Geçmiş Zaman Olur Ki- Beni Sev

2.6K 202 35
                                    




Güneş boynunu büküp her akşam saklandığı köşesine çekilmiş, yerini karanlığa bırakmıştı. Gökyüzünün kızıla boyandığı saatler bile geride kalmış, akşam hükmünü sürmeye başlamıştı. Berrin saatlerdir aynı bankın üstünde kıpırdamadan oturuyordu. Gözlerini giriş kapısına dikmiş etrafını seyrediyor gibi dursa da çevresinin farkında bile değildi. Zihni öyle meşguldü ki… Ne yaparsa yapsın dikkatini dağıtamamıştı.
Serdar’ın arkasından bakakaldığı birkaç dakikanın ardından onu oraya bağlayan bir şey kalmamış olmasına rağmen kıpırdamadan oturmaya devam etmişti. Beyninde hâlâ adamın anlattıkları yankılanıyordu. Kulaklarında adamın cümleleri, gözlerinin önünde konuşurkenki hâli asılı kalmıştı. Sanki beyni her bir ânı, her sözcüğü kaydetmiş; defalarca çevirip duruyordu. Her seferinde adamın sözcükleri canını biraz daha acıtıyordu. Sanki Serdar ucu kör bir bıçağı ciğerlerine saplamıştı da, anımsadığı her detay biraz daha derine itiyordu bıçağın kör ucunu.
Serdar her ne kadar aksini düşünüyor olsa da Berrin onu anlamıştı. Hem de öyle bir anlamıştı ki… Hiçbir zaman insanların sıkıntılarını azımsayan biri olmamıştı Berrin. Aksine onunla paylaşılan her durum için empati yapmaya çalışır, karşısındakinin ne hissettiğini anlamayı denerdi. Ama söz konusu Serdar olduğunda… Her şey öyle tuhaf bir hâl alıyordu ki Berrin’in ödü kopuyordu.
Söz konusu oyken farkındalıktan fazlasıydı hissettiği. Serdar’ın cam gibi gözlerine yansıyan her bir duyguyu kana kana içiyordu sanki kadın. Acısı canını yakıyor, sevinci mutlu ediyordu. Adamın bakışlarından Berrin’e akan her bir duygu fiziksel bir bağa dönüşüyordu âdeta. Serdar’ı açık bir kitap gibi okumak korkutuyordu Berrin’i. Çünkü her defasında biraz daha derine bir yere sızıyordu adam. Yüreğini pır pır ettirenin aşk olduğunu bilip adını koyarken, derinlerinde bir yerde şefkat ve merhametle bezenerek kök salanın adını koyamıyordu. Aşkın çok daha ötesi vardı belli ki.
Yine öyle olmuştu. Serdar anlatırken, Berrin’in duyduğu onun anlattıklarından çok daha ötesiydi. Daha babasını kaybettiği gün omzunda ağlarken kolay bir çocukluk geçirmediğini sezmişti. Ama Serdar’ın anlattıkları beklediklerinin çok daha fazlasıydı. Adamın anlattıkları ister istemez kendi çocukluğunu düşürmüştü aklına. Acıyı mukayese değildi yaptığı. Sadece kısacık bir an düşünmüştü: Hangisininki daha güçtü?
Berrin babasının ölümünü hayal meyal anımsıyordu. Zihninde babasına ait tek görüntü tavandan sarkan bir çift ayaktı. Ne bir yüz, ne beden… Sadece krem rengi çorap giymiş, havada süzülen bir çift ayak… Ama annesi… Zor da olsa gözlerini kapattığında kadının yüzünü zihninde canlandırabiliyordu. Yetimhane bahçesinde elini sıkıca tutuşunu, ürkek adımlarla ilerleyişini, ama her şeyden öte vedalaşırken sımsıkı sarılıp içli içli ağlayışını bir bir anımsıyordu. Öldüğünü bilmeden beklediği tüm o yıllar boyunca Berrin hiç şüphe etmemişti annesinin onu sevdiğinden. Çocuk yüreği nasıl olduysa anlamıştı annesinin çaresizliğini. Vazgeçişinin bile isteye olmadığını…
Ama Serdar’ın durumu… Annesinin bencilliğini yargılamak istemese de beceremiyordu. Serdar’ın kelimelerini anımsadıkça kadına duyduğu öfke katlanarak büyüyordu. Hele Selda’nın anlattıkları…
“Hiç bahsetmedi” demişti genç kadın. Yıllar boyu ardında bıraktığı evladından hiç bahsetmemişti kadın. Aklı almıyordu Berrin’in. Ölüm kapısına dayanmış olmasa kadının Serdar’ı yine anımsamayacağından neredeyse emindi. Ve bu Serdar’ın öfkeyle çekip gidişini haklı kılmaya yetiyordu onun açısından.
Serin bir rüzgâr ardındaki ağacın dallarından süzülüp kadını okşayınca gitmesi gerektiğini hatırlattı kendine. Derin bir nefes alıp kalktı saatlerdir oturduğu banktan. Hızla odasına gidip eşyalarını aldı ve aynı süratle evinin yolunu tuttu. Aklı Serdar’daydı. Nereye gitmişti? Ne hâldeydi?
Arabasıyla apartmanın olduğu sokağa girdiğinde ummadığı bir sürprizle karşılaştı. Serdar’ın arabası binanın önündeydi. Adamın arabada olup olmadığını bilmese de kalbinin daha hızlı atmasına engel olamadı. Bulduğu ilk park yerine park edip indi arabadan. Ve hızla Serdar’ın park ettiği yere ilerledi. Adamın kafasına direksiyona dayamış bekler hâlini görünce burnunun direği sızladı. Önce camına vurup dikkatini çekmeyi düşündüyse de vazgeçip diğer tarafa yürüdü ve yolcu koltuğuna yerleşti.
Serdar açılan kapının sesiyle kafasını kaldırmıştı. Berrin’i görünce yüz hatları bir parça yumuşasa da ne denli dağılmış olduğu her hâlinden belliydi. Kızaran gözleri ağladığını ele veriyordu.
Berrin’i karşısında görmek tüm gün boyunca ilk kez rahatlattı Serdar’ı. Hastaneden öfkeyle çıkıp arabasına bindiğinde nereye gideceği hakkında en ufak bir fikri yoktu. Sadece oradan mümkün olduğunca uzaklaşmak istemişti. Trafiğe çıkar çıkmaz o hâlde araba kullanmasının pek de akıl mantık işi olmadığını fark edip sahilde uygun bir yer bulduğunda arabayı durdurmuştu. Öylece durup saatlerce denizi seyretmişti adam. Saatlerce… Biraz toparlanabildiğinde ancak farkına varmıştı ağladığının. Fark eder etmez de bir kez daha öfkelenmişti. Neresinden tutarsa tutsun Serdar’a fazlaydı yaşadıkları.
Bir kardeşi vardı! Daha bunu bile hazmetmeye fırsat bulamadan o kadını görmesini beklemişlerdi ondan. Berrin olmasa oraya tek bir adım dahi atmazdı. Ya da atar mıydı? Emin olamıyordu adam. İçinde çetin bir savaş vardı. Emin olduğu bir şey varsa o da Berrin’in haklı olduğuydu. Saatlerce düşünmüştü, kadının sözleri beyninde yankılanıp durmuştu.
Haklıydı… Öfkesine, nefretine tutunmuştu Serdar. İçinin alev alev kavruluşu bundandı. Berrin o kadının bunlara bile layık olmadığını fark etmesini sağlamıştı. Üstelik sahilden ayrılır ayrılmaz da kendini burada bulmuştu: Berrin’in evinin önünde…
Öyle fevri davranmıştı ki yanından kalkarken… Üstelik öyle şeyler duymuştu ki Berrin… Yukarı çıkıp da ne söyleyeceğini bilememişti Serdar. Tam da çaresizce başını direksiyona yaslamışken belirmişti Berrin yanında. Kadını yanında görmek mucize gibiydi onun için.
Geçen birkaç saniyenin ardından Berrin’in konuşmayacağını anlamıştı. Aralarındaki sessizlik tuhaf değildi. Garip bir şekilde huzurlu bir sükûnetti aralarında hüküm süren. Yine de Serdar’ın kendini açıklamaya ihtiyacı vardı.
“Haklıydın…” dedi ilk iş. Derin bir nefes alıp, birkaç saat evvelki gibi yanı başında oturan kadına baktı. “Haklıydın…” dedi yeniden, “Hep haklısın…”
Berrin kıpırtısız oturmaya devam etti. Kadının kirpikleri bile kımıldamamıştı. Pür dikkat Serdar’ın söylediklerini dinliyordu.
“Nasıl yapıyorsun bilmiyorum… Yıllardır saklamaya, maskelemeye çalıştığım her şeyi görüyorsun. Bu durum felaket korkutuyor gözümü! Ödüm patlıyor… Karşında böyle çırılçıplak kalıyorken beni sevmemenden korkuyorum. O kadar istiyorum ki beni sevmeni… Tüm marazlarımdan utanıyorum.”
Küçücük bir çocukken inanmıştı mükemmel olmadığına. Daha o zamanlar inandırmıştı kendini sevilesi tek bir yanının bulunmadığına. Ve yıllar var ki o tespitini haklı çıkarmak için yaşıyordu. Bencilliğini kuşanmış, kırılganlığını haşarılığıyla maskelemiş, öfkesine tutunmuştu. Ama Berrin ona her içini okur gibi baktığında kendini inandırdıklarından şüpheye düşüyordu.
‘Beni kandıramazsın’ der gibi bakıyordu Berrin. Oysa Serdar’ın niyeti ondan evvel kendini kandırmaktı. Kadının Serdar’a rağmen ona inancı mahcup ediyordu adamı. Çünkü biliyordu Serdar; marazları vardı… Berrin görmemeyi yeğlese de, aksine inanmayı seçse de kendi yangınından geriye kalacaklardan korkuyordu adam. Tüm korkusu olanca çıplaklığıyla bakışlarına yansıyordu. Dudaklarından dökülenlerin anlatmakta kifayetsiz kaldığı yerde bakışları konuşsun istiyordu çünkü.
Derin bir nefes alıp çaresizliğinin sindiği bir sesle devam etti Serdar. “Hepsini görüp nasıl seversin beni? Mümkün değil Berrin! O yüzden böyle bakma bana… Ruhumu görür, içimi okur gibi bakma! Sen de diğerlerinin gördüğü o umarsız adamı gör…”
Daha Serdar’ın son kelimeleri dudaklarından dökülmeden Berrin elini uzatıp usulca adamın yanağına dokundu. Gözlerini puslandıran yaşlara inat dudakları beceriksiz bir gülümsemeyi konuk etti.
“Ben seni onlara rağmen, onlarla beraber seviyorum Serdar,” dedi usulca.  Her bir sözcüğü bakışlarını kaçırmadan, adamın ruhunu okşar gibi tane tane döküldü dudaklarından.
“Seni sen yapan yaralarını seviyorum.”
Gözlerinden firar eden ilk gözyaşı damlasına aldırmadan devam etti. “İçindeki çocuğun kırgınlığını gizlemek için büründüğün haşarılığı, gözlerinin derinlerine gizlenmiş incinmişliği, ne kadar inkâr etsen de içindeki o tertemiz yüreği seviyorum.  Ben herkesin gördüğünü istemiyorum ki! Ben seni istiyorum… İçindeki kırgın çocukla, sevmekten korkan adamla, sana değer katan yaralarınla beraber…”
Aslında öyle çok cümle birikmişti ki Berrin’in içinde Serdar’a dair. Öyle dolu doluydu ki… Ama konuşamadı. Biraz daha devam ederse cümlelerinin hıçkırıklarıyla bölüneceğini biliyordu çünkü.
Kadının cümleleri öyle çok şey demekti ki Serdar için. Kayıtsız, şartsız bir sahipleniş vardı o kelimelerde. Utanmasa oracıkta Berrin gibi ağlardı. Ama yutkunmakla yetindi adam. Uzanıp sıkı sıkı sarıldı kadına.
“Çok sev beni Berrin…”dedi. “Öyle sev ki hiç vazgeçme! Beni sevmekten asla vazgeçme!”
Daha o gün biliyordu Berrin, Serdar’ı sevmekten hiç vazgeçemeyecekti. O gün gördüğü boynu bükük, altı yaşındaki çocuğun hatırına, bir mühür gibi kazıyacaktı Serdar’ı yüreğine. Hastane odasında omzunda ağladığı an ilk kez yüreğine düşen ateş, o gün benliğine kazınacaktı. Serdar’ı sevmek, aldığı nefes gibi zaruri olacaktı. ‘Beni sev’ diyen o adamı sevmek Berrin’in o günden sonraki sınavı olacaktı.
Sevda ki kendini insan sayanı sınayacak en meşakkatli sınavlardan biri… Sevda, kalp sayılanı kora da buza da çevirebilecek kudrete sahip bir demir leblebi… Yüreğe sorgusuzca düşen, ömrü aynı çaresizliğin kucağına bırakan o ateş; Berrin’i de Serdar’ın çıkmazına bıraktı o gün. Saplanıp kaldığı o bataktan ya çıkacaktı Serdar, ya da Berrin’i de beraberinde batıracaktı

Hüzün Yağmurları-(Kitap Oldu)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin