GGK: 2 - Gerçek Aşklar Kulübü

sezgisalman द्वारा

85.4K 9.9K 752

Güzel Günler Kulübü isimli kitabın devamı niteliğindedir. Bağımsız olarak da okunabilir ama önce diğer hikaye... अधिक

2. Bölüm
3. Bölüm
4. Bölüm
5. Bölüm
6. Bölüm
7. Bölüm
8. Bölüm
9. Bölüm
10. Bölüm
11. Bölüm
12. Bölüm
13. Bölüm
14. Bölüm
15. Bölüm
16. Bölüm
17. Bölüm
18. Bölüm
19. Bölüm
20. Bölüm
21. Bölüm
22. Bölüm
23. Bölüm
24. Bölüm
25. Bölüm
26. Bölüm
27. Bölüm
28. Bölüm
29. Bölüm
30. Bölüm
31. Bölüm
32. Bölüm
33. Bölüm
34. Bölüm
35. Bölüm
36. Bölüm
37. Bölüm
38. Bölüm
39. Bölüm
40. Bölüm
41. Bölüm
42. Bölüm
43. Bölüm
44. Bölüm
45. Bölüm
46. Bölüm
47. Bölüm
48. Bölüm
49. Bölüm
50. Bölüm
51. Bölüm
52. Bölüm
53. Bölüm
54. Bölüm
Final

1. Bölüm

4K 232 29
sezgisalman द्वारा

Gözlerini yavaşça araladığında o kadar berbat bir pozisyonda uyanmıştı ki, hem beli tutulmuş, hem de sağ kolu kullanım dışı kalmıştı. Sessizce ahlaya uylaya kendini düzeltmeye çalıştı. Tam bedenini çevirirken, yanında yüzükoyun uyumakta olan siyah saçlı kadını görünce yavaşladı. Tamamen sessizleşti. Kadını uyandırmamaya ekstra özen göstererek yataktan çıkmıştı ki odadan kaçamadan komodindeki telefonu zırıl zırıl titremeye başladı. "Hay senin gibi!" diye kısık sesle küfrün eşiğinden dönerek söylenip telefonu eline aldı. Kızın kıpırdanarak pozisyon değiştirdiğini görünce koşturarak odadan çıktı. İnşallah bu bilmediği evde başka biri yoktu çünkü şu an çırılçıplak bir vaziyette salona doğru gidiyordu.

"Ne var Derin ne var?! Sen ve şu zamansız aramaların! Ya tuvaletteyken ararsın ya da—"

"Ya da ne Tolgacım?"

"Öf kes tıraşı da söyle! Ne var sabahın köründe?"

"Neredesin? Evinde değilsin... Çünkü ben kapının önündeyim ve elimde uzayan peynirli o çok sevdiğin böreklerden var. Maalesef ki soğuyorlar..."

Tolga içinden ya sabır çekerek yanındaki koridor duvarına dayandı. Soğuk duvar çıplak tenine değince memnuniyetsizce yüzünü buruşturdu. Derin onu hala çok uyuz ediyordu ama bir yandan da sıcak börek falan diyordu.

"Pastırmalı kaşarlı da aldın mı?" diye sordu nefsine yenik düşerek. Aslında kızgınlık halini sürdürmek istiyordu ama midesi guruldamıştı.

"Tabii ki! Ne kadar uzaktasın? Bunları hala sıcak tutabilirim. Şifreyi girip apartmanda bekleyebilirim."

Tolga salona gidip etrafına bakındı. Dar çok apartmanlı bir sokaktaydı ve nerede olduğuna dair bir fikri yoktu. "Valla neredeyim bilmiyorum. Umarım çok uzakta değilimdir. Sen geç direkt Aysel teyzeden benim evin anahtarını al. Bir iki gün eve gelmem diye yedeği ona vermiştim."

"Neredesin bilmiyorsun ve birkaç gün eve gelmeme ihtimalin vardı... Vay vay vay, eski çapkınlardan kim kaldı zateeen." Derin alaycı sözlerinden sonda kıkır kıkır güldü. Tolga asla gülmedi. Hatta kardeşinin sözlerine gözlerini bile devirdi. Asla çapkın biri değildi. Bu yaftayı kabul etmiyordu.

"Sen dediğimi yap, en kısa sürede geliyorum."

"Gel çünkü öğrenmen gereken bir bombam var."

"Aman Derin! Senin ne bomban olabilir Allah aşkına! Saçını mı boyattın?"

Bu kez Derin telefonun öbür ucunda kızgınca gözlerini devirdi. Ve sinirinin esiri olup bombayı bıraktı ve telefonu ikizinin suratına kapattı. "Zümrüt geliyormuş bugün! Hem de temelli!.. Üstelik de tek başına dönmüyormuş!"

Tolga bu sözlerden sonra "Ne?! Neee?!" diye bağırıyordu ki telefonun ekranına bakınca Derin'in çoktan kapattığını gördü ve bu sefer dolu dolu küfrü bastı.

Zümrüt temelli dönüyor olamazdı. Tolga onu unutmak için onca uğraş verdikten sonra dönüyor olamazdı!

***

Anıl kafasını İdare Hukuku kitabına gömmüş daha vizelere bile bir ay olmasına rağmen deli gibi çalışıyordu. Bu yıl üçüncü yılıydı ve bu ders ikinci yılının ilk döneminden kalmış bir dersti. Efsane hukukçuların olduğu bir ailede bir dersten bile olsa kalmış olmayı gururuna yediremiyordu. Üstelik yüzde yüz burslu okuyordu ve onun için ortalamasının düşmesi, derslerden kalmak gibi bir lüks yoktu. Tamam ailesi çok rahat karşılardı bu okulun ücretini belki ama o Orhan Demiral'ın torunuydu. Ona herhangi bir dersten kalmak yakışmazdı. Bunun sonucunda burs kaybetmek hiç yakışmazdı!

Üstelik bu yıl ayrı bir mücadelesi daha vardı. Tabii ki ve tabii ki Ahu da hukuk fakültesine başlamıştı. Üstelik hayvan gibi bir ton şeye yeteneği olmasına rağmen o da gidip hukuku seçmişti. Anıl hayatı boyunca çalışkan bir çocuk olmuştu. Her zaman derslerini yüksek notlarla vermişti ama Ahu başkaydı. Ahu bir insanın bu hayatta en nefret edeceği insan tipiydi. Anıl'ınkiler son derece mükemmel olmasına rağmen notları onunkilerden bile yüksekti. Tamı tamına iki enstrümanı ileri seviyede çalabiliyordu. Çok güzel resim de çiziyordu. Bütün herkesle arası çok iyiydi. Onu tanıyan herkes onu anında çok severdi. Onlarca arkadaşı vardı. Ailenin bütün fertleri ona tapardı. Bir dediği iki edilmez, her lafı için ağzının içine bakarlardı. O da hep onları gururlandırırdı.

Anıl'ı da çok severlerdi. Sonuçta o koca grupta ilk göz ağrısı Anıl'dı. Anıl da ailenin sessiz sakin ağırbaşlı çocuğuydu. Ağzı var dili yok bir tipti. Kendisinden ne istenirse yapar, kimseyle ters düşmezdi. Yakışıklı bir baba ve güzel bir annenin oğlu olduğu için tipi de fena değildi—ama bir Ahu değildi ne yazık ki—fakat bunu köpürtmeyi ve kullanmayı bilmezdi. Ondan dört yaş küçük olan Allah'ın liseli Levent'i bile çok fenaydı. Ama o Harun Tural'ın oğluydu. O doğarken çapkın bakarak falan doğmuştu.

Kötü niyetli bir duygusu tabii ki yoktu, kardeşini çok seviyordu fakat çoğu zaman kıskanmaktan kendini alamıyordu Anıl. Şimdi Ahu bütün dersleri daha yüksek notlarla vermeye başladığında, Anıl iyice silinip gidecekti. Tüm bayramlarda seyranlarda Ahu konuşuluyor olacaktı. Zaten kendisi Ankara'da okuyordu. Yılın sadece birkaç ayını ailesiyle geçiriyordu. Ahu üniversiteye de İstanbul'da gidiyordu.

"Cumartesi günü burada olduğunu nasıl bildim ama! Aramama ya da Find My Friends'e bakmama gerek bile kalmadı. N'apıyorsun burada?"

Anıl başını kaldırıp kütüphane gibi bir ortamda haddinden fazla gürültü etmekte olan Yaz'a baktı. Bahar-Kerem Acar'ın tek kızları olarak dünyanın en hoppa ve en deli insanı olabilirdi. Bir kütüphane habitatında son görülmesi gereken insanlardan biriydi yani. İnsanların Yaz'ın yüksek sesi karşısındaki memnuniyetsiz bakışlarını yakalayan Anıl sakince ona bakarak "Biraz kısık sesle konuşabilir misin? Hatta hiç konuşmamak gerekiyor ama," diye fısıldadı.

Yaz sandalyeyi yerde sürüyerek çekip Anıl'ın yanına oturdu ve burnunun dibine kadar girdi. "Benim en kısık sesim bu ne yazık ki!" derken cilveli bir şekilde omuzlarını oynattı. Saat henüz bu kadar şık ve pür makyaj olmak için erkendi ama Yaz'ın her zamanki haliydi bu. O makyajla uyuyor bile olabilirdi.

"O zaman derdini hızlıca söyle de ben de dersime döneyim."

Yaz başını yana yatırarak sitemle baktı Anıl'a. "Gerçekten asosyallikten öleceksin. Vize final dönemi değil bir şey değil! Hafta sonu ders çalışamazsın. Gel hadi benle! Kafeye gideceğiz."

Anıl gözlerini devirdi. "Ne kafesi Yaz ya! Benim bu dersi ikinci alışım ve eşek gibi çalışmam gerekiyor. Ayrıca hava bok gibi! Böyle bir günde nasıl keyifli bir şeyler yapabilirsin ki?"

Yaz gürültüyle oflayarak gözlerini devirdi. Yine gözler bi Yaz'ın üzerinde toplandı. İnsanlar homurdandı. Yaz umursamazca açık kumral saçlarını omzunun arkasına atarak konuşmaya devam etti. "Ankara'da hava genelde böyle diyen sendin. Ayrıca benim için kapalı havanın bir sıkıntısı yok. Bundan sonra altı yedi ay boyunca böyle olacak zaten. Yağmur yağıyor diye etkinlik yapmayacak mıyız? Hayatımda ilk kez aile evinden ayrılıp başka bir şehre gelmişim, bunun tadını çıkarma şansım var. Üstelik daha önceden burada olan da bir arkadaşım var ve beni ortamlara sokabilir!"

Anıl onun son cümlesiyle gülerek başını çevirdi. "Şimdi anlaşıldı," diye geveledi. "Sana vereyim ben numaralarını. Takıl sen onlara. Çünkü istediğin tarzda ortamlara akmanı sağlayacak arkadaşlarım var."

Yaz bir anda ciddi kızgın bir ifadeye bürünerek sitemle baktı Anıl'a. "Anıl geleli bir aydan fazla oldu. Ben geldiğimden beri beraber doğru düzgün hiçbir şey yapmadık. Doğru söyle, sen benimle mi takılmayı sevmiyorsun? Sadece aile ortamlarında mı görüşmeye okeysin?"

Anıl irkilerek biraz dikleşti. "Böyle bir şey yok!" dedi direkt olarak. Yaz'la tabii ki bir sorunu yoktu. Onu seviyordu. Sadece... İşte farklı dünyaların insanları olma durumu vardı. Yaz gerçekten çok hareketli bir hayata sahipti ve Anıl öyle değildi. Allah aşkına ailenin en sakin insanıydı o! Nasıl Yaz'a ayak uydurabilirdi? Üstelik alnının akıyla aşması gereken bir mücadelesi vardı. İdare Hukuku belasından bu dönem kurtulmak zorundaydı.

"Ben anladım seni. Neyse, zaten babamların aynı eve çıkma teklifine de direkt hayır dediğinde anlamıştım ben." Yaz çantasını omzuna takıp ayaklandı. "Sana iyi çalışmalar." Arkasına bile bakmadan çıkışa giderken Anıl kafası karışmış bir halde bir kitabına, bir de Yaz'a baktı. O kapıya yaklaştığında hızla bilgisayarını ve kitaplarını toplayıp çantasına tıkıştırarak onun peşinden koşturdu. Kızın daha burada ilk senesiydi ve yalnızdı. Elinde Anıl gibi bebekliğinden beri tanıdığı bir şans varken haklı olarak onunla vakit geçirmek istiyordu. Onlar sıradan bir akraba grubundan bile daha yakın, daha samimi büyümüşlerdi. Bütün çocukluk-gençlik yılları hep beraber geçmişti. O yüzden şimdi daha fazla desteği hak ediyordu.

"Yaaaz! Dur bekle geliyorum!" diye seslendi kütüphaneden çıkınca. Kaldırıma çıkmış olan Yaz durup arkasına baktı. Yüz ifadesi hala kırgındı ama en azından durup bekliyordu.

Anıl içten bir ifadeyle gülümseyerek Yaz'a koşturdu. "O zaman iki dakika yurda uğrayalım, ben şunları bırakıp, üstümü değiştireyim, olur mu? O kadar beklersin diye umuyorum?"

Yaz'ın ifadesi yavaşça yumuşadı. O da hafifçe gülümserken başını onaylarcasına salladı.

***

"Ver şunu!"

"Hayır bırak!"

"Ya ver dedim!"

"Dila bak çok fena yapacağım!"

"N'apacaksın? Ağlayarak günlüğüne yazarsın en fazla."

Leyla resmen burnundan soluyordu. Ama Dila'nın da aşağı kalır yoktu. Tüm bu itiş kakış okula giderken giyilecek bir hırka yüzündendi. Dila Leyla'nın hırkasını istiyordu ve her zamanki gibi Leyla asla eşyalarını paylaşmaya meyilli değildi. Hele de bir insanın en çok eşya paylaşabileceği kişi ikizi olmasına rağmen, Leyla hırkayı babasına vermeyi Dila'ya vermeye bin kez tercih ederdi.

Gerçi onu da istemezdi.

Mutfağın önüne geldiklerinde bir geniz temizleme sesiyle iki kız itişip kakışmaya ve bağrışmaya ışık hızıyla son verdiler. Hazır olda yan yana dururlarken Burak Cem Elmaskaya tek kaşını kaldırmış, her zaman ciddi ve tatsız ifadesiyle iki kıza bakıyordu.

İkizlerden çatlak sayılabilecek olanı Dila biraz sırtını dikleştirerek babasına gülümsedi. "Babacım ne kadar şıksın bugün!"

Burak Cem Elmaskaya'nın yüzünde tek bir nokta dahi oynamadı. Aynı ifadesiz suratla kızlara bakmaya devam etti.

Leyla hırkayı kaptırmadan kurtulduğuna sevinerek üstüne geçirirken sakince "Günaydın babacım," diyerek sofraya yürüdü. Her zamanki gibi babasının sol tarafındaki yerine oturdu. Dila da sakin adımlarla babasının sağındaki yerine geçti. Kahvaltılar genelde mutfakta ve bu küçük masada ediliyordu.

Bir müddet aralarındaki sessizlik sürdü. Dila telefonunda hızlı bir sosyal medya kontrolü yaptıktan sonra ortadaki zeytinlerden birine uzanıp ağzına attı. Leyla'nın ayar veren bakışlarını görünce babasını yandan yandan kontrol etti. Evet, zeytin hamlesini babası da fark etmişti. Burak Cem herkes sofrada olmadan yemeğe başlamayı doğru bulmuyordu.

Neyse ki Ebru'nun sesi daha mutfağa gelmeden duyuldu. Evdeki tek yardımcıları olan Güner Hanım'la hararetli bir şeyler konuşa konuşa mutfağa girdi. Mutfak adasının yanında son konuşmaları da tamamladıktan sonra Güner Hanım kızlara hızlı bir bakış attı. "Oy kuzularım da uyanmışlar! Şimdi yumurtaları getiriyorum ben," dedi ve ocağın başına gitti. Ebru hızlıca Burak Cem'in karşısındaki yerine oturup koltuğa gömülürken "Aman bırak Güner abla bu sabah da yumurtasız kahvaltı etsinler zatıâlileri. Zaten bir ton iş var," dedi. Güner Hanım "Yook, şipşak yaparım ben şimdi kuzularıma," diye cevap verdi hemen. Ebru hızlıca Burak Cem'e bakarak "Kusura bakmayın beklettim. Hayatımda ilk kez çamaşır boyamışım da, nasıl çözeceğimizi tartışıyorduk," dedi.

Leyla merakla annesine bakarak "Neyi boyamışsın?" diye sordu. Dila da korkuyla ona bakıyordu. Ebru Dila'nın gözlerindeki korkuyu görünce gülmeden edemedi. "Merak etmeyin, kimsenin bir şeysi değil, kendi bej elbisem. Yazın plajda giydiğim, dantelli olan."

"Hii! Anne ama o çok güzeldii!" diye bir çıkış yaptı Dila.

"Dilacım sakin ol, alt tarafı ufak bir boyanma, çözeceğiz bir şekilde. Çözemezsek de sorun değil."

"Yenisini alma şansın yok mu?" diye sordu bu kez de Dila. Leyla oflayarak gözlerini devirirken Burak Cem ilk kez araya girdi. "İnanamıyorum ama Dila'ya katılıyorum. Madem bu kadar çok sevdiğin bir şey, yenisini alsana."

Ebru kıkırdadı. "Buna gerek yok, cidden. Çünkü Güner to the rescue yani!"

Masadaki herkes gülüşürken Güner Hanım eğilip Ebru'ya baktı. "Bak Elizabeth Hanım gibi konuştun yine, inşallah kötü bir şey demiyorsun arkamdan?"

Ebru ona bir öpücük attı. "Aşk olsun der miyim ben hiç öyle bir şey! Beni kurtaracaksın diyorum."

"Tabii kurtaracağım. Sen de bir daha bensiz pahalı kıyafetleri yıkama, tamam mı?"

Ebru hüsranla elini yüzüne koyarken "Allah'ım bu yaştan sonra bunları da mı duyacaktım beeen," diye hayıflandı. "Ben ki İsviçrelerde olmayan Almancamla halka açık çamaşırhanelerde işi bilmeyenlere yardım eden Ebru Demiral!"

Burak Cem ve kızlar, Ebru'nun o komik triplerine gülmeye devam ederlerken yavaştan kahvaltılarını da etmeye başladılar. Masa da biraz canlanmış, kızlar beş dakika önceki kavgalarını bile unutmuşlardı. Burak Cem'in yüzü gülüyordu.

"Bugün dışarıda iki toplantım var, o yüzden şirkete gelmeyeceğim ben, beni beklemeden çıkabilirsin," dedi Ebru Burak Cem'e el sallayarak. Ebru üniversiteden 'dereceyle' mezun olup hakkıyla kocasının şirketinde çalışmaya başladığından beri Burak Cem'den daha fazla çalışıyordu. Üstelik okulunun Fransızca eğitim vermesinden kaynaklı olarak bugüne bugün şirkette Türkçe dahil dört dil bilen nadir insanlardandı. O yüzden genelde aranan bir isimdi de. Bu durumlar Ebru'yu ara ara az görmesine neden olsa da, Burak Cem çoktan barış sağlamıştı. Neyse ki emekliliklerine de az kalmıştı. Hayatının en güzel zamanları gümbür gümbür geliyordu.

"Kimle toplantın var? Hava çok da güzel değil, şirkette yapsaydınız keşke."

"Fransızlar. Özellikle boğazda yapmak istediler. Ben de hak verdim. O yüzden ben bugün boğazda rakı balık yapacağım."

"Vay arkadaş!" dedi Dila annesinin keyifli yüzüne bakarken. "Bizim de arka arkaya beş saat dersimiz var."

Ebru ters ters kızına baktı. "Ben de geçtim o yollardan. Hem de size hamileyken geçtim. Ben o şekilde gidebildiysem, sen çok daha rahat üstesinden gelirsin."

Leyla hayranlıkla annesine bakmadan edemedi. "Bizim bölümde de var bir kız, ikinci senesiymiş. Altı aylık hamile. Sadece bir dönem donduracağım diyor. Seneye güz döneminde tekrar gelecekmiş."

Ebru kızına gülümsedi. "Yeter zaten bir dönem. Hele de etrafında yardımcı olacak birileri varsa bir şekilde büyüyor çocuklar." Burak Cem'e bakarak çaktırmadan göz kırptı.

Leyla aşkla annesine bakmaya devam ederken duvardaki saati fark edince "Biz geç kalacağız. Kalkalım artık," diyerek hızla ağzını sildi. Önce annesini sonra babasını yanaklarından öperken Dila "Kızım dur benim daha yemeğim bitmedi!" diye söylendi.

"İyi sen arkamdan metroyla falan gelirsin artık. Zira ben gidiyorum." Leyla on sekizini doldurur doldurmaz ehliyet almayı başarmıştı ve okula arabayla gitme şansına sahipti. Dila direksiyon sınavından kaldığı için tekrar girmesi gerekiyordu. O yüzden kendisi de alana kadar Leyla'ya mecburdu. Gerçi Leyla ölürdü de o trafik canavarının kullandığı arabaya binmezdi. Dila'nın bir süre daha ehliyetsiz kalması Leyla'nın işine gelirdi. Çünkü henüz kendi arabası yoktu ve babasının arabalarından birini kullanıyordu. Eğer Dila da ehliyet sahibi olursa, o da o araba üzerinde eşit derecede hak sahibi olacaktı. Leyla'nın tartışma şansı olmayacaktı. Ve Leyla bu hakkı kaybetmek istemiyordu. Kendi arabasını alabilene kadar şoför olan taraf olmak istiyordu.

"Of dur dur tamam! Bu yağmurlu havada yürüyemem metroya falan."

"Otobüse binersin sen de, durak şurada. Nasılsa bu saatte bu havada taksi bulamayacağın için mecbursun."

Dila kötü kötü kardeşine bakarken Ebru sessiz sessiz kıkırdıyordu. Böyle çok iyiydi gerçekten. Doğurduğu her ikiz birbirine taban tabana zıt olmuştu. Tolga ve Derin de böylelerdi, Dila ve Leyla da. Ama Tolga ve Derin ne zaman ki ayrı evlere çıkıp gerçekten birer yetişkin olmuşlardı, o zaman işler değişmişti. Birbirlerinin en yakını kesilmişlerdi bir anda. Aralarındaki bağ ilginç bir hal almıştı. Tolga altı sene İsviçre'ye gittiğinde Derin hayatının en depresif zamanlarını yaşamıştı hatta. Ne zamanki birkaç yıl önce kardeşi dönmüştü, kız tekrar özünü bulmuştu. Şimdi Dila ve Leyla o son zamanlarındalardı. En fazla üç-dört yıl sonra ikisi de üniversiteden mezun olup kendi hayatlarını kurduklarında aralarından su sızmıyor olacaktı.

***

Sırtına kadar dökülen kızıl dalgalı ışıldayan saçlarını omzunun arkasına attı Ahu. Dudaklarını büzüştüre büzüştüre telefonundaki fotoğrafı inceledikten sonra, yüzünü ekşiterek ekranı sola kaydırdı. Sonra gelen üç kişiyi de hiç incelemeden direkt sola kaydırdı. Bu uygulama ne kadar gereksiz tiplerle doluydu böyle! Çevresinde böyle çerçöp mü vardı hep yani?

"Aşkım tostun buz gibi oldu, neden yemiyorsun?" Başak'ın seslenmesiyle yüzünü kaldırıp hemen doğruldu. Annesine gülümsedi. "Yiyorum annecim, yavaş yiyorum. Bu sabah dersim de yok, ondan acele etmiyorum."

"Bak telefonuna çok dalıp gidiyorsun son zamanlarda. Sen de şu telefon bağımlısı gençlere dönüşme. Bir sürü de arkadaşın eşin dostun eğleneceğin insan var etrafında. N'apıyorsun o telefonda bu kadar?" dedi Başak.

Ahu'nun tam karşısında oturmakta olan ve babasını aratmayan bir stille gazete okumakta olan Çağatay ağzındaki lokmasını çiğnerken "O kendine yeni arkadaşlar arıyor zaten. Tinder'da, ben sana diyeyim," dedi.

Ahu gözleri kocaman olarak babasına bakarken kalp atışları hızlandı. Çağatay ona bakmıyordu bile. Hiç bakmamıştı. Telefon ekranını zaten görmüyordu. Nasıl... nasıl anlamıştı ki?

"Yüz ifadenden anlıyorum ben," dedi Çağatay kızının iç sesini duymuş gibi. Muzırca gülümsüyordu. "Bu kadar memnuniyetsiz baktığın tek şey Tinder olabilir."

"Ama bana bakmıyorsun bile baba! Memnuniyetsiz olduğumu nereden gördün?"

"Şu an bile mimiklerini görüyorum. Baba olmak böyle bir şey. Saçlarımın arasında bile gözlerim var benim."

Ahu kıpkırmızı kesilirken Başak kendi tabağıyla beraber Çağatay'ın yanına, kızının karşı çaprazına çöktü. "Aşkım gerek var mı bu şekilde birilerini aramaya? Zaten okulda ilk senen. Bir sürü insanla tanışırsın orada. Kimseye güven olmuyor artık, yüz yüze tanışarak bulsan olmaz mı?"

Çağatay sinsice gülerek "Bak bulma da demiyor, yüz yüze bul diyor. Böyle anneyi zor bulursun," dedi.

Başak hızla Çağatay'a döndü bu sefer de. "Neden bulma diyeceğim ki? Onun yaşında flört etmeyi istemek çok doğal."

Çağatay arkasına yaslanarak karısına döndü. "Sor bakalım kızın Tinder'dan flört mü arıyormuş, yoksa başka bir şey mi?" Suratındaki rahat gülümseme inanılmazdı.

Ahu kıpkırmızı kesilirken nefes bile almayı bırakmıştı. Başak Çağatay'ın kast ettiği şeyi anlayınca o bile utandı. "Sevgilim saçmalama!" diye Çağatay'a isyan ederek Ahu'ya döndü. Ahu da "Baba neler diyorsun sen öyle! Aşk olsun! Bak kıpkırmızı oldum! Yok öyle bir şey! Date bakıyorum ben normal."

Başak hemen kızına arka çıkarcasına Çağatay'a dikeldi. Kızı daha yeni on sekiz yaşına basmıştı. Cinselliği keşfetsindi, o okeydi de, takılmalık erkek arayacak bir seviyede de değildi.

Çağatay kaş altından kızını inceler gibi baktı. Şimdilik kandırılmış gibi yapabilirdi. Ama bu gençler giderken kendisi dönüyordu. O anlardı. O çoğu zaman insanın bakışlarından bile asıl düşüncesini anlardı. Kızınınkini mi anlamayacaktı?

"Eh peki madem öyle olsun... Bulursan bi 'date' bize de anlat."

***

Üzgün bir ifadeyle telefonunun ekranını kapatıp yanındaki çantasının içine attı. Kollarını kendine çektiği dizlerine sararak güneşin üzerinde ışıldadığı dalgalara baktı. Bu mevsimde Antalya'da hala denize girilebiliyordu. Okul başlayalı bir ayı geçmişti. İkinci sınıf çok zor ve hareketli başlamıştı üstelik. Fakat Başak Bir derslere konsantre olmakta her geçen gün daha da zorlanıyordu. Çünkü her geçen gün zihnini ve kalbini daha fazla işgal eden bir sorunla baş etmeye çalışıyordu.

Can Elmaskaya'ya karşı git gide büyüyen duygularını kendisinden başka kimse bilmiyordu. En yakınları olmalarına rağmen kızlara bile anlatmamıştı. Ne Ahu, ne Yaz, ne Leyla ne de Dila biliyordu. Zaten Leyla ve Dila'ya hiç söylemezdi, sonuçta Can onların ağabeyiydi. Ama azıcık ruhundaki sıkıntıyı azaltmak adına en azından Ahu'ya diyebilseydi...

Ama bir kişiye derse es kaza yayılır, öğrenilir ve Can'ın kulağına gider diye ödü kopuyordu. O kadar utanıyordu ki, Can'ın azıcık hissetme ihtimalinden bile korkuyordu.

Bu durum aslında liseden beri az az vardı. Kızlar kendi aralarında Can'ı cool ve yakışıklı bulurlardı. Yani Ahu ve Yaz da "Hoş çocuk ama cidden!" tarzında şeyler söylerlerdi. Dila ve Leyla'nın abisi olmasına rağmen onlar da Can'ın yakışıklılığını ve karizmatikliğini kabul ederlerdi. O zamanlar yirmili yaşlarının ortalarındaydı Can. Bir erkeğin en çok azıtabileceği dönemi yaşarken bile centilmenliğinden asla ödün vermemişti. Çünkü Can Elmaskaya öyle bir adamdı. Doğuştan saygılı, centilmen ve sevimliydi. Bir kadının kalbini çalmak onun için çok kolay olmalıydı. Özellikle bad boy seven bir kadın bile, Can'ı biraz tanısa sevimliliğine karşı koyamazdı.

Fakat Başak'ta durumların iyice bozulması geçen seneye tekabül ediyordu. Can iş için sık sık Antalya'ya gelip gidiyordu. Rusya'yla çok fazla iş yapıyordu ve o yüzden yolu çoğu zaman Antalya'ya düşüyordu. Türkiye'deki toplantılarının çoğu burada tertip ediliyordu. Özellikle de havaların sıcak olduğu dönemlerde ayda iki kez gidip geldiği bile oluyordu. Bazen uzun kalıyordu, bazen bir gün bile kalmıyordu. Her geldiğinde mutlaka Başak'la görüşüyordu. Hatta Başak Rus Dili ve Edebiyatı okuduğu için hazırlık sınıfını geçtiğinden beridir, bazen onu tercüman olarak kullandığı da oluyordu. Toplantılara çağırıyordu.

Onunla böyle az da olsa baş başa zaman geçirme fırsatları elde ettikçe Başak'ın dengeleri bozulmuştu. Aralarındaki yaş farkı göz edilemeyecek kadar fazlaydı ama bundan daha büyük bir sorun varsa, o da ailelerin senelerden beridir dost olmasıydı. Bu gençlerin hepsi kardeş gibi büyümüştü ve kimse kimseye bugüne dek öyle bir gözle bakmamıştı. Başak da Can'ın kendisine bir kardeş gözüyle baktığını biliyordu. Bakış açısının değişeceğini de sanmıyordu. Çünkü neredeyse otuz yaşındaki koskoca bir adam, niçin üniversiteli bir gençten hoşlansındı ki? Zaten hep Başak'tan daha güzel ve daha alımlı sevgilileri olup duruyordu.

Kısacası bir mucize olması gerekiyordu. Onu unutmalıydı, tamamen aklından çıkarmalıydı. Ama her şey git gide kötüleşirken o mucize nasıl olacaktı hiç bilmiyordu.

Oflayarak tam son bir kez denize girmek üzere ayaklanırken telefonu titredi. Hemen çantasından telefonunu çıkardı. Bu kadar olurdu! O arıyordu! İşte hep iyi insan olduğu için oluyordu bunlar... Düşününce hemen arıyordu.

"Efendim?"

"Başbaş n'aber?"

Onun bu hitap şekline de bayılıyordu. Küçükken insanlara ismini söyleyemediği için 'Başbaş' dediğinden, çevresindekiler sık sık ona böyle seslenirdi. Oturmuş lakabı gibi bir şeydi Başak'ın. Ama en çok Can'ın böyle seslenmesine bayılıyordu.

"İyidir senden n'aber?"

"Ben de iyiyim, n'apıyorsun?"

"Denize giriyorum."

"Oohh! Burada kar falan yağıyor, sen orada denize gir. Ne güzel iş ya!"

Başak hafifçe gülümsedi. "Rusya zor..." dedi Rusça olarak onun anlamayacağını bilse de.

"Aynen dediğinden," dedi Can dalga geçercesine. Bu kez Başak sesli güldü. Can sözlerine devam etti. "Bak ne diyeceğim, haftaya geliyorum, havalar daha sıcak devam ediyorsa mayomu da getiriyorum ve beraber üşenmeyip Kaş'a gidiyoruz hafta sonu. Sakın plan yapma."

Başak'ın anında eli ayağı titremeye başladı. Can'la baş başa... Kaş... iki gün boyunca... Hiç de akıllıca bir iş olmazdı, hele de hormonlarının esiri olduğu şu dönemde.

"Ihmmm... Bir bakarım programa. Dersler yoğun biraz bu sene—"

"Ya bana masal okuma Başbaş, bu hafta sonu denize gitmişsin işte! Kasımdan önce vizeler gelmez, biliyoruz, biz de okuduk herhalde. Şimdiden tribe girmenin lüzumu yok. Şunun şurasında iki gün kaçamak yapacağız. Söz ben ısmarlıyorum."

Başak bu tatlı ısrarcı sese karşı koyamayacağını biliyordu. Şimdi biraz daha mücadele edebilirdi ama Can da ısrar edecekti ve Başak da en sonunda yenik düşecekti. O yüzden baştan mücadeleyi bırakmak en mantıklısıydı. "Peki, öyle olsun. İş için mi yine? Toplantın mı var?"

"Yok bu sefer iş yok. Eylülde hiç denize giremedim ya, sezon tamamen kapanmadan bir girmek istiyorum. Antalya'dan da Kıbrıs'a geçeceğim. Birkaç arkadaşım orada tatilde olacaklar. Onların yanına gideceğim."

"Sen bir Elmaskaya'sın, haliyle çalışma bağımlısısın. Ama gerçekten tatile daha fazla zaman ayırmalısın."

Can kıkırdadı. Fonda otomatik Rusça bir şeyler söylendiğini duydu Başak. Can hemen "Metro geliyor, kaçtım ben, konuşuruz sonra. Uçağımın saatini falan yazarım," dedi.

"Tamamdır. Görüşürüz dikkat et."

"Sen de!"

Başak ağlar gibi inlercesine telefonu kapatıp çantasına attı. Sonra hızlı adımlarla denize doğru koşturdu. Kendini alışkın olduğu huzur dolu sulara bırakırken, haftaya Can'la yapacağı küçük tatili düşündü. Onu hayatının en zor günleri bekliyordu.

***

"Buyurun Mösyö Tural, sizi tahtaya alalım!"

Milletin kıkırdamaları arasında Levent kendisine verilen Fransızca komut üzerine oldukça umursamaz bir tavırla tahtaya doğru yürüdü. Yazılmış olan trigonometrik fonksiyon sorusunu önce üç saniye inceledi. Arkasındaki kıkırdamalar biraz yükselirken sinir bozucu sesli matematik hocaları masaya iki kez vurarak "Sessiiz!" diye bağırdı. Sesler bu ufak azarın üstüne kesildi. Levent bıkkın bir nefes vererek soruyu çözmeye başladı. Kısa bir süre içerisinde bitirip kalemi hocanın masasına bıraktığında kendinden emin duruşuyla cazgır hocasına baktı. Hocası ayağa kalkıp çözümü inceledi. Dudaklarını hayretle büzerek başını salladı. "Bravo!"

Levent genel olarak Fransızca konuşma zorunluluğu olduğunu bilse de Türk olan matematik hocasıyla bezgince Türkçe konuştu. "Hocam bir gün şu tahtada başaramayacağım anı sabırsızlıkla bekliyorsunuz ama sizi temin ederim ki öyle bir şey olmayacak. Beni böyle sık sık test etmeyi bırakın da gerçek tembelleri kaldırın artık tahtaya... Arif gibi..." Levent en arkada oturan sınıf arkadaşına bakarak sırıtırken bütün sınıfta bir kahkaha koptu. Matematik hocası gözlerini devirerek Levent'e bakarken Arif de arkadaşına top yaptığı ufak bir kağıt parçasını fırlattı. Levent kenara kaçınca kağıt tahtaya çarptı. Millet daha çok güldü.

"Sen geç yerine hadi, Arif sen de gel bu attığın şeyi alıp çöpe at. Sonra da sıradaki soruyu çözeceksin!" diye bağırdı hoca. Herkesin kıkırtıları eşliğinde Levent cam kenarında orta sıralardaki yerine oturdu. Arif yanından geçerken Levent'e elinin tersiyle hafifçe vurdu. Levent gülerek cama doğru kaçındı hemen.

Levent çalışkan bir öğrenci değildi ama ilginç bir şekilde matematik fizik problemlerinden falan anlıyordu. Bir şekilde üstesinden geliyordu yani. Kafası Türkiye eğitim sisteminin ve müfredat yapısının ondan beklediği gibi çalışmıyordu ama bir şekilde çalışıyordu.

Fakat Levent geleceğinde bunları istemiyordu. O babası gibi müzisyen olmak istiyordu. O yüzden deli gibi konservatuara hazırlanıyordu. Annesi bir mühendislik okumasını istiyordu ama Levent öyle yerlerde mutlu olmayacağını biliyordu. Günü kurtaracaktı. Okurdu, bitirirdi peki ya sonra? Ömrü boyunca o sıkıcı işi mi yapacaktı? Yapamazdı... İçinden gelen bu değildi.

Bir şekilde orta yolu bulacaktı artık. Annesini bu fikre alıştırmak için önünde iki senesi daha vardı.

Masanın altındaki telefonunu çekip gelen mesajları kontrol etti. Gruptan bir arkadaşı 'Çıkışta bizim mekâna geliyorsun değil mi?' yazmıştı. Hemen ona 'Bir şeyler atıştırıp gelirim' yazıp gönderdi. Sonra Instagram'ına girdi. Gelen mesajları görünce yüzü güldü. Şu an konuştuğu iki kız vardı, ikisi de bir şeyler yazmıştı. Ama mesajları hemen açmayacaktı. Çıkışta ilgilenecekti bunlarla.

Keyifle gülümseyerek telefonu geri koyup başını kaldırdı ve tahtaya baktı. Arif'in tahtada azar yiyerek can çekiştiğini görünce tüm sınıf gibi hocanın her komik azarında güldü. Saçlarını dağıtarak başını sallarken soruya biraz baktı. Levent daha bakarken kafadan çözmüştü bile. Arkasına yaslanıp bu anların tadını çıkarırken, birden çaprazında, biraz ön sıralarda oturan Nilay'la göz göze geldi. Bu kızı son zamanlarda çok fazla kendisine bakarken yakalıyordu. Levent bu okuldaki çoğu kızı çoğu zaman kendisine bakarken yakalardı. Hatta bazen bazı erkekleri bile yakalıyordu... Bunun tamamen meşhur müzisyen Harun Tural'ın yakışıklı oğlu olmasından kaynaklandığını biliyordu. Daha okula ilk girdiği sene popüler olmuştu Levent. Kendisi gelmeden adı gelmişti. Üst sınıflar falan onu bilirdi. O yüzden okul hayatı boyunca hiç sıkıntı çekmemişti. Pislik bir popüler asla olmamıştı ama popüler olmasının avantajlarını da hep kullanmıştı. Daha erkenden okuldan çok fazla kızla takılmıştı etmişti. Kendinden büyüklerle bile çıkmıştı. Ama geçen yılın ikinci döneminden, yani bu senenin başından beridir bunu bırakmış gibiydi. Artık flörtlerini daha çok sosyal medyadan buluyordu.

Bu Nilay da çok ortalama, hatta sönük sayılabilecek bir kızdı. Levent'in gördüğü kadarıyla sadece bir iki tane arkadaşı vardı. Ve pek konuşkan da bir tip değildi. Sosyal hiç değildi. Levent sosyal olmayan insanları sevmezdi. Kendisi nispeten daha az konuşan bir insan olduğu için konuşkan insanları severdi. Ortamları, eğlenceyi, goy goyu... Tam babasının oğluydu. Yaşından büyük bir hayat yaşıyor sayılırdı. O yüzden Nilay gibi sıkıcı tiplerle işi olmazdı.

***

Tolga evine girip anahtarı portmantoya direkt fırlatırcasına attı. Montunu çıkardığı gibi hemen sağındaki mutfağına girdi. Derin lokması ağzında çiğnerken "Hoş geldin!" dedi.

Tolga'nınsa çekmeceden çatal alırken ilk sözleri "Ne zaman geliyormuş uçağı? Kimmiş yanındaki?" oldu.

Derin hızlı hızlı ağzındakini çiğneyip yutmaya çalışırken Tolga koca bir parça böreğe çatalını saplayıp ısırarak yemeye başladı. Derin yüzünü buruşturarak ona bakarken "Çüş! Öküz! Bıçak kullan bıçak!" dedi ilk öncelikle.

"Derin lagalugayı bırak, sorularıma cevap ver ve beni aydınlat."

"Ya ne bileyim işte! Zühre abla bahsederken hep çoğul eki kullandı, gelecekler, edecekler gibisinden... Ben de oradan anladım yalnız gelmediğini, kimle geliyor bilmiyorum. Ricky olabilir."

"Ne zaman öğrendin peki bunu?"

"Dün akşam, senin gelmediğin yemekte söyledi."

Tolga hüsranla elini alnına koyarak sıvazladı. Böreği de yemeye devam ediyordu bir yandan. "Keşke daha önceden bilseydim, psikolojik olarak kendimi hazırlardım. Böyle hiç hazır değilim."

"İyi, götü başı kaportayı topla, zira yarın akşam hoş geldin partisi vereceklermiş, İstanbul il sınırları içerisinde olan herkesin katılımı zorunluymuş. Anıl'la Yaz'ı Ankara'dan getirteceklermiş, öyle duydum! Başak'ı da zorla getirtirlerse hiç şaşırmam."

Tolga'nın gözleri büyürken börek parçası ağzından düşüverdi. "Ne diyorsuuun?!"

Derin artık Tolga'nın bu haline gülmeden edemedi. Kardeşinin bu konudaki sancılarını en iyi bilen insandı. Zümrüt Tolga için adeta bir kanayan yaraydı. Yirmi senedir bitmeyen bir kalp ağrısıydı. Vücut ağrıya alışmıştı ama yine de ağrı ağrıydı işte. Bazen şiddetlenince tahammül etmesi zorlaşıyordu.

Tolga Zümrüt'le yirmi beş yaşına kadar çıkmıştı. Neredeyse tam on sene çıkmışlardı. Herkes artık evlenmelerini beklerken birden doğru dürüst bir açıklama yapmadan ayrılmışlardı. Zümrüt apar topar Amerika'ya gitmiş, daha da düzenli olarak geri dönmemişti. İkisi de ısrarla ayrılıklarının arkasında ciddi bir sebep olmadığını söylemişlerdi. Kimseyi açıklamalarıyla tatmin edemeseler de insanlar bir noktadan sonra sorgulamayı bırakmışlardı. İkisi de papağan gibi aynı şeyleri söylemişti ve ağızlarından 'Artık eskisi gibi hissetmiyorduk' dışında bir söz çıkmamıştı. Derin bunu zaten başta yememişti ama Tolga'nın sonraki hallerini gördüğünde iyice emin olmuştu. Tolga ayrılırken bile köpek gibi aşıktı. Zümrüt'ü bilemeyecekti, sonuçta onu çok görmemişti ama Tolga şu an bile, ayrılığın üzerinden on sene geçmiş olmasına rağmen bile zaman zaman onu düşünüyordu. Ki bunu saklayamıyordu da Derin'e göre. Zümrüt her ziyarete geldiğinde Tolga böyle kafeste kovalanan tavuklar gibi feleğini şaşıyordu. Derin defalarca kez zorlamıştı Tolga'yı. 'En azından bana söyle, derdini paylaşmadan acını azaltamazsın,' demişti ama Tolga neden ayrıldıklarını ona bile söylememişti. 'Vallahi başka bir şey yok, her uzun ilişki gibi biz de aynı sona kurban olduk işte.'

Ama Derin biliyordu. Ayrılmak isteyenin Zümrüt olduğundan adı gibi emindi. Bir kere ikizler hissederdi, Tolga'yı görmesine gerek bile yoktu. O yüreğinde olan biteni hissediyordu.

"Tolga bu daha ne kadar devam edecek? Kırkına merdiven dayamana şurada ne kadar kaldı? Ömrün bu kızı unutmaya çalışmakla geçti! Hah, gittin dün birilerini yanına, geceyi orada geçirdin, işe yaradı mı?"

Tolga düşen böreğini masadan alarak yemeye devam etti. "Bunu işe yarasın diye yapmıyorum. Ben hayatımdan böyle memnunum. Kimseye ümit vermiyorum, kimsenin kalbini kırmıyorum. Kimsenin benden bir beklentisi de yok. Olması gerektiği gibi..."

Derin başını hafifçe yana yatırarak sabırla ona baktı. "Peki ne kadar böyle gidecek?"

"Senin ne kadar böyle gidecek?"

"Benim neyim varmış?"

"En son ne zaman ciddi ilişkin oldu senin?"

Derin okların bir an nasıl kendine döndüğünü asla anlamadı. Soruya asla cevap vermeyerek önüne dönüp tabağına bir dilim börek aldı. Tolga'ysa hazır laf ona döndü diye fırsatı değerlendirmeye devam etti. "Hayır benim gibi hızlı bir hayatın da yok..." derken kaşlarını alayla indirip kaldırdı. "Kuruyup gidersin böyle."

Derin uzanıp Tolga'nın omzuna bir tane vurdu. "Sussana sen!.. Salak salak konuşuyorsun! Sana ne benim aşk hayatımdan. Benim senin gibi hastalıklı bir aşkım yok."

"Senin duyduğun yok ama sana duyulan var..."

İşte şimdi Derin'in damarına basmıştı. Derin ters ters bakıyordu. "Aynı şey değil. Biz Emir'le hiç sevgili olmadık."

"Evet, bir altı yüz bin kere yattınız ve herif hala senin ona bir şans vereceğin günü bekliyor."

Bu sefer Derin yağlı çatalını Tolga'nın kafasına attı. Tolga son anda kenara kaçarak uçan çataldan kurtuldu. "Kızım n'apıyorsun, delirdin mi?"

"Asıl sen delirdin! Kapa çeneni ya! Bunlar seni ilgilendiren şeyler değil!"

"Benim hayatım nasıl seni ilgilendiriyorsa, seninki de beni ilgilendiriyor."

"Bu üzerine konuşulacak, düşünülecek bir durum değil. Benim tercihim. Ayrıca Emir bana o şekilde aşık değil. Gayet de hayatında başka kadınlar oluyor."

"Benim de oluyor?"

"İlişkileri oluyor Tolga!"

"Ama hiç de ciddi şeyler değil."

Derin tartışmaktan yorularak ayaklandı. "Ben gidiyorum. Sen ne halin varsa gör. Şurada iki dertleşelim diye geldim ama bütün tadımı kaçırdın."

Çantasını aldığı gibi kapıya giderken Tolga hemen ayaklanıp kardeşini kolundan yakaladı. "Ya özür dilerim, tamam otur hadi."

"İstemiyorum Tolga gerçekten tadım kaçtı."

"Derin lütfen! Söz ağzımı açmayacağım. Bırakalım bu aşk meşk konularını. Yarını düşünmeyelim. Yarını yarın hallederiz. Gel biz bugün neler yapacağımızdan konuşalım!"

पढ़ना जारी रखें

आपको ये भी पसंदे आएँगी

10.9K 1.4K 8
Güzel bir banyonun zeminine yüz üstü düşen her insan gibi bende şans üzerine düşünmeye başladım. Beni buraya getirip, ayağımı kaydıran şeyin kader de...
283K 21.7K 42
Bir masalda olmayan her şey bu hikâyede. Çünkü Aşk Meşk gerçek dünyanın ta kendisi. Duygusallığı göz yaşartan, romantikliği kalp hızlandıran, komed...
Kurdun İni Kalbidir Dilan🍉 द्वारा

किशोर उपन्यास

6.8K 670 16
Ceylan kurdun inine girmişse, boynunun kopmasını göze almış demekti. O kadın kendi yetiştiği topraktan kopup buraya gelmemeliydi. İzinsizce bahçesine...
1.3K 89 12
Mafia ailesinin oğlu olan Jeonghan hiç beklemediği anda yeni korumasına aşık olur... "Hiçkimse bizi ayıramayacak.."