26. Bölüm: Emanet

2.1K 206 60
                                    

Kaç dakika olmuştu orada öyle dikilip onu seyredeli bilmiyordu Serdar. Evinden çıktığı andan itibaren peşine düşmüş, gölge gibi izlemişti genç kadını. Göle nazır kafelerden birine girdiğinde oturduğu yeri gözüne kestirmiş, izleyebileceği bir ağacın gizliliğine sığınmıştı. Gözlerini kırpmaya bile korkarak izlemişti hasret kaldığı kadını.
Üzerinde bacaklarını saran bir kot pantolon ve mevsimlik bir ceket vardı. Saçlarını Serdar’ın sevdiği gibi açık bırakmıştı. İlk tanıştıkları zamanın aksine kâkülleri uzamıştı. Hatta artık kâkül bile sayılmazlardı. Berrin’in her hâli güzeldi Serdar için. Ama kabul ediyordu ki tanıştıkları zamanlardaki kadın değildi karşısındaki. Onu ilk gördüğünde de bakışlarında ağırbaşlı bir olgunluk vardı; ama artık o olgunluğa derin bir keder eşlik ediyordu. Serdar o kederi kendi elleriyle yerleştirdiğinden biliyordu belki de; ama hiç tanımayan birileri de fark ederdi kadının üzgün bakışlarını.
Kayıplarının ilk zamanlarındaki gibi değildi hâli çok şükür ki… O günlerde Berrin’i her görüşü Serdar’ın içini ezerdi. Hele ilk kez mezarlıktaki o karşılaşmalarında… Yaşayan bir ölüden farksızdı o hâlleri… Şimdi… Şimdi ise ağır bir kasvet yayılıyordu etrafına. Bakanın içine oturan, gidip avutmak isteyeceği bir kasvet... Serdar sevdiği kadını avutmak istiyordu. Açtığı yaraları tek tek öpmek, okşamak; son nefesini verene kadar özür dilemek istiyordu.
Kadının dalgınca oturuşunu dakikalarca izledi. Bir yanı yanına gidip oturmak için delice bir istek duyarken, diğer yanı yine cesaret edemedi. Cesaretsizliği daha da sinirlendirdi adamı, kendisine duyduğu öfkeyi biledi. Zaten bu korkaklığı değil miydi tüm bunlara sebep olan?
Elindeki kutuyu Berrin’e nasıl ulaştıracağını düşünürken yanından geçen simitçi çocuğa takıldı bakışları. Çocuğu durdurup cebine biraz para sıkıştırdı ve kutuyu uzatıp Berrin’i gösterdi. Ne yapacağını anlattıktan sonra dikkatle Berrin’i seyretmeye başladı. Çocuk kutuyu kucağına bırakır bırakmaz kadının etrafına bakışından onu aradığını biliyordu. Ardına sığındığı ağaca bir kez daha minnet duydu. Genç kadın kutuyu açıp çerçeveyi görünce yüzüne yerleşen buruk tebessümün farkında değildi büyük ihtimalle. Ama Serdar o tebessümü kana kana içti. Gülmekle ağlamak arası bir tebessüm olsa da, neşenin yanında hüznü de barındırsa da Serdar’a bu bile yetiyordu. Bundan bile medet umacak hâldeydi.
Çok geçmeden kadının yüzündeki ifade silindi. Çerçeveyi masaya bırakışını hüzünle izledi adam. Gelin tokasına ne tepki verdiğini seçemedi. Bakışları tokada, bir müddet kaldı Berrin. İçinde neyin mücadelesini verdi emin olamadı adam. Hemen ardından kadın alelacele toparlanmaya başladı. Biliyordu Serdar, daha fazla yüzleşmekten kaçamayacaktı. Berrin bu kez konuşmak istiyorduysa kaçmayacaktı da zaten…
Genç kadın telaşlı adımlarla dışarı çıkıp aniden durdu ve bakışlarını etrafta dolaştırdı. Serdar da ancak o zaman saklandığı ağaç gölgesinden çıkacak cesareti buldu kendinde. Ellerini nereye koyacağını bilemediğinden cebine soktu ve Berrin’in hamlesini beklemeye başladı.
Serdar’ı orada öylece dururken görmek sarstı Berrin’i. Biliyordu; her defasında, adamı her görüşünde sarsılacaktı. Serdar’a asla tepkisiz kalamayacaktı. Bakışları her daim onun yörüngesine çekilip onu arayacak, ruhu varlığını her daim hissedecek, yüreği varlığına hep minnet duyacaktı. Her ne yaşamış olurlarsa olsunlar, Berrin adamın nefes alıyor oluşuna hep şükran duyacaktı.
Durup adamı izlediği o birkaç saniye bakışlarına onu kana kana içmeleri için müsaade etti genç kadın. Adam Azraların düğünündekinden çok daha kötü görünüyordu. Belki o akşamki mekânın loşluğundan, belki günün aydınlığının gizeme yer bırakmayışındandı; bilmiyordu. Ama Serdar, Berrin’in bıraktığı Serdar değildi. Suratında belirli belirsiz bir sakalın kirli izi vardı. Gözleri yuvalarına çekilmiş, gözaltları çökmüştü. O gün de kilo verdiğini fark etmişti ama… Daha da mı erimişti ne? Adamın bu hâli öyle dokundu ki Berrin’e… Aksi gibi dokunmasın istiyordu. Serdar’ın bu hâline sebep yine Serdar değil miydi? Sahi, bu hâllerine sebep kimdi?
Serdar’a doğru attığı ilk adımda, derinlerinde bastırmakta zorlandığı bir ses ‘Dön arkanı git!’ diyordu. O yanı yapacakları konuşmadan da, sonrasındakilerden de korkuyordu. Ama o sese kulaklarını tıkadı Berrin. Öfkesini, kırgınlığını, biriktirdiklerini, aylardır yaşadığı tüm kâbusu gömdüğü derinlerinden bulup çıkardı ve sıkı sıkı tutundu hepsine. Elindeki kutuyu daha da bir sıktı. Adımlarını sıklaştırıp başını dik tuttu. Serdar’ın yanına geldiğinde bakışlarını bir an çekmedi adamın bakışlarından. Tek kelime etmeden elindeki kutuyu uzattı Serdar’a. O kutuyu atmaya kıyamayan zayıf yanını görmezden geldi. Sıkı sıkı tuttuğu kutuyu Serdar’a uzatıp adamın kavramasını bekledi. Adam emanetini geri alır almaz da “Ne yapmaya çalışıyorsun?” diye sordu direkt. Sesi… Buz gibiydi! Günlerce sesinin nasıl öyle ayaza kestiğini merak edecekti Berrin. Nasıl olup da içi yangın yeriyken öyle durabildiğini düşünecekti.
Serdar’ın beklediği tepki bu değildi. Ne beklediğinden emin de değildi aslında adam ama… Berrin’in böyle buz gibi konuşması… Üstelik de kurduğu o tek cümle… Ne dese bilemedi. Günlerdir beyninde prova ettiği konuşmaların hiçbiri böyle başlamıyordu.
Ne yapmaya çalışıyordu? Serdar kendini affettirmeye çalışıyordu. Berrin’i kazanmaya, berbat ettiklerini bir parça da olsa toparlamaya… Serdar tekrardan nefes almaya çalışıyordu. Serdar yitirdiklerini geri istiyordu. Tarumar ettiklerini toparlamak, Berrin’in yüzündeki gülümseme olmak, öyle kalmak istiyordu. Serdar Berrin’i yeniden istiyordu. Ama hiçbirini söyleyemedi. Sustu… Başını önüne eğip bakışlarını kaçırdı. Berrin’in bakışları çok ağırdı.
“Ne yapıyorsun sen Serdar!”
Adamın aksine Berrin’in canına tak etmişti. Sınırlarının, duvarlarının habire Serdar tarafından sarsılmasına; sarsıldıkça zayıflığıyla yüzleşmeye… Öfkesi kendineydi. Öfkesi zaafınaydı. Öfkesi Serdar’ı hâlâ seviyor oluşunaydı. “Ne yaptığını sanıyorsun?”
“Berrin ben…”
Kilitlenip kalmıştı adam. En çok korktuğu, aylardır içten içe ürktüğü şey gerçek olmuştu. Sözcükler onu terk etmişti. Tam olarak öyle de değildi aslında… Serdar hatalarını kabullenmiş, boynuna biçilene razı gelmişti. Öylesine farkındaydı ki olan bitendeki kabahatinin, ardına sığınabileceği bahanesi yoktu. Ne yapmaya çalışıyordu? O sadece yeniden Berrin’in hayatına dâhil olmaya çalışıyordu ve bunu Berrin’e nasıl anlatabileceğini bilmiyordu. Serdar ikinci bir şans istiyordu.
“Sen ne! Sen ne Serdar! Elini kolunu sallaya sallaya istediğin zaman hayatıma girip canın sıkılınca gideceğini mi sanıyorsun?”
Patlamıştı Berrin… Kelimelerini süzmüyor, Serdar’ın canını yakıp yakmadığını umursamıyordu. Aksine canı öyle yanıyordu ki onun da canı yansın istiyordu. Bir parça anlasın, acıdan nefes alamamak nasılmış görsün istiyordu.
Aylardır onu yiyip bitiren şüphelerine, kuruntularına yenilmişti artık. Zehirli bir irin gibi, geceler boyu adamın yokluğuyla sınandığı vakitlerde aklına doluşan, onu yiyip bitiren şeyleri ilk kez üstü kapalı da olsa dillendiriyordu.
“O bir kere olur! O bir kere olur anladın mı? O salaklığı bir kere yaparım ben hayatımda! Ne oldu? Ne değişti de geldin?”
Peş peşe nefes almadan sıralıyordu kadın. Serdar’dan cevap alamadıkça öfkesi bileniyor, bir yenisiyle saldırıyordu. Duymak istediklerini duyamadıkça hoyratlaşıyordu. Gerçi onları duymaktan ölesiye de korkuyordu. Berrin kendi çelişkisiyle yüzleşmemek için adamın zayıflığına sığınıyordu esasında. Bunu yaparken de aylar süren kırgınlığını, kızgınlığını, çaresizliğini kusuyordu. Her saldırısı Serdar’ı bir parça daha köşeye sıkıştırıyor, daha da savunmasız kılıyordu.
“Ne oldu da geldin Serdar? Ben acıdan inlerken neredeydin? Hastane koridorlarında acımdan nefes alamazken neredeydin? Hastanede kafayı yemişken, canımın acısından gözümün önünü göremezken neredeydin? Aylardır neredeydin?”
Uykusuz kaldığı, kâbuslarla boğuştuğu geceler boyunca neredeydi adam? Dokunmadığını söylediği kadınların yataklarında ne işi vardı?
“Ne değişti? Hayatıma biri girince mi aklına geldim? Ne değişti Serdar!”
Berrin’in her cümlesi delik deşik ediyordu Serdar’ı. Hem verecek tonlarca cevabı vardı, hem de yoktu. O günlerin çaresizliğini nasıl anlatırdı Berrin’e. Gerçi kadın anlamıştı onu, biliyordu. O zamanlardaki sessiz kabullenişini başka türlü açıklayamıyordu. Ama o günlerin sebep saydığı bahaneleri, şimdi gerilerine saklanmaya yetmiyordu. Ortada Serdar’ın yakasına yapışan büyük bir utanç, acı bir azap kalıyordu.
“Bir şey değişmedi lanet olsun! Hiçbir şey değişmedi! Değişmez! Değişemez! Senin bendeki yerin asla değişemez! Değil birkaç ay, bir ömür geçse yine değişmez…”
Dudaklarından isyanını kuşanıp fırlayan birkaç kelamdan ötesi yoktu. Berrin’in Serdar’daki yeri asla değişmemişti ki… Serdar ne yaparsa yapsın Berrin’in ondaki yerini anlatamazdı.
“Değişmez Berrin… Sen benim nefesimsin! Ömrümsün! Alnıma kazınmış mühürsün… Değişmez… Değişemez…”
Yolladığı o mektupta yazdıkları… Onlar bile öyle anlamsız, öyle eksiktiler ki… Ne derse desin eksik bir şey muhakkak bırakırdı. Başka bir adamın bir başka kadını bu denli sevmesi mümkün değildi. Bu kadar inançsız mı bırakmıştı sahiden kadını? Berrin sahiden bakışlarındaki aşktan hiç emin olamamış mıydı? Sadece bir başkası hayatına girdi diye döndüğünü, bir şeyleri denediğini düşünüyor olabilir miydi sahiden?
“Hayatına başka biri girinceymiş! O adam… O adam…”
Gerisini getiremedi Serdar. O adam umurumda değil, diyemiyordu. Umurundaydı… Hem de öyle umurundaydı ki aklına geldikçe içi çekiliyordu. Ama bunu dile de getiremiyordu. O cümlenin devamın getiremeden sürdürdü konuşmasını. Çaresizliği kifayet bulamazdı hiçbir kelimeyle; ama yine de denedi.
“Geldim; çünkü ileride daha büyük keşkeler dizilmesin boğazımıza istedim. Geldim; çünkü o adamın koluna girdiğinde, hiçbir şey yapmadığımı düşünüp kendimi yemek istemedim. Geldim; çünkü daha önce yüzüm yoktu Berrin…”
Berrin de anlamazsa Serdar’ı kimse anlamazdı, biliyordu. Daha o gün, Berrin’i kendi yastığına sarılmış uyurken gördüğünde, karnına dokunup bebeği hissettiğinde; ama tüm o karmaşasına rağmen o evde kalamayıp dış kapıyı araladığında vicdanına musallat olan o yükü nasıl anlatacaktı? Serdar aylardır içinde kıvrandığı, yanıp tutuştuğu cehennemi kime anlatacaktı? Berrin’i o hastane koridorunda inlerken, çırpınırken görüp de yanına gidemeyişine sebep olan, ayağına birer pranga gibi dolanan o azabı nasıl dillendirecekti? Kendinde o yüzü bulamamıştı ki… Hâlâ daha bulamıyordu.
Berrin’i çevirdiği şeyi gördükçe ‘Bırak diyordu,’ içindeki o düşünceli yan. ‘Bırak mutlu olsun!’  Ama diğer yandan… Onsuz olacağını düşünmek… Aylardır sınandığı o yokluğa bir ömür mahkûm kalmak… Ve ne yazık ki bencil yanının durmadan hatırlatıp durduğu gibi onun başka birisinin karısı olacağını düşünmek… Yapamıyordu Serdar! O kadar onurlu da gururlu da değildi. Bencildi… Çaresizliğin yansıdığı titrek sesiyle haykırırcasına devam etti: “Lanet olsun! Hâlâ yok, görmüyor musun? Yüzüne bakamıyorum, görmüyor musun?”
Görüyordu Berrin… Adamın mahcup bakışlarını, gözlerinde yer etmiş suçluluğu… Af dileyen o çocuk yanını… Görüyor ve kendinden nefret ediyordu. Tüm olanlardan sonra hâlâ Serdar’ın yaralarını sarmaya meyleden yanına lanetler okuyordu. Diğer yandan bir yanı Serdar’a öyle kızgındı ki… O yanına kulak verip “Niye geldin o zaman?” dedi. Niye gelmişti? Yine onu inandırıp dünyasını başına yıkmak için mi? Bilmiyor muydu? Berrin ona inanırdı… Hep inanmıştı… Dudaklarından dökülenlerin yalan olduğunu bilse bile gönlü avare olur, bir onu doğru sayardı. Berrin Serdar’ın ağzından çıkacak her sözü, tek bir şüphe duymadan gerçek bilir, bir tek ona inanırdı. Sonu olacağını bile bile yine de o sözcüklere tutunurdu.
Çaresizdi Serdar… İlk kez ne söylerse söylesin Berrin’i ikna edemeyeceğini, bir adım yol alamayacağını düşünüyordu. Haklıydı aslında kadın… Tutunacak dal bırakmamıştı… Belli ki tuz buz olmuş sırça saraylarından geriye, yıkık bir harabeden başkası kalmamıştı.
“Berrin ben ne hâldeyim görmüyor musun? Ne hâldeydim bilmiyor musun? Beni en iyi anlayan sen değil misin Berrin? Berrin ben bittim! Bittim! Her şeyi elime yüzüme bulaştırdım. Berrin ben seni kaybettim! Ben kendime ecel oldum Berrin!”
Adamın gözlerindeki o puslu bakış, sesindeki çaresizlik, yüzündeki azap… Dokunmak istedi Berrin. Tüm o çizgileri parmak uçlarıyla okşamak, yaş biriktiren gözlerinden öpmek, dudağının kıyısını başparmağıyla mühürlemek. Susturmak… Bitti demek… Bittiğini söyleyebilmek… Bir kez daha deva olmak istedi karşısındaki yaralı yüreğe. Hemen ardından kendi yarası geldi aklına. Adamın attığı tek bir adımla paslı bir hançeri nasıl da ruhunun en derinine sapladığı belirdi gözlerinin önünde. Ayağı yerden kesilmeden az evvel, Serdar’ın kapı eşiğinden attığı o adım belirdi zihninde. O adım değil miydi Serdar’ı Berrin’in ömründen çıkaran? O adım değil miydi kızını rahminden çekip koparan?
Ellerini çaresizce açıp sağ elini kalbinin üzerine emanet etti kadın. Dudaklarından döküleceklerin yüreğine ihanet olacağını bilerek, yüreğindekilerden özür dileyerek, onları sağ elinin ürkek dokunuşuna emanet ederek tek tek, avaz avaz sıraladı:
“Ben bebeğimi kaybettim! Duydun mu? Bebeğimi kaybettim ben! Sadece birkaç dakika görebildim ben evladımı. Kucağıma alamadım! Koklayamadım! Ben, kızımı kaybettim lanet olası!”
Elinin nöbetinde yüreğindekileri hapsederken, gözünden firar edenlere mani olamadı.
“Ben, yedi ay içimde büyüttüğüm canı yitirdim! Ben, babasının bir türlü sahiplenip benimseyemediği bir evlat kaybettim! Ben, hayata tutunduğum dalı kaybettim! Anladın mı! Duydun mu! Ben kızımı kaybettim!”
Yutkundu Serdar… Tek kelime edemedi. ‘Ben böyle olsun istemedim!’ diye avaz avazdı içi. Ama o kelimelerin ne denli anlamsız kaldıklarının da farkındaydı. Söyleyeceği hiçbir şey, Berrin’in cümlelerinin yanında anlam kuşanamazdı. Berrin’in cümlelerinin haykırdığı kaybı telafi edip, teselli olamazdı. Duydukları Serdar’a bir kez daha nasıl bir kör kuyuda debelendiğini anımsatmıştı. Serdar bitmişti… Serdar her şeyi yitirmişti…
Kadının öfkeli bakışlarına kilitlenmiş gözlerini kaçırmak istese de kaçıramadı. O bakışların ağırlığında ezildi. Sessiz bir meydan okuyuş haykıran, ‘Bir şey söyleyip aksine ikna et,’ diye yalvaran o bakışların yüküyle mahcup olup sustu. Serdar kelimelerini tüketmişti… Ardına sığınabileceği nedenler anlamsız kalmıştı. Tüm korkuları, çıkmazları gerçek olmuş; ortada simsiyah bir katran bırakmıştı.
“Yok değil mi… Verecek bir cevabın yok! Ancak karşıma geçip dengemi sarsar, hayatıma bodoslama dalarsın! Ama yeter Serdar! Yeter anlıyor musun! Hayatıma aklına estikçe girme! Eğer sende bir parça hatırım vardıysa, eğer tek bir an sevdiysen beni, ufacık bir saniye mutlu olduysan, bir parça gerçektiyse aylar boyunca yaşadıklarımız rahat bırak beni. Bırak artık mutlu olayım! İzin ver unutayım… İzin ver yaralarımı sarayım! Sen karşıma her çıkışında yaralarımın incecik kabukları da soyuluyor, oluk oluk kanıyorum. Sen karşıma her çıkışında ben bir kez daha yıkılıyorum. Bırak Serdar… Bittik biz… Kalmadık…”
Berrin’in Serdar’da sadece hatırı yoktu ki… Berrin’in Serdar’da oymalı, yaralı bir kalbi emanet almış, kilitli bir sandığı vardı. Ve o sandık kadının son cümleleriyle adamın ruhunu da dehlizlerine katmıştı. Gırtlağına düğümlediği yumru, konuşmasına izin vermezken tek kelimelik kabullenişini belirtmek için defalarca yutkundu adam. Boğazına düğümlediğini gözyaşlarıyla eritip “Tamam,” dedi.
Madem Berrin’in mutluluğu onsuzluğa emanetti, Serdar bu kez kadına istediğini verecekti.

Hüzün Yağmurları-(Kitap Oldu)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin