23. Bölüm: Unutmabeni Çiçekleri

2.2K 208 47
                                    


Sabah vizitinin ardından odasına döndüğünde sıkıntılı hâlini hâlâ ardında bırakabilmiş değildi Berrin. Ne kafasını dağıtmak için giriştiği onca iş, ne düzenli alıp vermeye çalıştığı soluklar… Hiçbiri derinlerine yer etmiş kasveti ardında bırakmaya yetmiyordu. İstanbul’dan döndüğünden beri böyleydi bu durum. Ne yaparsa yapsın ruh hâli düzelmemişti.
Dağılmıştı… Aylardır özenle toparlamaya, bir araya getirmeye çalıştığı ne varsa hepsi dağılmıştı. Geldiği günkü kadar toz duman bir enkazla dönmüştü yeniden. İlk seferinde nasıl toparlandıysa, bu kez de toparlanacaktı, biliyordu. Yine de yorulduğunu düşünmeden edemiyordu. O gücü, direnci kendinde bulamıyordu artık. Hepsinden önemlisi Serdar’ı her görüşünde, böyle bir enkaza dönüşüyor olmasından korkuyordu; bunu engelleyememekten.
On gün olmuştu… On gündür böyleydi. Dalgındı, uzaktı, üzgündü… Ruh hâli buram buram yayılıyordu etrafına. Durmak bilmeden çalışıyordu… Yapacak başka bir şeyi yoktu çünkü. Bir kez durursa daha da beter parçalanmaktan korkuyordu.
İstanbul’dan döndüğü gün Cem’le havaalanından eve dönüşü adamı son görüşü olmuştu. Mümkün olduğunca az telefonlarını cevaplıyor, her görüşmek istediğinde bahaneler üretiyordu. Sözde evlenme teklifini kabul etmişti; ama ilk tanıştıkları zamanlardan daha da uzaktı adama, biliyordu. Diğer yandan elinde değildi… Serdar’dan uzakta geçen onca zamanda kendini kandırmış olduğunu düşünmeden edemiyordu. Yoksa bu denli dağılması mümkün müydü? Sözlerinden, bakışlarından, mahzun hâlinden, verdiği onca kilodan, çökmüş duruşundan ona neydi? Berrin vazgeçtim dememiş miydi?
Bir kez daha anlamıştı ki beyin başka yürek başka düşünüyordu. İkisi de benim istediğim olsun diye tutturuyor, ortaya kocaman bir keşmekeş bırakıyorlardı. İnkâr edemiyordu, Serdar’dan duyduklarını onu çok etkilemişti. Belli ki geçen onca zamanda kendi muhasebesini yapmıştı Serdar da. Hatalarını kabullenmiş, diyetlerine razı gelmişti. Serdar ilk kez bu ilişkide Berrin’e yüklediklerini itiraf etmişti. Adamın sevgi arsızı yüreğini doyurmak Berrin’e düşmüştü en başından beri. Serdar hep ‘Beni sev,’ demişti. Haksızlık edemiyordu Berrin, sevmişti de… Ama yetmemişti, yetememişti. Aylardır ördüğü, beslediği duvarların adamın birkaç cümlesiyle, dolu dolu bakışıyla sarsılmış olmasına kızgındı Berrin. Kendine kızıyordu, söz konusu Serdar’sa zayıf oluşuna, kayıtsız kalamayışına kızıyordu.
Oda kapısının tıklatılmasıyla dalıp gittiği düşünceler dağıldı. Merakla kafasını kaldırıp içeri giren delikanlıya baktı. Çocuk mahcup bakışlarla elindeki çiçeği gösterip, “Berrin Hanım?” diye sordu. Berrin kafasıyla onaylayıp çocuğun çiçeği masaya bırakışını izledi. Ardından da uzatılan teslim kâğıdını imzaladı. Çocuk odadan çıkınca uzanıp masaya bırakılmış çiçeği süzdü dikkatle. Şık bir saksıya yerleştirilip özenle süslenmiş beni unutma çiçekleri… Mavi birer motif gibi dalları süslemiş narin çiçekler… Merakla saksının üzerine iliştirilmiş minik zarfı aldı eline. Bilgisayarda yazılmış ufak bir not beklerken, tanıdık bir el yazısı karşıladı genç kadını.
“Başım omzuna ilk kez bugün değmişti… Unutursam kalbim kurusun…”

İmzaya ihtiyacı yoktu genç kadının. Biliyordu… Gözü tanımasa yüreği tanırdı yazanları. Bakışları gözyaşlarıyla puslanırken boğazındaki yumruya bir faydası olmayacağını bilerek yutkundu. Masadaki takvime çevirdi bakışlarını. Demek ki bugün, Serdar’ın zihninde babasını yitirdiği gün değil, Berrin’i kazandığı gündü. Gözleri bir kez daha çiçeklere döndüğünde Serdar’ın sesi yankılandı kadının zihninde: Unutma Beni…


Hangi birine şaşıracağını bilmiyordu Berrin. Serdar’ın bu çiçeklere kartı iliştirebilmesi nasıl mümkün olabilmişti? İnanmakta zorlanan yanı adamın Van’da olduğunu fısıldasa da mantığı ihtimal veremiyordu. Nasıl mümkün olabilirdi? Şaşkındı, kızgındı, çok kırgındı. Yine de kendine itiraf edemese de derinlerinde bastıramadığı bir yer kanat takmıştı. ‘Unutma Beni’ diyen minik bir çiçek Berrin’in çaresizliğini dillendirmişti. Nasıl unutulacağını unutmuştu belli ki. Sahi, nasıl unutuluyordu? Ne yapsa silerdi Serdar’ın izlerini? Ne yapsa tüm yaşananlar olmamış, Serdar hayatına hiç girmemiş gibi olurdu?
Denemişti Berrin, deniyordu… Kırgınlığı Serdar’ı unutmaya yetmemişti. Verdikleri kayıp unutturmak bir yana mıh gibi kazımıştı adamı benliğine. Tek çaresi kızgınlık olabilirdi, ki onu da denemişti. Serdar’a kızmayı, o hisse tutunmayı, hatta nefret etmeyi bile denemişti. Ama yapamamıştı… Tek bir an kızamamıştı Serdar’a. Her defasında adamı anlayan yanına lanetler etmiş, kendine kızmış ama ona kızamamıştı. Mesafeleri çare saymıştı en son… Gözden uzak olan gönülden ırak olur, diyenlere kanmıştı. Ama insan yüreğinde sarıp sarmalayarak sakladığından nasıl uzak kalabilirdi? Mesafeler birer yanılsamadan ibaretti. Kendi yanılsamasının farkına Azra’nın düğününde varmıştı. Serdar’ı yeniden karşısında görmek, ne büyük bir yalanı yaşadığını bir kez daha kanıtlamıştı. Berrin aylardır kendini kandırmıştı.
Minik kartı alıp kararsız bakışlarla bir kez daha süzdü. Bakışları ilk olarak masasının altındaki çöpe kaydı; ama kıyamadı. Kartı alıp cüzdanının arka gözüne sıkıştırdı. Daha soluklanmaya fırsat bulamadan hafifçe tıklatılan kapıdan içeri Cem başını uzattı.
“Müsait misiniz Berrin Hanım?” Sesine hafif bir alaycılık eklese de adamın bakışlarındaki endişeyi kaçırmamıştı Berrin. Kaçırmamış ve utanmıştı. Cem’e bunları yapmaya ne hakkı vardı?
            Kafası karmakarışıktı Berrin’in. Cem’i hayatına parmağındaki yüzüğün getirdiği sıfatla almak ne kadar doğru bir karardı emin olamıyordu. Yaptığı Cem’e haksızlık değil miydi? Adamın hislerine yanıt verebileceğine dair inancı tükenmişti İstanbul’da. Biliyordu ki kimseye Serdar’a baktığı gibi bakamayacaktı. Cem çok iyi bir arkadaştı, sığınılacak liman olacak kadar güvenilirdi. Ama Cem Serdar değildi… Tüm mesele buradaydı. Hayatına girecek hiç kimse Serdar olmayacaktı.
            Aslında garip bir durumdu içinde olduğu. Herkeste Serdar’ı arayan yüreği biliyordu ki Serdar bu hayattaki en büyük yumrusuydu. Serdar Berrin’in yarasıydı… İnsan yaralarını sever miydi? Belli ki seviyordu… İnsan yarayı da, o yaraya sebep olanı da seviyordu. Hele yaranın devası sebep olanla aynıysa… Yüreğinin ele geçirdiği düşünceler zayıflığını beslerken silkinip Cem’e döndü Berrin. Mahcupça gülümseyip ayağa kalktı. “İçeri gelsene Cem, neden kapıda duruyorsun?” dedi.
Adam odaya girdiğinde genç kadının ilk içgüdüsü elini uzatmak oldu; ama kendine hâkim olup daha sıcak karşıladı Cem’i. Adamın yanağı yanağına değdiğinde istemsizce gerilse de bu fikri hemen uzaklaştırdı zihninden. Masasının karşısına yerleştirilmiş koltuklarda Cem’e oturması için yer gösterirken, telefonu eline alıp “Ne içersin?” diye sordu. Telaşlıydı… Nasıl davranması gerektiğini bilmiyordu. İçten içe Cem’in sıcak bir karşılamayı hak ettiğini bilse de, kendini engel olup aksi gibi davranamıyordu. Bakışlarını kaçırıyor, nasıl davranacağını şaşırmış h3alde bocalıyordu.
“Bir şey içmeyeceğim sağ ol. Nasıl olduğuna bakmaya geldim. İstanbul’dan döndüğünden beri doğru düzgün görüşemedik.”
Hakkı vardı Cem’in. Belli ki o da Berrin’deki tuhaflığın farkına varmıştı.
“O kadar yoğun ki şu ara hastane, seni ihmal ettim farkındayım…”
Adama sunacak mantıklı başka bir açıklaması yoktu. İşlerinin yoğunluğunun kendi tercihi olduğuna değinmeden bu bahaneye sığınmaktan başka çaresi yoktu. Çünkü tüm karmaşasına rağmen Cem’i hayatından çıkarmaya hazır değildi. Ömrü boyunca ilk kez bencillik ediyordu ve tüm benliği bunu bilmenin azabıyla kıvranıyordu.
“Bakma sen bana… Merak ettim,” derken Berrin’i baskılıyor olmaktan korkuyordu Cem. Yine de devam etti: “Senin için çok endişelendim. Hem, çok da özledim…”
Berrin bir kez daha kaçırdı bakışlarını. “Doğru düzgün haber veremedim sana haklısın,” dedi. Devamında özledim diyemedi. Benliğine yük olan cümlelere birini daha ekledi. ‘Seviyorum,’ diyemiyordu, ‘Özledim,’ diyemiyordu… Dudakları mühürleniyor, Berrin kelimeleri azat edemiyordu. Öyle kelimelerdi ki onlar; tutsak kaldıklarında vicdanına, firar ettiklerinde yüreğine yük olacaklardı.
Kadının cümlesinin devamı gelmeyince hayal kırıklığına uğradı Cem. Bunu gizlemek için de masada duran, gözüne ilişen çiçeğe sarıldı. “Ne düşünceli hasta yakınların var. Çiçeklerin çok güzelmiş.”
Adamın cümlesindeki varsayımın yanlışlığını düzeltemedi Berrin. İçi el vermedi… Burukça gülümseyip teşekkür etti. Cem sessizliğe tahammül edemediğinden, her sorunun Berrin’in aklına yine Serdar’ı düşürdüğünden habersiz yeniden konuştu. “İsmi neydi bu çiçeğin?”
Bakışlarını sızlatan gözyaşlarına peş peşe yutkunarak direndi Berrin. Dudaklarını kıpırdatıp gülümsemeye çalıştı; ama tebessüm yüzünde eğreti kaldı. “Unutma beni…” dedi sesinin titremesine engel olamayarak. “Bunlar unutma beni çiçekleri…”

Hüzün Yağmurları-(Kitap Oldu)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin