33. Bölüm: Paye

2K 169 42
                                    



Esen sert rüzgâr genç kadının bir an üşümesine sebep oldu. Vücudunu inceden bir titreme sarsa da umursamadan ilerlemeye devam etti. Adımları hızlı ama telaşsızdı. Omzunda bilgisayar çantası asılıydı. Saçları, sıkı bir atkuyruğu olacak şekilde toplanmıştı. Duru yüzünde, belirli belirsiz, hafif bir makyaj vardı. Ayaklarına geçirdiği spor ayakkabılar, asfalta değdikçe gıcırdayarak tuhaf bir ses çıkarıyordu. Kulağına dolan o sesi duymuyordu Berrin. Aklı günün getirecekleriyle doluydu.
Sokağa döndüğünde adamı yine aynı yerde beklerken buldu. Bugün o sokağa sapışının tek sebebiydi Serdar.
Aklındaki tüm endişelere rağmen, dudaklarına ürkek ve buruk bir tebessümün gelip kurulmasına engel olamadı. Yerinde belirli belirsiz kıpırdanan adamın heyecanını vücut dili ele veriyordu.
Geçen hafta kafeden, onu allak bullak ederek çıktığını biliyordu Berrin. Sarsmıştı Serdar'ı. Hâlbuki amaçladığı, yapmak istediği bu değildi. Bazı şeyleri neden arkasında bırakamadığını bilmiyordu kadın. Neden unutamıyordu? Ne vardı yani yeni bir sayfa açabilseydi? Olan biten her şeyi ardında bırakıp, kabullenip, yeniden başlayabilseydi...
Ne mutluydu unutabilene... Unutmak nasıl da büyük bir saadetti.
Lanetlenmişti Berrin. Geçmişi ağır bir madalyon gibi boynunda gezdirmek, genç kadının lanetiydi sanki. Oysa... İlk kez, geçmişten beslenmek yerine unutmayı diliyordu. Serdar'la arasına girip uçurum olan her şeyi unutmak istiyordu. Adama baktığında içi acımasın, tebessümü gölgelenmesin, eğer mutlu olmayı becerebilirlerse bu mutluluk lekelenmesin istiyordu. Aylardan beri her daim gamlı düşüncelerle gölgelenmiş zihni, son zamanlarda çıkış yolu arayıp duruyordu. Gözleri tan ağartısına muhtaçtı. O silik ışığı bir kez görebilse, bilecekti ki ardından gün doğumu gelecekti.
Adımları onu adama götürürken, tüm bunların karmaşasıyla kuşanmıştı kadın. İçini dolduran hislerin pek çoğunu isimlendirebiliyor; ama henüz yüzleşemiyordu. Sanki bunlarla yüzleşmek zayıflığını kabullenmek olacaktı. Oysa pek çoklarının zayıflık saydığı, yüreğin sağlamlığıydı.
Aslında ne yapmak istediğini biliyordu Berrin; ama adım atmaya korkuyordu. Aynı hayal kırıklığıyla tarumar olma korkusu, elini kolunu bağlıyordu. Yine de içi kanat takmış, bildiğini okutmaya çalışıyordu. Şimdi adama doğru attığı her adım, aylardır görmezden geldiği, tükendi saydığı yüreğine yaklaştırıyordu onu. Değil mi ki, yüreğini o hastane odasındaki gün batımında, omzunda ağlayan adama vermişti... Serdar demek, görmezden geldiği tüm duyguları demekti.
Serdar Berrin'i sokağın başında gördüğünde, yüzüne yerleşen buruk tebessüme engel olamadı. Bayram sabahı coşkusunu yaşayan çocuklar gibiydi içi. Berrin'in ona doğru attığı her adım, adama verilen yeni bir şans gibiydi. Kadının aralarındaki mesafeyi azaltan her adımı, adamın umudunu besleyen bir neden daha demekti.
Berrin kafeye girmeyip adamın yanında durduğunda, bir an tüm coşkusu yerle bir oldu Serdar'ın. İçi korkudan buz kesti. Berrin şimdi onu kovacak, onu hayatında istemediğini söyleyecekti. Haftalardan sonra bir kez daha araladığını sandığı kapı, yüzüne çarpılacaktı. Nasıl korkmayacaktı ki Serdar? Oysa kadın, tek kelimesiyle Serdar'ın içinde alazlanan tüm korkuları giderircesine, serin sular serpti adamın yüreğine. "Gidiyoruz..." dedi Berrin.
Tek kelime... Serdar nereye diye sormadı. Sorgulamadı. Detayları önemsemedi de... Kadının yanında olduktan sonra gerisi önemli değildi.
Adımlarını birbirine uydurup yürümeye başladılar. Van sokakları, o âna denk Serdar'ın gözüne hiç bu denli güzel görünmemişti. Aralarında hatırı sayılır bir mesafe olmasına rağmen; gökyüzü ikisini kuşatan bir şemsiyeydi adamın gözünde. O mavi, bulutlu örtü; yüreklerini kuşatan, bir arada olduklarını anımsatan bir çatıydı.
Berrin'in telaşsız adımlarını izledi adam. Cesaret edip de kadının omzundaki ağır bilgisayar çantasını almaya niyetlendiğinde, Berrin itiraz etmedi. Hastaneye gittiklerini anladığında bir an şaşkınlıkla duraksadı Serdar. Pazar sabahı hastanede ne işleri vardı? Üstelik Berrin adımlarını dersliklere yönlendirmişti. Huzursuz bir merak kapladı adamın içini. Kadının yanında belirsizliğe attığı adımlar, tedirgin olmasına neden oldu. Tedirginliğinin sebebi, Berrin'e güvensizliği değildi elbette. Sebep; o yolda, geçmişte kendi elleriyle döşediği mayınlardan biriyle karşılaşıp, aldığını sandığı yolu sıfırlama korkusuydu. Bir kez daha bertaraf edilmeye gücü yoktu adamın.
Merak ettiklerini cesaret edip dillendiremedi Serdar. Susarak Berrin'i izlemeye devam etti. Dersliklerden birine girdiklerinde, içeride birbirlerine en uzak uçlarda oturan iki genç gördü adam. Yirmilerinin başlarında olduklarını tahmin ettiği gençler, ağır bir sessizliği paylaşıyorlardı. İçine düşeni, diken üstünde tutan; insanın huzursuzluğunu besleyen; kendini oraya ait hissetmesini engelleyen bir sessizlikti bu. Ne genç kızın, ne de genç adamın bakışları birbirine değmiyordu. Aylar önce Berrin'le aralarına çöreklenip oturan, o iç sızlatan huzursuzluğa öylesine benziyordu ki... Serdar'ın bunu tanıması için, bir şeyler dinlemesine gerek kalmamıştı. Bu iki genç her kimlerse, birbirinin dikeni olmuşlardı belli ki. Tıpkı onlar gibi...
Gençler, onların içeri girdiklerini fark ettiklerinde toparlandılar. Huzursuzca kıpırdandılar oturdukları yerde.
"Günaydın..." dedi Berrin, ikisine de bakarak.
"Günaydın hocam," mırıltıları yükseldi dersliğin iki yanından.
"Beni kırmayıp geldiğiniz için teşekkür ederim," dedi Berrin.
Van'a geldiğinden beri, onun için bilmeceye dönen iki öğrencisi karşısında otururken, Berrin bir kez daha yapacağı şeyi tartıyordu. Karışması ne kadar doğruydu? Emin olamıyordu... Ama Yiğit'le Zarin'in hâllerini gördükçe içi acıyordu.
En başlarda çözememişti aralarındaki gerginliği. Önemsememişti de... Belli ki aralarında çözemedikleri bir anlaşmazlık vardı. Ama zaman ilerleyip, ikili arasındaki kaçamak bakışları fark ettikçe, aklındaki soru işaretleri çoğalmıştı. Bambaşka bir şey vardı bu ikisinin arasında. Yürüdükleri yol kalplerinden geçmiş, onları birbirlerinden uzağa bırakmıştı belli ki. Kendi yürek yangınından tanıyordu. Kendine pay biçip, doldurduğu çilesinden biliyordu. Nedenleri her ne olursa olsun, bu iki çocuk Berrin'e tanıdıktı.
Çok geçmeden, belirli belirsiz önüne çıkan parçaları birleştirmeye başladı Berrin.
Van'a geldiği ilk günlerden beri, hastanenin onkoloji bölümünün çocuk hastalara ayrılan kısmını ziyaret etmeyi kendine adet edinmişti kadın. O karanlık günlerde katıldığı grup terapilerinden arta kalan bir alışkanlıktı belki. Başka insanların cehennemlerine tanık oluyordu o serviste. Arşınladığı koridorlarda umuda da yıkıma da denk geliyor, insanların hepsiyle yüzleşişini izliyordu. Bir de o minik bedenlerle vakit geçirmek vardı ki... Berrin kendini engelleyemiyordu.
Yine böyle zamanlardan birinde denk geldiği bir sahne, Yiğit ve Zarin hakkında en büyük ipucunu vermişti kadına. O günü, duyduklarını unutamamış, ne kadar aksini yapmaya çalışsa da daha fazla dışarıda kalamamıştı. Zarin'in, yatağında küçüldükçe küçülmüş zümrüt gözlü o minik kıza anlattığı, insanın ağzında kekremsi bir tat bırakan o acı masal, Berrin'in kulaklarından silinmemişti. Yatakta meraklı gözlerle genç kızı dinleyen çocuk, masalın barındırdığı acıyı kavrayamayacak kadar küçük olsa da, Berrin davetsizce duyduğu tüm cümlelerin içinde ne barındırdığını anlamıştı. El değmemiş, katıksız bir acı...
Üstelik, Zarin'in tek davetsiz misafiri kendisi de değildi. Başını bir parça kaldırdığında; Yiğit'in, allak bullak olmuş bir yüzle genç kızın anlattıklarını dinlediğini görmüştü. Çocuğun gözlerindeki yangında, isimlendirebildiği tek duygu ızdırap olmuştu. Duyduğu cümlelerdeki acının sebebi olduğunu bilmenin, o ağır ızdırabı...
Yiğit'in o hâli Serdar'ı düşürmüştü kadının aklına. Adamla her karşılaşmalarında bakışlarında gördüğü, yaşadıklarının sebeplerinden kendi payına düşeni kabullenmiş o mahcubiyet tanıdıktı Berrin'e. Belki de bu yüzden, Yiğit'i odasına çekip açıkça sormuştu.
Zarin'le aralarında ne geçmişti?
Çocuk yutkunmuş, dolu dolu gözlerle, geçmek bilmeyen saniyeler boyunca Berrin'e bakmıştı. Söyleyebildiği tek şey; "Sormayın hocam," olmuştu. Ayağının altındaki tabureye son tekmeyi atan bir idam mahkûmunun tüm kabullenişiyle, "Beni asla affetmeyecek. Affetmesin de... Onun affını hak etmiyorum," demişti. Bu kadardı...
Bu çaresiz teslimiyet, Berrin'in elini kolunu bağlamış; boğazına kocaman bir yumru olup oturmuştu. Haftalardır bu ikilinin sözsüz köşe kapmacasını bu yumruyla izlemişti. Serdar, tekrardan karşısına çıktığında ve en önemlisi, Cem onu sarsıp başka bir pencere açtığında; bu ikilinin kapanmayan yaralarına dokunmasının farz olduğunu düşünmeye başlamıştı. Öyle ya... Hiçbir yara kanamadan iyileşmezdi. Ve hiçbir acı, kabullenilmeden geride bırakılmazdı. Öyle melun bir histi ki o insanı eli kolu bağlı bırakan; tüm çaresizliğini hissettirip, kişiyi en dibe çekmeden geçmiyordu. Şimdi Berrin, tam olarak bilmediği bir yaraya, sadece hislerine güvenerek müdahale ediyordu. Kendisine ait olmayan, belki de hiç karışmaması gereken, irinle kaplanmış, hastalıklı bir yaraya...
Genç kadın vakit kaybetmeden bilgisayarını çıkarıp, masaya yerleştirdi. Gerekli bağlantıları ayarladıktan sonra, ekran görüntüsünü duvara yansıttı. Ekranda kısa bir video, oynatılmayı bekliyordu.
"Size Marina Abramović'in bir performansını izletmek istiyorum."  
Videonun ilk saniyeleri vermek istediği mesaja uzak olduğundan, o süreyi değerlendirmek adına başlat butonuna basıp devam etti kadın: "Sanatçı, bu performansta insanların sadece gözlerine bakarak, onlarla iletişim kurmayı amaçlamış. Performans boyunca, hiç konuşmadan, sırayla karşısına oturan insanlara sadece bakışlarıyla bir şeyler anlatıp, sadece bakışlarından ne anlatmak istediklerini anlamaya çalışmış. Lütfen izleyin..."
İki genç, Serdar da dâhil, bakışlarını ekrana kilitleyip izlemeye başladıklarında, Berrin'in asıl izletmek istediği kısım da yaklaşmıştı. Ekranda oynayan Marina'nın 'The Artist is Present' isimli gösterisiydi. Kadının üzerinde beyaz teninde ateş gibi parlayan, kırmızı, uzun bir elbise vardı. Elbisenin muhafazakâr kesimi kadının yaşamdan yıllar almış vücuduna çok yakışmıştı. Saçları elbisenin cüretkâr rengini söndürmek için sadece bir örgüyle sol omzundan bırakılmıştı. Duru yüzünde tek bir makyaj kalıntısı yoktu. Salonun ortasına yerleştirilmiş iki kişilik tahta bir masanın bir başında tüm zarafetiyle oturuyordu Marina. Karşısındaki sandalyeye sırayla oturan insanların bakışlarına dikkatle bakıyor, dudakları yemin etmişçesine mührünü koruyordu. 
Kadına yıllarca performans partnerliği yapmış Ulay görüntüye girdiğinde, Berrin bunu defalarca izlemiş olmasına rağmen, yine etkileneceğini biliyordu. Videonun bundan sonrası ekranda dönerken, kimseden çıt çıkmıyordu. Ulay birkaç uzun adımda masaya ulaşmış, Marina'nın karşısındaki boş sandalyeye oturmuştu. Rahatsız hissettiği, yerleştirmeye çalıştığı uzun bacaklarından belliydi. Yüzünde hissettiği karmaşanın allak bullak geçişi vardı.
Marina o âna dek önüne eğdiği kafasını bir kez olsun kaldırmamıştı. Kadın yoğun bir konsantrasyonla kafasını kaldırıp karşısındaki adama baktığında bakışlarından geçen duygu yoğunluğu izleyen herkesin fark edebileceği kadar aleniydi. Marina'nın gözlerine dolan yaşlar, Berrin'in boğazını düğümlerken; genç kadın bu kez yalnız olmadığının farkındaydı. Akıp giden saniyeler boyunca Ulay ve Marina'nın yılların hesaplarını kapatan bakışmalarından gözlerini alamadı odadakiler. Ne çok şey anlatıyordu o bakışlar. Kelimeler ne de fazlaydı o anlar için.
Video bittiğinde, Berrin usulca yerinden kalkıp bilgisayarın ekranla bağlantısını kesti. Kürsüye geçip bakışlarını Zarin'e odakladı.
"Ulay'ın bakışları sana ne anlattı diye sorsam; bana tek kelimeyle ne söylersin Zarin?"
Video Zarin'i dağıtmıştı. Asıl etkilendiği Marina'nın gözlerine dolan yaşlar olsa da, Berrin'in sorusunu yanıtlamaktan geri durmadı. "Pişmanlık... Adamın bakışlarında pişmanlığın mahcubiyeti vardı."
Doğrularcasına kafasını sallayıp, bu kez Yiğit'e döndü Berrin. "Peki Yiğit, sen Marina'nın bakışlarında ne gördün?"
Neler görmemişti ki... Kadının bakışları, duygularla dolu birer kuyu gibiydi. Bakanı boğmak istercesine derin hislerle kuşatılmış birer tuzak gibiydi o bakışlar. O kısacık bakışmadan kendi payına düşeni almıştı Yiğit.
Yutkundu... Hissettiklerini ifade edebilecek sözcükler aradı. "Acı..." dedi, ardından uzun bir sessizliği konuk ederek. Sonra sözcüğü kendine bile yavan geldi. O bakışlar tek kelimeyle anlatılamazdı.
"O bakışlarda öyle bir acı var ki, karşısında gördüğü mahcubiyeti yok sayıp; her şeye rağmen sana hâlâ âşığım, der gibi bakıyor kadın. Geçmişi anlamsız kılarcasına; seni affettim bak, der gibi..."
Seni affettim bak...
Bütün mesele bunu söyleyebilmekti. Affeden insan önce kendini özgür bırakıyordu. Saplanıp kaldığı acıdan ilk kendini azat ediyordu. Affetmek, ruhu hafifletmenin en acılı yoluydu.
Berrin hak verircesine kafasını sallarken; beyninde Marina'nın gözyaşı dolu bakışları asılı kalmış, Yiğit'in sözleriyse seven tarafını acıtmıştı. Yutkundu kadın... Sözlerinin bundan sonrası Zarin'e ve Yiğit'e olduğu kadar Serdar'aydı da. Aslında en çok Serdar'aydı...
"Marina ve Ulay uzun yıllar bir ilişki yaşadılar. Beraber çalışsalar da iş arkadaşlığıyla sınırlı değildi ilişkileri. Birlikte ideallerini, hayallerini, kısacası bir hayatı paylaşıyorlardı. En büyük hayalleri Çin Seddi'nde bir performans gerçekleştirebilmekti.
Bu hayallerine çok yaklaştıkları sırada Marina'nın dünyası, öğrendiği şeyle başına yıkıldı."
Cümlenin burasında durup derin bir nefes aldı Berrin. Bakışlarını Serdar'a çevirdi. Gözlerini bir an bile kırpmadan adama baktı ve anlattıklarının devamını getirdi: "Ulay onu aldatmıştı."
Bu hikâye hep boğazını tıkayan bir yumru olmuştu kadın için. Her anımsadığında yutkunamaz, kötü hissederdi. Bu kez anlatmaya çalışıyordu. Üstelik Serdar'a... Yaralarına sebep olan adama. 'Ben senin yarabandınım,' diyen adama... Bir de yaralı iki çocuğa...
Cümlelerini ölçüp biçerek devam etti kadın. "Marina Ulay'ı her şeye rağmen affedebilirdi. Ama ortada büyük bir sorun vardı. Diğer kadın hamileydi... İkili ayrılmak zorundaydı. Tam o sıralar Çin Seddi'nde planladıkları performans için gerekli izinler çıktı. Marina ve Ulay, birlikte son performanslarını gerçekleştirmek üzere Çin Seddi'nin iki ucundan yürümeye başladılar. Birbirlerine doğru 2500 kilometre aştılar. Her adımlarının onları ayrılığa götürdüğünü biliyorlardı. 90 günün sonunda yolları tükendi. Attıkları adımlar onları son kez birbirine kavuşturdu. Sarılıp ayrıldılar..."
Her biri ayrılığa atılan binlerce adım... Kim bilir nasıl da ağırdı her biri. Ayrılığı yaşamış biri olarak düşünüyordu Berrin. Attığı adımlar ayrılığa çıkmış biri olarak... O sona hazırlanamayacağını tecrübe eden bir kadın olarak...
"İşte bu yüzden, Marina'nın Ulay'a bakışları çok şey anlatır çocuklar. Anlayabilene haddinden fazlasını anlatır. Zaten birini gerçekten sevdiyseniz, onun bakışları size gevezedir.
Aranızda ne geçti, bilmiyorum. Sormuyorum da... Sadece çok geç olmadan konuşun..."
Zarin ve Yiğit'in dağılmış hâllerine aldırmadı kadın. Zamana ihtiyaçları olduğunu biliyordu. Önce hazmetmeleri gerekiyordu.
"Çıkabilirsiniz..." dedi sessizce. Gençler toparlanıp çıkarken Berrin'in bakışları yeniden Serdar'a takıldı. Nasıl da dağılmıştı... Ve o bakışları... Yine ne çok gevezeydi.
Çok düşünmüştü Berrin. Günler, geceler boyunca düşünmüştü. Çetin bir savaş vermiş, her seferinde yüreğine yenilmişti.
Serdar'ın konuşamayacağını anlayınca aklındakileri vazgeçmekten korkarak bir çırpıda dillendirdi.
"Seni affetmek için yıllarca beklemek istemiyorum Serdar..."
Çok uzun bir yol yürümüştü. Serdar'ı ardında bırakıp yatak odalarından çıktığından beri; nefes almadan, dur durak bilmeden yürümüş, o yolun her ânında acı çekmişti. Serdar'ı yokluğuyla cezalandırırken, kendini de bu cezaya mahkûm etmişti. Tüm o çabasına rağmen, saptığı tüm sokaklar, onu yine Serdar'a getirmişti. Serdar tüm çıkmaz sokaklarının adı olmuştu. Seçimi yapan yüreklerse, Berrin'in yüreği hep bu adamı seçmişti. Ve belli ki onu seçmeye devam edecekti... Daima...
"İkna et beni," dedi kadın. Yalvarır gibiydi... Yine kendine, kendi yalanını söylüyor olmaktan korkuyordu. "Şimdiye kadar sustuğun ne varsa konuş, ikna et beni Serdar..."

Hüzün Yağmurları-(Kitap Oldu)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin