35. Bölüm: Adım Adım

2.5K 137 23
                                    

Bir adım… Bir adım daha…
Bazen yapılması gereken sadece budur. Serdar ve Berrin de öyle yapıyorlardı. Önlerinde uzanan sokağı, birbirini izleyen, telaşsız adımlarla kat ediyorlardı. Yan yana…
Bebeklere bile böyle öğretiliyordu yürümek.
Bir adım… Bir adım daha…
İş adım atmaktan vazgeçmemekteydi. Düşsen de, dizlerin kanasa da, yeri gelip paramparça olsan da tekrardan o adımları atabilecek gücü bulmaktaydı mesele.
Berrin’in o gücü bulması aylar sürmüştü. Yanmış, yakmış, delirmenin eşiğinden dönmüş, kilometrelerce yol gitmişti. Ne tuhaftır, çıkmaz dediği tüm sokaklar onu yine Serdar’a getirmişti.
Öyle, yan yana yürüdükçe yürüdüler. Adımlarına, hesaplanmamış bir uyum eşlik ediyordu. Serdar, önlerinde uzanan asfalt zemin hiç bitmesin istedi; çünkü içten içe yol bitince Berrin’den ayrı düşeceğine inanıyordu. İçten içe bunun bir rüya olmasından korkuyordu.
Bazen rüyalar da yanıltıyordu insanı. Bunu Serdar’dan iyi kim bilebilirdi? Kaç defa Berrin’in kokusu burnunda uyanmıştı, o cennet bezeli rüyalardan. Kaç kere kadının sıcaklığını teninde hissetmenin yanılgısını yaşamış, kaç kere o sıcaklığa hasret aralamıştı gözlerini. O anlardan nefret ederek dönmüştü gerçek dünyaya. Defalarca ölmeyi dileyerek… Ama korktuğu gibi olmadı.
Berrin, oturduğu apartmanın önüne vardıklarında usulca adama döndü. Serdar’ın rüyalarında bile görmeye cesaret edemediği o cümle döküldü dudaklarından: “Yukarı çıkmak ister misin?”
Bu, Serdar için bir soru değildi. Önünde dikildiği kapının anahtarı, adamın kurtuluş müjdecisiydi. Konuşmaya cesaret edemedi adam, onaylarcasına kafasını salladı. Sonra, heyecanını gizlemek istercesine başını önüne eğdi.
Berrin önde, Serdar arkada apartmandan içeri girdiler. Peş peşe adımladılar kat merdivenlerini. Aralarında yadırganmayan bir aşinalık vardı. Bedenleri birbirlerini tanıyor, aradan ne kadar zaman geçmiş olursa olsun vücutları o eski tanışıklığın rahatlığını paylaşıyordu. Yine de dillendirilmeyen pek çok şey aralarında asılı duruyordu; hepsi konuşulmayı gözlüyor, sırasını bekliyordu.
Berrin anahtarını kilide yerleştirip açtı evinin kapısını. Sanki Serdar’a yeniden yüreğini açar gibi…
Serdar önce Berrin’e baktı, sonra kapı üstündeki daire numarasına… 5… Tuhaftır bir anlam ifade etmedi bu rakam ona. İnsan böyle anlarda her şeye kocaman anlamlar yüklemek istiyordu oysa. Ya geçmişin tortusunu ya geleceğin korkusunu… Oysa 5, kocaman bir hiçti adamın zihninde, bir rakam olmaktan öteye gidemiyordu. Aslında anlam arayışının ne denli beyhude bir çaba olduğunun farkındaydı Serdar, beyni aradığı kaçışı bulamıyordu. Silkelendi adam… Âna odaklandı. Bu kez kaçmayacaktı! Önünde geleceğine aralanmış bir kapı vardı.
Girdiği bu ev, İstanbul’daki evlerinden öyle farklıydı ki. Oysa, aynı kadın döşemişti ikisini de. İstanbul’daki evin beyaz ağırlıklı ferahlığının yerine, koyu renk mobilyaların kasveti yerleşmişti. İç çekti Serdar… Aynı surete bürünmüş iki farklı kadındı esasında o evleri döşeyenler. İçinden geçtikleri cehennemden hangisi eski benliğiyle çıkabilmişti ki? Berrin tanıdığı o eski kadın değildi artık. Bunu bir kez daha anımsamak adamın canını acıttı. Karşısında kendi eseri duruyordu.
Serdar aylardır içinden geçtikleri her şeyi, en başından, defalarca düşünmüştü. Bu enkazdaki payını en başından beri kabulleniyordu adam. Yine de Berrin’i paramparça edişi, her defasında olanca ağırlığıyla tekrar tekrar yıkıyordu adamı. Hazmı zor pek çok şey yaşamışlardı; ama onun için en ağırı buydu.
Silkelendi adam. Kolay olmayacağını biliyordu. Ama aylardan beri, ilk kez Berrin’e bu kadar yaklaşmışken yine hatalarının arkasına sığınmayacak, kaçmayacaktı. Bakışlarını perdeleyen kederi maskeledi zor da olsa. Etrafına baktı bir kez daha.
Çok eşyası yoktu Berrin’in. Salonun en ucuna yerleştirilmiş bir köşe takımı, pencerenin önüne konmuş tekli bir berjer, berjerin yanı başında alelade bir lambader… Kadının o çok kıymet verdiği kitapları yerleştirdiği bir kitaplığı bile yoktu. Kitaplar salonun bir köşesine, üst üste istiflenmişlerdi.
Berrin adamın bakışlarını takip edince neşeden nasibini almamış bir tebessüm gelip kuruldu dudaklarına. “Eşyanın önemi yokmuş,” dedi adama. Cümlesi yutkunduğu pek çok kelimenin anlamıyla birlikte dökülmüştü dudaklarından.
Bir evi yuva yapan içindeki eşyalar değildi, aynı çatıyı kiminle paylaştığındı. Keza o çatının altını dolduran eşyalara huzur veren, ne renkleri ne de biçimleriydi. Bir evi huzurlu kılan yine insandı. Beraber susup beraber konuşabilmekti mesele. Birlikte gülüp gözyaşlarına birlikte avuntu bulmaktaydı…
“Yetimhanedeyken,” dedi Berrin. “Hep kocaman bir evimin olmasını hayal eder dururdum.”
Yutkundu Serdar. Gözlerine hücum eden yaşları göndermek zannettiği kadar kolay olmadı. Bir damlanın firarını engelleyemedi. Bereket versin, Berrin ona bakmıyordu da fark etmedi adamın ağladığını. Serdar bu denli kör oluşuna ağlıyordu esasında. Karşısında âşık olduğu kadın duruyordu. Aylarca evli kaldığı, koynuna aldığı, birlikte güldüğü, teselli aradığı, yokluğunda kavrulup defalarca öldüğü kadın… Ama adam ilk kez duyuyordu onun yetimhanede büyüdüğünü. Öylesine kördü gözleri… Öylesine kendiyle meşguldü çünkü.
Onun yangınına takılmadan devam etti Berrin. “Sen bana kocaman bir ev verdin Serdar,” derken sesine eşlik eden o keder, Serdar’a tamamlattı kadının cümlesini.
“Ama yuva veremedim Berrin…” dedi Serdar, ağlıyor oluşundan utanmadan. Gözyaşlarının görünürlüğünü sakınmadan… “Sen bana bir yuva verdin ama ben sana veremedim…”
İnkâr etmenin faydası yoktu. Berrin’in artık Serdar’ı teselli edecek gücü de yoktu zaten. Usulca köşe takımının ucuna bıraktı kendini. 
“Çok düşündüm… Seninle geçen her bir ânı defalarca düşündüm. Cevap veremediğim tonlarca soru var, cevap aramaktan yorulduğum, kurcalamaktan vazgeçtiğin tonlarca soru. Sen vereceksin bana cevapları.”
Belirli belirsiz kafasını salladı Serdar. O da zaten bu yüzden oradaydı.
“Anlatacağım,” dedi. “Anlatacağım… Ama yaşadığımız şeylerden sonra benim cevaplarım bize yeter mi, bilmiyorum.”

Geçmiş Zaman Olur Ki-Leke

Yaşanan her güzel an, sonrasında gelecek hüznün korkusunu taşır. Bu yüzdendir ki çoğu mutluluk lekelidir. O lekeyle boğuşuyorlardı şimdi. O lekeyle ve gizlice büyüttükleri şüphelerle…
Şüphe insanın içine düşer düşmez, tüm huzurunu silip süpürmeye başlayan bir sarmaşık tohumu gibiydi. Serdar’ın içine o tohum düğün yemeğinde Umay’ın duygularını fark eder etmez düşmüştü. Sinsice içine çöreklenip kalmıştı. Berrin’in onun dâhil olmadığı bir hayatının daha oluşu adama geç dank etmişti. Bu gerçeğin hazmıysa adam için kolay olmayacaktı.
Birbirlerinden ayrı evlerde yaşadıklarında ilişkilerine dair en belirgin duygu özlemdi. Ama başlarını aynı çatı örtmeye başladığında, birbirlerine dair keşifleri de çoğalmıştı.
Birbirlerini tamamlaması için yapılmış iki parçaydılar sanki… Ama tam olarak birleşebilmeleri için pürüzlerinden arınmaları gerekiyordu. Bir yerde, birbirlerinin zımparaları oluvermişlerdi. Her kavgada, her sürtüşmede karşıdakinin bir fazlalığını buduyor, bunu yaparken de ister istemez can yakıyorlardı.
Aralarındaki şey tüm evliliklerde yaşanıyordu belki. İkiyken bir olmak, bir bütünü tamamlamak öyle kolay olmuyordu. Lakin takıldıkları her tümsek Serdar’ı dehşete düşürüyordu. Her engel eksiklerini hatırlatıyor, adamı daha çok panikletiyordu.
Nasıl ki önceki günler ayaklarını yerden kesen bir mutluluğu paylaştılarsa şimdi de aynı korkunun pençesinde kıvranıyorlardı. Öyle bir hızla gelmişlerdi ki bulundukları noktaya, şimdi durmuşlar ve korkunç bir baş dönmesiyle karşı karşıya kalmışlardı. Etraflarındaki her şey fluydu.
Salondaki koltukta, evin zifiri karanlığında otururken, açılmayan bir telefonun nasıl böylesine büyük bir probleme dönüşmeyi başardığını merak ediyordu Serdar. Ne ara bu kadar saplantılı bir adama dönüşmüştü?
Aynı mesajı dinleyeceğinden emin olsa da telefonu elinden bırakamıyordu. O ısrarla arama düğmesine basıyor, operatör de aynı ısrarla ‘Aradığınız kişiye şu an ulaşılamıyor…’ diyordu. Belki binlerce kez dinlemişti bu mesajı; ama daha evvel hiç bu kadar sinirine dokunduğunu hatırlamıyordu. Defalarca aynı tuşa basışının, aynı mesajı yüzlerce kez dinleyişinin tek bir nedeni vardı. Âna tutunmak… Gerçi adam âna mı tutunuyordu yoksa öfkesine mi, emin olamıyordu. İçinde avaz avaz yükselen korkuyla yüzleşmemek için öfkesinin gölgesine sığınıyordu. Böylesi daha kolaydı çünkü…
Hâlbuki güne her zamanki gibi başlamıştı. Okula gitmiş, derslere girmiş, bulabildiği ilk fırsatta da Berrin’i aramıştı. Telefon uzun uzun çalmış; ama cevap bulmamıştı. Başka zaman olsa üzerinde durmaz, üstelemezdi belki; ama o gün defalarca aramıştı Serdar Berrin’i. Takıntılı bir hasta gibi peş peşe… Hiç yılmadan…
Israrla susturduğu cılız bir ses abarttığını söylese de o sesi duymazdan gelmek işine geliyordu.
Oturduğu koltuk dikenle kuşatılmıştı sanki. Daha da önemlisi… İçini oyan o korku yok muydu… Berrin neden gelmemişti hâlâ? Ondan mı kaçıyordu? Uzaklaşmak mı istiyordu? Bu ihtimalleri düşündükçe içi endişeden düğüm düğüm oluyordu. Daha da önemlisi haksız olduğunu bildiği bir tarafı kızıyordu da. Hem kendisine hem de Berrin’e…
O, aralarına girecek mesafelere tahammülsüzken Berrin nasıl olur da uzaklaşmak isterdi? Telefonunun kapalı oluşunu, eve geliş saatinin üzerinden saatler geçmişken ortalıkta görünmeyişini başka hiçbir şeye yoramıyordu adam. Yoramadıkça da çıldırıyordu. Korkusu ve öfkesi sağduyusunu silip süpürmüştü.
Öylece koltukta oturup ne kadar zaman Berrin’i beklediğini bilmiyordu. Tepesinde parlayan avizenin rahatsız eden ışığıyla ancak sıyrılabilmişti dalıp gittiği o korku kuyusundan. Başını kaldırmış ve Berrin’i görmüştü.
O tek saniye hıçkırıklara boğulup katıla katıla ağlamamak için zor tuttu kendini Serdar. Oysa ne kolay olurdu. Tüm duygulardan sıyrılıp yine kadında teselliyi aramak… Ama yapamadı. Tepeden tırnağa süzdü Berrin’i.
Genç kadın eli lamba anahtarında, gözleri adamda öylece dikiliyordu kapı girişinde. Tuhaftır onun kapıyı açtığını duymamıştı Serdar. Belli ki o denli derinlere inmiş, içindeki savaşın kulaklarını sağır etmesine izin vermişti. Tıpkı öfkesinin gözünü kör etmesine izin verdiği gibi…
Hızla ayağa kalkarken, “Neredesin sen kaç saattir!” diye bağırdı. Kontrolünü yitirdiğinin farkındaydı ama kendine engel olamıyordu.
Cevap bulmayan onlarca arama aklına geldikçe öfkesi bileniyordu. Ama içinde susturmayı denediği cılız bir ses, Berrin’in eve gelmiş olmasına çılgınlar gibi seviniyordu. Demek ki henüz terk edilmeyi başaramamıştı. Demek ki Berrin, yine ona gelmişti!

Hüzün Yağmurları-(Kitap Oldu)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin