden yayılan şaşkınlıkla. "Dayının bir ITO üyesi olduğundan haberdar mıydın, ufaklık?"

"Çok yeni öğrendim..." Derin bir nefes aldım. "Bunca zaman bir teröriste dayı dediğimi bilmiyordum."

"Kötü bir şey olsa da durumdan haberdar olmana sevindim," dedi çaresizce. Kelimeler kifayetsiz kalıyordu. "Eğer bu içini rahatlatıp bana öfkeyle bakmanı kesecekse, dayının bir ITO üyesi olduğunu ben de aylar önce öğrendim sayılır. O hiçbir zaman sandığın gibi bir adam olmadı, Talia." Gözlerime acı bir şekilde baktı. "Yalanlarla büyütüldün ve bir silah olmak için kullanılmak üzeresin."

"Nasıl bir silah?" diye sorarken dudaklarım titredi. En ufak şeyde dudaklarım zangır zangır titrerdi.

"Sen dayın için önemli bir hazinesin," dedi. Tıpkı yıllardır dayımın bana, "Değerli emanetim," demesi gibi. "Bunları sana anlatacağım ama öncesinde başka şeyler konuşmamız gerekiyor. Ailen gibi."

"Ailem..." İç çektim. "Annem ve babam nasıl öldü, binbaşı?" Bu almaktan korktuğum bir cevaptı. Annemi küçükken televizyonda gördüğümü hatırlıyordum. Üstü başı kan içindeydi. Bir şeyler anlatıyordu ama ne dediğini anlamıyordum. Hiçbir zamanda anlayamamıştım. Sonrasında annem de babam da benden koparılmıştı. İkisini de hep öldü bilmiştim. Geri kalan her şey benim için bir pusudan ibaretti.

"Senin bildiğin nedir?" diye sordu.

"Babam vatanına ihanet eden bir asker olduğu için hüküm giymiş. Aynı şekilde annem de. Vatana ihanetten yargılanmışlar. İkisi de kaldıkları koğuşta milliyetçi mahkûmlar tarafından öldürülmüş," dedim ezbere bir şekilde. Bana anlatılan buydu. Dayım bana hep bunu söylerdi. "Resmi kayıtlarda ölü olarak gözükmüyorlar."

Gözlerine kırmızılık yerleştiğinde öfkelendiği aldığı sert soluklardan bile belli oluyordu. "Bu tamamen saçmalık!" dedi. Elini masaya vurdu ve o vurunca, benim dakikalar önce vuruşumun hiçbir şey olmadığını anladım. "Ne annen ne de baban hiçbir zaman vatanına ihanet etmedi! Tam aksine vatana ihanet etmek yerine ölmeyi tercih ettiler!"

Kendimi tutamadım. Gözlerimde akmayı bekleyen yaşlar sicim sicim damlarken başımı eğdim. Binbaşı Beton yanıma gelip başımı kaldırdı. "Eğme başını," dedi sertçe. "Ayhan abim gibi dik dur. Başını eğecek olan sen değilsin Talia!"

"Ben..." Kelimeleri geri yuttum. Annem ve babam suçsuzlardı bunu biliyordum. Dayım da aynısını söylerdi fakat farklı yollarla söylüyordu. Hiçbir zaman ihanet etmediler, onlar ölmeyi seçenlerdi.

"İçimde bir yerde hep böyle olduğuna inandım fakat dayım hep aksini iddia etti," dedim titreyen sesimle. "Bize Türkiye'yi kötüledi. Buradan sürgün edildiğimizi söyledi. Bu dili konuşmamamız gerektiğini, insanlardan Türk olduğumuzu saklamamızı istedi." Halbuki ben Türk kızıydım. Fakat öyle olmamı istememişlerdi. "Soyadımızı bile değiştirecekti. Hiçbir zaman kabul etmedim, edemezdim. Babamdan kalan tek şeyim, soyadımdı."

"Sen her zaman akıllı biri oldun," dedi gururlu bir sesle. "Seni kim büyütürse büyütsün annen ve babana çekmişsin. Aferin Talia."

"Ben atanmayı bekleyen bir doktorum," dedim. "Güvenlik soruşturmam anne ve babamın gaip olarak gözükmesinden dolayı tamamlanamadı. Halen devam ediyor."

"Hakkında her şeyi biliyoruz."

"Bundan aylar önce..." Sert bir soluk aldım. Nefes alamıyordum. Fenalaşıyordum. İçim içime sığmıyordu bir türlü. "Baştan anlatsam iyi olacak. Hobi olarak çiçek yetiştiriciliği yapıyorum. Bilimsel olarak çiçeklerle ilgili projelerle ilgileniyordum. Çünkü işsizdim ve kendimi oyalayacak bir şeyler bulduğumu sanmıştım fakat aslında dayımın oyununa gelmişim. Gizliden gizliye bana çiçekleri aşıladı ve ben de boşlukta olduğum için çiçeklerle ilgilendim."

Beni ilgiyle dinlemeye devam etti. "İlgilendiğim yalnızca çiçekler değilmiş, farkında olmadan yasaklı madde taşıyıcılığı yapmışım," dediğimde bunu biliyormuş gibi bana baktı. "Ki yakalandım da, il sınır kontrol polisleri tarafından gözaltına alındım."

"Haberim var Talia," dedi. "Hayalet Timi seni takip ediyordu ve bu olay büyümeden Yüzbaşı Barut seni oradan çıkarttı. Birkaç saat orada kaldın ama aynı gün içinde çıkmanı sağladılar."

Dayım kendisi çıkartmış gibi davranmıştı. Aslında beni çıkartan Ulu'ydu. Bunu bana söylediklerinde onlara inanmamıştım bile.

"Orada gözüm açıldı. O zamana kadar yemin ediyorum ki hiçbir şeyin farkında değildim. Anlamaya çalıştım, hatta dayıma bile oyun oynandığını düşündüm," dedim saf duygularla. Dayımın bize hep iyi davrandığını, el üstünde tuttuğunu düşünmüştüm. "Çünkü dayım çok başarılıydı. Fazla başarının birçok kıskançlık getirdiğinden bahsederdi. Bu yüzden her ne kadar kendisi mükemmel bir insan olsa da çevresinde onu düşürmek isteyen kötü insanlar var sanırdım. Ki kendisi de öyle anlatırdı. Asıl kötü olan dayımmış..."

Bana anlattıklarının yalan olduğunu bilmek kalbimin sıkışmasına neden oluyordu. Aynı acıyı paylaşıyoruz sanıyordum. Tek bildiğim palavra olduğuydu. Ben bununla nasıl başa edecektim bilmiyordum. Hayatım elimden kayıp gitmiş gibi hissediyordum.

"Ben gözaltına alındığımda dayım geldi, karakoldan beni çıkardı. Normal değildi. Benim uyuşturucu kullandığımı iddia etti. Bağımlıymışım, bu yüzden arabamdan bir tür madde çıkmış."

Kaşlarını çattığında, "Bağımlı derken?" dedi.

"ITO'nun ürettiği maddeleri değil de, kafa dağıtmak için kullanılan uyuşturucularla suçladı beni. Kendi gözümle gördüm. Yeni doğmuş bebek bile o maddeyi bilir çünkü herkes ITO gibi bir tehlikenin farkında ve direkt olarak buna doğuyor," diye mırıldandım. Vücudum zangır zangır titriyordu.

"Sana acilen test yapmalıyız." Gözlerini sıkıca kapattı. "Pezevenk bu kadar ileriye nasıl gidebilir? Kendi öz yeğenine bile bunu nasıl yaparsın lan?!" Son konuştukları Türkçe'ydi.

"Yasadışı test yapmak zorunda kaldım, dayımın haberinin olmaması gerekiyordu. Bunun için Balkanlar'ın bilinen mafyası olan Admir'in oğlu Nikolai ile anlaştım. Yüzbaşınız, Admir ve oğlunun kim olduğunu biliyor," diyerek açıkladım. "Test sonuçlarına göre vücudumda barınan birçok madde çıktı. Çok ağır psikolojik hastaların kullandığı ilaçlar. Çoğu da insanı deli eden türden. Zihinlerini boşaltmaları için yardımcı oluyor. İnsanı uyuşturuyor..."

Kaşları havaya kalktı. "Seni içten içe kontrol mü ediyormuş yani?" diye sorarken şaşırdığı herhalukarda belli oluyordu.

"Evet," dedim kısık çıkan sesle. "Onun etrafında, yanında, evinde bulunan herkese de bunu yapıyor. Eşi Vesna'nın çok sessiz sakin bir kadın olduğunu düşünüyordum ama hayır, bunu bilerek yapıyor."

Kafasını iki yana salladı. "Ben de bu kanı bozukla kim evlenir ki diyordum..."

"Masum olup olmadığını bilmiyorum ama kardeşim var. Yine kardeşimden ayırmadığım küçük kuzenim Angela," diye fısıldadım. "Biri bebek daha diğeri ise ergenliğe girmiş çocuk." Gözlerinin içine yalvarırcasına baktım. "Onları dayımla tek bir saniye bile bırakmak istemiyorum, binbaşı. Onları da kurtarmalıyız."

"Bütün olayları çözdükten sonra, bir yoluna bakacağız, Talia," dedi sakinlikle. "Sen anlatmaya devam et."

"Günler, haftalar geçti derken dayımın arkasından hep gizli işler çevirdim. Dayımda bir anormallik olduğunu anlamıştım." dedim. "Üstelik sonuçlanan bir davası varmış. Annemin şehit mertebesinde gözükmesi için Türkiye'ye dava açmış. Türkiye bunu reddetmiş. Dayım peşini bırakmadı. Ona olan güvenim tamamen gitmişti. Annemin hainlikle suçlandığını söylemesine rağmen  şehit olarak gözükmesi için çabalıyordu."

"Neden şehit olarak gözükmesini istediğini biliyor musun?"

Kafamı iki yana salladım. "Cevabını merak ettiğim tek soru bu."

"Yıllar önce yeni bir yasa yürürlüğe girdi. Bu yasaya göre şehit çocukları daha çok ayrıcalıktan yararlanacaktı. İsterse devlette daha kolay iş bulacak, güvenlik soruşturmasına takılmayacak, kadrolu çalışan olacaktı. Güvenlik soruşturması en büyük artıydı. Bundan dolayı işsiz kalan birçok insan var. Şehit çocuklarına her şey sağlanacaktı," dediğinde kaşlarımı çattım. Hiçbir şey anlamamıştım.

Masasının başına gittiğinde duvara dayalı evrak dolabını açtı. Kısa süre dosyalara baktıktan sonra bir dosya alıp geldi. "Şu kanunu oku, ne demek istediğimi çok daha iyi anlayacaksın. Türkçe bilmediğin için sana İngilizcesini veriyorum."

Dosyayı kavradığım gibi baştan sona dikkatlice okumaya başladım. Bu ülke için canını veren kişilerin ailelerinin ne türlü destek alacağı, nelerden yararlanacağı ve nasıl karşılanacağı yazıyordu. Her bir sayfayı okudukça kaşlarım havaya kalkıyordu. Çok fazla şey vardı. Annem babam bu ülke için şehit oldularsa, bağlı olduğu vatanı şehitlerin arkada kalan evlatlarını yalnız bırakmıyordu. Kendi evladıymış gibi sarıp sarmalıyordu. İçime bir hüzün çöktüğünde kirpiklerimi kırptım. Belki de biz bu ülkeden gitmeseydik kendimizi hiçbir zaman yalnız hissetmeyecektik.

"Bu..." Sesim kesildi. Nefesim soluğumdan aşağıya inmiyordu. "Çok fazla..."

"Dayının gözünde bu yüzden çok değerli olman lazım Talia," dedi hoşnut olmayan bir tonda. "Eğer annen ve baban şehit mertebesinde olsaydı sen ve kardeşin devletin bir kolu olacaktınız. Bu sayede dayınız sizi kullanarak istediği her şeyi yapabilecek ITO'nun içimize daha çok sızmasına neden olacaktı."

Nefes almam iyice zorlaştı. Yirmi dört yıllık hayatım film şeridi gibi gözlerimin önünden geçti. Dayım, annemin şehitlik mertebesinde gözükmesini bu yüzden istiyordu. Şehit olan ablasının çocuklarının tüm haklardan yararlanmasını, devletin evlatları olmasını istiyordu. Bu sayede tüm güvenlikten kolayca geçecek, biz aracığıyla istediğini yapacaktı.

"Bunu en başından beri biliyor muydunuz?" diye sorduğumda gözüm seğiriyordu. Yaşadığım duygu geçişlerinden ötürü, kafayı yeme noktasına gelmiştim. Oturduğum yerden kalkıp binbaşının tam karşısında durdum. "Bunu bana söylemek in Türkiye'ye gelmemi mi beklediniz? Bunu bana nasıl daha önce söylemezsiniz? Ben belki de bu adamın ekmeğine defalarca yağ sürdüm!"

Ellerini omuzlarıma koyduğunda yavaşça sıktı. "Sakin ol Talia," dedi benim aksime ılımlı bir tavırla. "Sadece şüpheli gördüğümüz durumlarda hem bu ülke için canını verenleri hem de yakınlarını korumak amacıyla kayıtlarda bazı değişiklikler yapabiliyoruz. Eğer yurtdışına gitmeyip burada yaşasaydınız annen ve babam şehit olarak gözükecekti. Yurtdışına yerleşmeniz bundan on altı yıl önce şüpheli olarak gözüktü ve üstlerim böyle bir karar aldı."

Onlar her şeyi düşünmüştü. Her şeyi düşünmüştü. Fakat bir tek bizi düşünmemişlerdi. Kendi ülkelerini korurken bu ülkenin yetim kalan iki çocuğunu koruyamamışlardı. Benim canımı acıtan da, benim canımı yakan da, beni benden eden de buydu.

"Senden hiçbir şeyi gizlemeyeceğiz," dedi. Benden ayrıldığında kilitli bir kutudan zarflar çıkardı. Gözlerimi kısarak ne olduğuna baktım. Hepsi birer mektuptu. Çok fazla vardı. "Bunun için bir adım atmak istiyoruz. Bunlar babanın zamanında bana göndermiş olduğu mektuplar, belli ki unuttuğun çok şey var. Sana bir tercüman getireceğim ve onunla birlikte tüm mektupları okursun. Saatler sürebilir."

"Ne unutmuşum ki ben?" diye sordum mavi gözlerinin içine bakarak.

"Kim olduğunu," dedi sıkıntıyla. "Kimin kızı olduğunu, hangi ülkenin evladı olduğunu..." Çenesi kasıldı. "Ben senin çocukluğunu bile biliyorum ama sen beni hatırlamıyorsun. Asker adam olduğum için sürekli maskeyle gezerim fakat sen geleceksin diye, uçağın indiği andan itibaren maske bile takmadım ben! Görünce beni hatırlaman için!" Kafasını iki yana salladı. "Türkiye'ye dair her şeyi unutmuşsun!"

Elimi açıp kutuyu zorla bıraktı. "Bunları okuman lazım. Hem de en kısa sürede," dedi kalın bir sesle. "Oku da neyin ne olduğunu gör. Umarım bizi hatırlamanda sana yardımcı olur. Gidip tercüman getireceğim."

Yaşadığı hayal kırıklığıyla arkasını döndü. İri cüssesi göz dolduruyordu, bedeni sertçe gerildi. İlerlediği sırada arkasından kısıkça Türkçe seslendim.

"Yeşil Dev..."

Adımları durdu.

Fakat arkasına dönmedi.

"Ne dedin sen?" diye seslendi. Olduğu yerde öylece kalmıştı.

"Yeşil Dev, dedim. Lakabın bu değil miydi?" dedim özlem duyduğum dilde konuşmaya devam ederken.

"Evet ama..." Geniş omuzları iyice gerildi. "Türkçe konuşuyorsun?"

Daha fazla dayanamayıp aramızdaki mesafeyi kapattım ve ona arkasından sarıldım. Onun bedeninin yanında benim bedenim küçücük kalıyordu. Kollarım bedeninde bir araya gelmiyordu. Küçüklüğümde de kocaman bir şeydi; büyüdüğümde iyice kocaman bir şey olmuştu. Yeşil Dev değildi yalnızca Yeşil Dev Dev'di. İkilemişti kendini.

"Ben çoğu şeyi hatırlıyorum..." Sesim gitgide kısıldı. Çok garipti. Yıllar sonra tekrar Türkçe konuşuyordum. Sanki ilk kez konuşmayı öğrenmiş gibiydim. "İnsanları net bir şekilde hatırlıyorum. Ama çoğu olay aklımda yok. Mesela Türkiye'den nasıl ayrıldığımı hatırlamıyorum ama Makedonya'ya yerleşince dayımın hep, 'Anneniz de babanız da artık yok' dediğini hatırlıyorum. Ben annem ve babam da bizimle gelecek sandım. Gelmediler..."

Yüzüm uyuşmuştu. Ağlamamak için kendimi o kadar sıkmıştım ki, burnumdaki damarlar çatlayacaktı. "Kimse gelmedi... Ben hep birileri gelir, bizi alır, götürür diye bekledim! Kimse gelmedi! Niye gelmediniz ki!"

"Geldim ben," dediğinde yavaşça bana doğru döndü. "Havalimanına da, sonrasında Makedonya'ya da geldim. Ben Ayhan abimin emanetleri arkada bırakacak adam mıydım? Geldim seni gördüm. Okulundaydın. Çok mutluydun. Seni lojmanda hep ağlarken görürdüm ama orada mutlu gibiydin. Sonra pezevenk dayın çıkageldi. Ülkeye girdiğimden haberi olmuş. Uzaklaştırma kararı almış. Yasalara uymam gerektiğini söyledi. Senin çok mutlu olduğunu, herkesi unuttuğunu, aklını bulandırmamam gerektiğini söyledi!"

"Ben her sabah okula bir gün Türkiye'ye geri gideceğim diye gittim!" dedim haykırırcasına. "Dayım eğer onun sözünü dinlersem ertesi gün Türkiye'ye döneceğimizi söyledi ve her sabah bana bunu dedi! Ben Türkiye'ye dönmek umuduyla mutluymuşum gibi davrandım çünkü bunu benden isteyen dayımdı!"

Gözlerine öfke sindi. "O dayının belasını sik-" durdu, "Silkeceğim! Onu elimden kimse kurtaramayacak!"

"Olan oldu artık," dedim. "Geçti bunca zaman..." Kirpiklerimi düşürdüm. "Ya hiç gelmeseydiniz? Ben bunun umuduyla yaşadım hep. Beni hayatta tutan tek şey bu ve kardeşimin varlığıydı, Yeşil Dev."

"Sen hiç merak etme Talia," dedi güç veren bir sesle. "Andım olsun dünyanın bir ucunda da olsan hiçbir zaman yalnız hissetmeyeceksin kendini. Arkanda bizim olduğumuzu, varlığımızı hep hissedeceksin." Beni kaslı kollarının arasına aldı ve sıkıca sarıldı. "Şükürler olsun. Yüreğime indirdin!" Hafifçe geriye çekildi. "Ne diye ecnebi dili konuşup durdun da bizi tanımıyormuş gibi davrandın?!"

"Etrafımda kimin dost kimin düşman olduğunu bilmiyorum ki..." Ondan tamamen ayrıldım. "Dayım beni Türkiye'yi, Türkçe'yi, herkesi unutmuş diye biliyor. Etrafında onun adamları olabilirdi. Riske atamazdım. Hem siz askersiniz, çoğunuzun kimliği gizli. Tanıyormuş gibi davranamazdım."

Kaşları önce havaya kalktı. Sonra normal formuna aldığında çattı. En sonunda ise gülmeye başladı. "Sen küçükken de akıllıydın," dedi bu durumdan hoşnut olduğunu belli ederken. "Aferin, iyi düşünmüşsün."

"Şey," dedim çekingen bir tavırla. "O da bilmiyor. Hiçbir şeyden haberi yok."

Anlamayan gözlerle baktı. "O?"

"Ulukurt," dedim.

Şaşkınlıkla, "Onu hatırladın mı sen?" dedi.

Kafamı hızlıca salladım. "Hep biliyordum ki... Dediğim gibi hepimiz tehlikede olduğumuz için söylemedim. Ona yine ben söylemek istiyorum. Bir şey belli etmesen olur mu, Yeşil Dev?"

"Tamam sen nasıl istersen," dedi. "Yine de mektupları oku. Hiçbir şeyden geri kalma. Ben seni yalnız bırakacağım. Buna ihtiyacın olacak çünkü." Odadan çıkmadan önce bana tekrar sarıldığında rahatlamışa benziyordu. Ben daha çok rahatlamıştım. Kuş kadar hafiflemiştim.

Bana verdiği mektupları teker teker okumaya başladım. Babamı severdim ama onu çok fazla görmediğim için derin bir bağım yoktu. Anneme daha düşkündüm. Babamın yokluğuna çocukluğumdan beri alışmıştım ama annemi iki günden fazla görmesem hemen ağlamaya başlardım. Benim güzel kızlarım, derdi Makedonca. Onunla daha çok vakit geçirdiğim için yokluğunu çok aramıştım.

Bu yüzden kendimi bildim bileli hep annemi örnek aldım; onun gibi olmak için çabaladım. Doktorluğu da bu yüzden çocukluğumdan beri isterdim.

Babamı ayda bir kere görürsem sevinirdim. Çok aramazdım onu, askerdi ve askerlerin evi vatanıydı, bilirdim. Mektupları okudukça aslında ne kadar çok yanıldığımı gördüm. Büyük bir üzüntüye kapıldığımda çoktan kendimden geçmiştim. Babam bizden uzakta da olsa, aslında hep bizim için çabalamıştı. Benimle ilgili yapacaklarını Akif Cesur Beton'a anlatmıştı.

Kızım büyüyünce asker olacak, demişti. Ben dayısının hakkından gelemezsem kızım kesin gelecek, diye eklemişti.

Kızın asker olamamıştı, baba.

Her gönderdiği mektupta benimle ilgili şeyler vardı. Babam bizden uzakta olsa da aslında hep yanıbaşımızdaymış, ben fark edememiştim. Ağlamaktan mektupları okuyamıyordum bile. Deli gibi ağlıyordum. Mektuplar beni çok kötü yapmıştı ve kendimi çoktan kaybetmiştim.

Odanın kapısı sertçe açıldı. İçeriye giren kişiyle ıslak kirpiklerimi kaldırdım. O'nu karşımda gördüm. Kibritle oynayacağım diye babasından dayak yiyen, eli kibrit tutmaktan barut kokan, tek oyuncağı kibrit olan O'nu gördüm.

Yıllar sonra yine karşımdaydı. Yıllar sonra...

Ağlama krizim bitmek bilmezken oturduğum yerden kalktığı gibi onun dibinde bittim. Kollarımı kaldırıp ona sıkıca sarıldım. Tıpkı küçükken olduğu gibi kemiklerini kıracak kadar çok sıktım. Kokusunu içime çektim. Onda kaybettiğim çocukluğumu soludum. Babama benzer olan kokusunu içime çektim. Benim için Türkiye'den ibaret olan O'na sıkıca sarıldım.

Ulu'ya sarıldım. Ulu'ya...

"Balkan kızı," dedi Türkçe sözcüklerle. Ona sarılmamı beklemiyor olacak ki öylece kalakalmıştı. Hiçbir tepki vermiyordu. Bedeni taş kesilmişti.

"Bana bak..." Yüzümü kaldırmaya çalışsa da ona öyle kenetlenmiştim ki, göğsünün orta yerine kendimi saklamıştım. "Sakinleş," dedi alçak bir tonda. Ellerini saçlarımın üstünde hissettiğimde hıçkırdım. Gözümden düşen yaşlar koyu renkteki kamuflajını ıslatıyordu. "Şşş."

"Ben bu saatten sonra nasıl yaşayacağım?" diye sorarken yüzüm ona gömülü olduğu için sesim pürüzlü ve boğuk çıkmıştı. "Babamın mektuplarını okudum ve ölmek istedim. Hiçbir şey düşündüğüm, sandığın gibi değilmiş. Ben bu acıya nasıl katlanacağım? Babamın dediği hiçbir şey gerçekleşmedi. Ne umduysa ne vasiyet ettiyse yerine getirilmedi. Yüreğim çok yanıyor. İçim nasıl soğuyacak, bilmiyorum."

Ağlamaya devam ettim. "Aylardır geçer sanıyorum, geçmiyor. Ben—"

"Anladığım dilde konuş," dedi İngilizce konuşmaya başladığında. O diyene kadar ne dilde konuştuğumun farkında değildim. Beni anlamadığına göre Türkçe ya da İngilizce konuşmamıştım. Özellikle yapmamıştım bu sefer, şu an çok anlaşılmaya ihtiyacım vardı ama beni kimsenin anlamayacağını hissediyordum.

"Hadi," diye tekrarladı. "Ne diyeceksen anladığım dilde söyle. Seni anlamak istiyorum."

"En acısı da bu ya," derken yavaşça geriye çekildim. Bana anlamayan bakışlarla bakıyordu. Toprağı anımsatan gözleri ifadesizdi. Elimin tersiyle gözlerimdeki yaşı sildim. "Aynı dili konuşsak da anlamayacaksın ki beni. Çünkü kurtarılmayı bekleyen hep ben olacağım, kurtaran sen. Ben bunu istemiyorum. Ben kurtarılan olmak istemiyorum. Kurtaran olmak istiyorum! Ben babamın olmamı istediği kişi olmak istiyorum!"

Odanın içinde volta atmaya başladığında kendi kendine, "Makedonca bilmeyen kafamı sikeyim ben," dedi. "Ağlıyorsun, hiçbir şey yapamıyorum. Anlamıyorum da," derken onu anlamayacağımı sanıp kendi dilinde konuşuyordu.

Yanıma tekrar geldi ve gözlerimin içine ısrarla baktı. "Ağlama hadi, Balkan kızı."

Açık olan kapıdan içeriye Binbaşı Beton girdiğinde yüzbaşı hazır ola geçip asker selamı verdi. "Komutanım," dedi. Bakışları gözümden düşen yaşlardaydı.

Binbaşı Beton yanıma gelerek, "Talia," dedi. "İyi misin kızım?" diye sordu endişeyle.

"Ben mektupların çoğundan fazlasını okudum," dedim vakit kaybetmeyerek. İngilizce konuşuyordum. "Babamın bahsettiği eve gittiniz mi?" diye sordum. "Babaannemin evi. Dayımla ilgili her şeyi sakladığı..."

"Neden ağlıyorsun?!" dedi söylediklerimi es geçerek. Bakışları Yüzbaşına döndüğünde ortamdaki gerilim seviyesinin iyice arttığını fark ettim.

"Mektuplardan..." Nefes almaya çalıştım fakat gözlerimden akan yaşlara engel olamıyordum. "Beklemediğim kadar şeylerle doluydu ve sinir krizi geçirdim sadece. İyiyim," dedim. "Babamın bahsettiği eve gittiniz mi?"

"Gidildi," dediğinde eline masa üstünde duran anahtarı aldı ve dışarıya doğru yöneldi. Yüzbaşına kötü kötü bakarken tekrar konuştu. "Beni takip edin."

Odadan çıkıp koridorda yürürken binbaşını takip ediyorduk. Binbaşının yanında ben, bir adım gerimizde Yüzbaşı vardı. Yüzbaşı kendi kendine, "Sabahtan beri dil döktüm bana mısın demedi. Binbaşım gelip adını söyledi sular seller gibi İngilizce konuşmaya başladı," dedi kısık bir tonda. "Bu kızın garezi bana. Hay nereden yanında Türkçe konuştum. Dilimi eşek arısı soksundu! Yok yere cezalandırıyorsun beni... Ah Balkan kızı, ah!"

Binbaşı sert bakışlarıyla arkasına döndü. "Bir şey mi dedin Ulukurt?!"

Yüzbaşı dik duruşuyla, "Yok komutanım," dedi. Sesi çok gürdü. İnsanı titretecek kadar kalındı. "Ne diyeceğim? Benim bir şey demeye hakkım yok!"

Bir odadan içeriye girdik. Etraf karanlıktı. Binbaşı ışığı açtı ve odanın aydınlanmasını sağladı. Operasyon odası gibi bir şeydi. Uzun bir masa, etrafında sandalyeler, duvara yaslanmış bir sürü yazı, projeksiyon, çok amaçlı kullanım tahtaları bulunuyordu. Hepsinin de üstü yazılıydı.

Bakışlarım operasyon adına düştü. BALKAN KIZI OPERASYONU yazıyordu. Bana dair bir sürü şey vardı. Birçok yerde habersiz çekilmiş fotoğraflarımı gördüğümde kaşlarım havaya kalktı.

Binbaşı bir haritanın önünde durdu. Türkiye siyasi haritasıydı ve birçok noktası işaretlenmişti. Elini sertçe haritaya vurup, "Burası," dedi. "Gittiğimiz yer burasıydı. Baktık ama bahsettiği gibi hiçbir şey çıkmadı."

Gözlerimi kıstığımda yazılara odaklandım. Ege bölgesindeki bir şehri gösteriyordu. Babam Egeli'ydi. Çok küçükken yazlığa buraya gittiğimizi anımsıyordum.

"Babamın bahsettiği ev burası olamaz," dedim.

"Kayıtlarda yalnızca bu ev gözüküyor," dedi yüzbaşı. "Tüm ekipler tarafından kontrol edildi. Evin herhangi bir yerinde saklanmış bir şey yok. Ayhan Alaz hepsini yok etmiş olmalı."

"Yok etseydi, yok ettiğini de mektuplara yazardı. Okuduklarımda böyle bir şey görmedim çünkü yok etmedi. Bu evde hiçbir şey olmaması konusunda haklı olabilirsiniz. Bahsettiği ev burası değil ki, babaannem burada yaşamıyordu bile. Daha çok yazlık için kullanıyorduk o evi," diyerek açıkladım.

İkisinin de bakışlarında garip bir ifade belirdi. Konuşmaya devam ettim. "Çünkü babaannemin tek evi burası değil. Bir evi daha var," derken haritada gözüme kestirdiğim yeri işaret ettim. "Şanlıurfa'daki ev. Babamın bahsettiği yer orası olmalı. Babaannem, babasından kendine kaldığını söylerdi. Vakit kaybetmeden oraya bakmalıyız."

💀

06.07.2023 | sizi seven özge naz 🔖

Continue Reading

You'll Also Like

74.8K 22.5K 31
WattpadMysteryTR "Gizem Ve Sır Dolu Senaryolar" okuma listesinde.. Tik tak... Tik tak... Zaman; Dişlerini eline geçirmiş bir kurt gibi öfkeli ve zali...
44.9K 246 2
Binlerce yıl önce ölümlü bir dünyaya sürgün edilen bir bebek 23. yaş günü aniden karanlık ruhlar tarafındsn kendi dünyasına çekilirse en fazla ne ola...
4.2M 93.5K 103
❗️Kitap ağır cinsellik ve vahşet içerir❗️ ... "Söz verebilir misin, Liya?" "Sana söz veriyorum, seni sevmekten asla vazgeçmeyeceğim. Senden vazgeçtiğ...
376K 17.6K 22
Siz de yeryüzünde olan bitenin sahte olduğunu biliyorsunuz. Bilmiyorsanız...? O zaman sahteler ve yalanlar, eviniz olur. Dikkat edin, gerçekleri ö...