24. Bölüm: mektup

2.4K 203 70
                                    

Berrin…
Bu sana yazdığım ilk mektup… Ve ne kadar gariptir başlarken binlerce tereddüt düğümlü boğazımda.
En basiti bir mektuba başlamakken, ben dilimin ucuna kadar gelen hiçbir sıfatla başlayamıyorum. Ömrüm diyemiyorum; karıcığım, bir tanem diyemiyorum…
Bendeki tek bir sıfatın değişmemişken, benim sendeki sıfatsızlığım elimi kolumu bağlıyor. İçimden avaz avaz her birini haykırırken, sana yazamıyorum.
Varsın olsun, sen bilme…
Bu da bizi birbirimize yük edişimin diyetlerinden biri olsun madem. Berrin deyip gerisini getiremeyeyim sana yazarken. Kelimeler boncuk boncuk boğazıma dizilsin varsın…
Onca zaman susmuşken, şimdi neden diyorsun belki… Haklısın da…
Nasıl anlatsam?
Çok üzgündüm, dağılmıştım, berbat hissediyordum; daha tonlarca şey, hangi birini sayayım... Gerçi hâlâ öyleyim… Ama en çok seni dönüştürdüğüm şey öyle sarstı ki beni. Hastane koridorundaki o hâlin… O çırpınışın… Paramparça oldum, yandım, kavruldum… O koridorda gelip de seni saramadım ya… Başını omzuma yaslayıp seninle birlikte ağlayamadım ya, nefret ettim kendimden Berrin. Kendimde peşinden gelecek yüzü bulamadım.
Hâlâ bir yanım o yüzü bulamıyor… Ama diğer yandan… Seni sevmekten asla vazgeçmedim ben, asla! Tek bir an bile…
Seni gördüğüm ilk günden beri başka tek bir kadının bırak hayali, fikri bile geçmedi ne beynimden ne de kalbimden. Sen aldığım nefesken, her bir hücreme sinmişken nasıl geçebilir zaten! Biliyorum Berrin, her şeyi berbat ettim. Ama inan, ben bunların hiçbiri olsun istemedim.
Seninle her şey öylesine büyülüydü ki… Ciddiyim… Gerçek olamayacak kadar güzeldi her şey. Ben ömrüm boyunca hiç bu kadar mutlu olmamıştım. Sadece mutluluk da değildi ki be Berrin… Hayatıma öyle bir girdin, öyle bir dokundun ki… Değdiğin her yerde izin kaldı. Bir baktım tüm varlığım sana dönüşmüş.
Hız treninde gibiydik Berrin… Belki en çok ben sebep oldum buna. Mucizevî bir şekilde en yükseğe tırmanıyorduk. Varlığını bilmediğim kadar yükseğe… Ayaklarım yerden kesilmişti. Sen, kokun, sesin, gülüşün, dokunuşun; senin o aklımı başımdan alan büyün… Korktum Berrin… O yüksekten çakılmaktan, o büyüyü yitirmekten… Ben en çok seni kaybetmekten korktum. En büyük korkumu da kendi ellerimle gerçek kıldım.
‘Senden vazgeçtim,’ dediğinde bittim ben Berrin; bittim, öldüm, nedenlerimi tükettim sandım. Ama asıl diyet o değilmiş, anladım.
Dudakların başka bir adamın adını zikrettiğinde anladım ki benim cezam defalarca ölmekmiş. Ölüp ölüp dirilmekmiş. Bakışlarından intihar edip, sözcüklerinle asılmakmış… Neden diyemem sana Berrin… Yüzüm yok… Neden başka bir adamı hayatına aldın diyemem. Eğer ki mutluluğun o adamdaysa ona da ses çıkaramam. Ama Berrin… Benim mutluluğum da kederim de yalnız senken, sen tüm dünyamken yüreğime yüktür başka bir adamla kuracağın gelecek. Yüreğime inkârdır yeniden âşık olduğunu düşünmek… Parmağına taktığın o yüzük, boynuma geçirdiğin idam ilmeğidir… O adamla kuracağın çatı, benim darağacımdır…
Ben bakışlarında gördüklerimden bir an bile tereddüt etmedim Berrin. Ne senin gözlerine gizlediğin, ne benim yüreğime kilitlediğim bitebilecek bir şeyler değildi. İşte o yüzden unutma beni çiçekleri sana sözüm olsun Berrin. Seni bir an bile çıkarırsam aklımdan, gözkapaklarım günü bitirdiğinde yalnız sen değilsen beliren görüntü, güne seninle başlayıp seninle bitirmezsem… Olur da tek bir an, tek bir bakışını, gülünce dudaklarının kıyısının kıvrılışını, tek kaşının o narince kavisini… Olur da tek bir an unutursam Berrin… Kalbim kurusun…

Yalnız senin, hep senin, daima sana ait…
Serdar

Donup kalmıştı Berrin… Değil kıpırdamak nefes bile alamıyordu. Tek hareketlilik gözlerinden süzülen yaşlardı. Serdar ne yapıyordu? Ne yapmaya çalışıyordu? Tüm bunların Berrin’i ne denli sarsacağını bilmiyor muydu?
İlk çiçeğin üzerinden bir hafta geçmişti. Yenisi geldiği ilk an elleri titremeye başlamıştı Berrin’in. İçindeki mantıklı yan iliştirilmiş zarfı açmaması gerektiğini söylerken, genç kadın yine zaaflarına yenilmişti. Ellerinin zarfa uzanışını da mektubu çıkarışını da engelleyememişti. Daha ilk cümleyi okur okumaz kelimeler birer yumruya dönüşmüştü. Ve daha o an istese de o mektubu bitirmeden duramayacağını biliyordu. Bilmediği şeyler değildi okudukları… Ama adamın o dupduru dürüstlüğü… Dokunmuştu Berrin’e.
Aylardır Serdar’dan tek bir haber almak istemeyişinin yegâne sebebi buyken, şimdi darmaduman olmuştu. Düşmüşlerdi… O hız treniyle zirveye çıkmış, olanca hızlarıyla çakılmışlardı. Paramparça olmuş, keskin birer kırık gibi birbirinin boğazına batmışlardı. Şimdi kan kayıpları birbirleri yüzündendi.
Nefes alamıyordu Berrin… Acımasız bir el boğazına sarılmıştı da sanki, sıkıyordu. Tüm o yazanları görmezden geldiğinde, her şey bir nebze de olsa daha kolaydı. Ama şimdi… Şimdi canı yanıyordu… Serdar’ın canını yaktığını bilmek ruhunu sızlatıyordu. Sanki iflah olmaz bir yarayı dağlıyordu okuduğu her kelime.
Neredeydi Serdar? İkidir hayatına fütursuzca dalabildiğine göre yakınlarında bir yerlerdeydi. Ve ne yazık ki bunu öğrenmenin tek bir yolu vardı. Sadece bunu isteyip istemediğinden emin olamıyordu. Serdar’ın Van’da olduğu kesinleşince bakışları her yerde adamı arayacaktı. Biliyordu ki, ne kadar dağılmış olursa olsun, bir yanı hep onu görmek isteyecekti.
Telefonunu eline aldığında derince soluklandı. Rehberde kısa bir turun ardından Azra’nın numarasını arayıp yanıt almayı bekledi. Sıradan giriş cümlelerini geçmeleri uzun sürmedi. Azra arkadaşının sesindeki sıkıntıyı fark edecek kadar iyi tanıyordu Berrin’i.
“Neyin var?” diye sorduğunda alacağı yanıtı biliyordu genç kadın.
Neyi vardı? Bu soruya vereceği binlerce cevap bulabilirdi Berrin. Aynı zamanda derin bir iç çekişle sonsuza kadar susabilirdi de. İkisinin arasındaki yaman çelişkiye sıkışmıştı ömrü. Ne diyeceğini, nasıl soracağını bilemedi. O yüzden o da lafı dolaştırmadan olduğu gibi soruverdi: “O burada mı?”
Adını neden sesli dillendirmiyordu sahi? Berrin artık neden Serdar diyemiyordu? Yüreğine ağır gelen o isim, gırtlağının boğumlarına takılıyor firar edemiyordu. Sanki geriye kalanlarını yitirtecekti özgürlüğüne kavuşan her harf. Sahibinin anısını kuşanıp, Berrin’e kalanları azaltacaktı…
“Van’da…” dedi Azra dosdoğru. Saklamıyor, Berrin bilsin istiyordu. Genç kadının suskunluğuyla hüküm süren sessizliği cümleleriyle doldurdu. “Peşinden gelmiş… O gün… Döndüğün gün havaalanında görmüş sizi. Cem’le… İstanbul’a döndüğünde ruh gibiydi Berrin. Onu hiç öyle görmemiştim. Sanki küçülmüş, minnacık kal…”
Azra daha devam edecekti; ama Berrin’in müdahalesiyle cümlesi yarım kaldı. “Azra…”
Ne yapıyordu bu kadın böyle? Tüm bu duyacaklarının Berrin’i ne hâle getireceğinin farkında değil miydi? Gözlerini sıkıca yumup ağlamamayı diledi Berrin. Sesinin titrememesine çabalayarak, “Duymak istemiyorum,” dedi. “Onun hakkında; ne hissettiği, nasıl olduğu hakkında hiçbir şey duymak istemiyorum. Ne olmuş yani gördüyse! Yaşanan onca şeyden sonra hayatıma devam ediyorsam ne olmuş!”
Dudaklarından dökülenler oluk oluk kanayan gönlünü ikna etsin istiyordu. Gönlü ki, Serdar’ın o hâlini düşünüp kendini yiyip bitirmeye çoktan meyilliydi. Mantığının kuşattığı kelimeler, sarsılan zırhına destek olsun, gediklerini kapatsın, güç versin istiyordu. Ama nafileydi… O da içten içe bunu biliyordu, Azra da…
“Sadece soruna cevap istiyorsun madem; evet, orada! Senin için savaşmaya gelmiş Berrin… Keşke dememek için gelmiş. Senin de haberin olsun… Keşkelerini tükettiysen gerisi senin bileceğin iş…”

Hüzün Yağmurları-(Kitap Oldu)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin