Part 2

2.3K 188 23
                                    


İdamını bekleyen bir mahkûm neler hissederdi? Sabahı olmayacağını bildiği bir gecenin sonunda en çok ne düşünürdü insan? Beklemenin çaresizliği hep aynı mıydı? Geride kalacağını bilmek hep bu denli dokunur muydu insana? En büyük kâbuslarının gerçekleştiğini görmek hep bu denli yıkar mıydı insanı?
Kâbuslarının gerçekleşeceği gündü o gün Serdar için... Kaçtığı, sakındığı tek korkusu dönüp dolaşıp bulmuştu adamı. Yatağın ucuna ilişmiş, başı ellerinin arasında, iki büklüm bekliyordu adam. Kaçınılmaz olanın gelmesini bekliyordu. Öyle bir çaresizlikti ki pençesinde kıvrandığı, hangi kelimeye sığınsa kâfi gelmiyordu anlatmaya. Yetmiyordu hiçbir söz Serdar'a... Omuzlarına dünyanın yükü çökmüştü de sanki, saplanıp kalmıştı olduğu yere. Kıpırdayamıyordu... Ses çıkarmaya korkuyordu...
Daha dış kapının sesini duyar duymaz bilmişti onun geldiğini. Kulakları ondan gelecek tek bir çıtırtıya dikkat kesilmişken sessizliğin can yakan hüznünden başkası dolmuyordu kulaklarına. Hem deli gibi görmek istiyordu kadını hem de olacakları bildiğinden gelmesin istiyordu. Yüreği çelişkilerinin ağırlığıyla bir kez daha sarsılıyor ve Serdar ağlamamak için zor tutuyordu kendini.
Sabriye Hanım'dan duymuştu. Belli ki Berrin'in onun sesini duymaya bile tahammülü yoktu. Eşyalarını toplamasını rica etmişti kadından. Aldığı haber yolun sonuna geldiklerini anlamasına yetmişti. Berrin bitirmeye geliyordu. Ona göre kangren olmuş bir uzvu kesip atmak gibi olduğunu bilse de, Serdar istemiyordu. Berrin'i kaybetmeyi göze alamıyordu. Günlerce kaçıp durduğu ihtimali kendi elleriyle gerçeğe çevirdiğiyle yüzleşmek istemiyordu. Bir kez daha geride kalmak ağır geliyordu. Üstelik bu seferki diğeriyle kıyaslanmayacak kadar çok dokunuyordu.
Berrin eksikliğini duyduğu her şey demekti. Berrin ana demekti Serdar için. Kaybettiği şefkatti... Sahip olamadığı evlat, başını sığdırabildiği tek yuvaydı. Berrin hayattı... Aşktı... Nefesti... Ve şimdi de acı olmuştu... Harfleri eksik bir alfabeyle giriştiği bu yolda, ikisinin de sonunu acıya saplamıştı Serdar. Elindeki harflerle acıdan gayrısını yazamamıştı. Gücü yetmemişti, korkaklığı mani olmuştu... Ve şimdi hepsini yitiriyordu işte. Berrin'le beraber sahip olduğu her şeyi kaybediyordu. Bir sahipsizliği kalacaktı geriye...
Merdivenlerde adım sesleri duyduğunda aradan ne kadar geçtiğini bilmiyordu. Zaman hükmünü de anlamını da yitirmişti o an için. Saniyeler dakikalara, dakikalar saatlere karışmıştı. Hiçbirinin diğerinden bir farkı yoktu. O adımların sevdiği kadını getirmesini bekledi Serdar; ama Berrin gelmedi. Beklemekti madem o an için boynuna biçilen, bekleyecekti Serdar. İdamını bekler gibi... Çöl ortasında bir yudum su bekler gibi bekleyecekti. Hasretle…
Aylardır yaptığı başka mıydı zaten? Aylardır bekliyordu? Berrin'den bir ses, bir nefes, ufacık bir haber gözlüyordu. İçten içe her şeyin düzeleceğini umuyordu. İçten içe her şeyin başkalaşmasını diliyordu. Yıllar sonra ilk kez, ellerini açıp dua ediyordu. Yıllar sonra bir kez daha duaları kabul görmüyordu. Belli ki Tanrı bile terk etmişti onu...
Kapının kulpunun belirli belirsiz sesini duyduğunda, ürkekçe kaldırdı bakışlarını Serdar. Vakit gelmişti belli ki... İçinin tüm fırtınasına rağmen gözlerini az sonra aralanacak kapıya çevirip girecek kadını gözledi. Birazdan o aralıktan süzülecek her bir zerreyi gözleriyle içmek istercesine açtı bakışları. Öyle bir özlemdi ki Serdar'ı esir alan; zaman oracıkta dursun, Berrin'in her bir zerresi içine işlesin istiyordu. Ruhu onun varlığıyla dolup taşsın, hiç olmazsa gözleri kucaklaşsın istiyordu. Hiç olmazsa gözleri...
Nihayet kapı aralanıp Berrin göründüğünde derin bir soluğu hapsetti ciğerlerine Serdar. Bakışları kucaklaştı kısacık bir an... O birkaç saniyeye öyle çok şey sığdırdılar ki ikisi de şaşıp kaldı. Öyle çok duygu gelip yerleşti ki aralarına atacakları tek bir adım, söyleyecekleri tek bir söz fazlaydı sanki.
Gönüllerinin takvimi ayrılığın mevsimini gösterirken, kırgınlıklarının ayazı esip geçti aralarından. İkisi de bu son sanıyordu o an... İkisi de engellenemez bir vedaya hazırlanıyordu.




Geçmiş Zaman Olur Ki- Yalıçapkını

Sabah vizitinden yeni dönmüş odasına girecekken, sekreteri yüzünde son zamanlarda Berrin’in görmeye alışkın olduğu bir sırıtışla karşıladı kadını. Yüzündeki ifadeyi görür görmez nedenini hemen kavradı Berrin.
"Çiçeklerle ilgili tek kelime bile etme Esma!" dedi. Odasına girdiğinde yanılmadığını anladı. Üç aydır olduğu gibi yine bir demet papatya gönderilmiş, tembihlediği üzere de Esma çiçekleri masasına bırakmıştı.
Çiçeklerin gelmeye başladığı ilk günler tüm hastaneye maskara olmuştu Berrin; ama artık herkes onun gibi alışmıştı her sabah gelen papatyalara.
Buketin içine sıkıştırılmış kartı alıp hızla göz gezdirdi.

"Sesini duymak ne güzel olurdu
053********"
Berrin gözlerini devirip elindeki kartı da diğerleri gibi çöpe attı. Aylardır hiç vazgeçmemişti adam. O akşam, omzunda çocuk gibi ağlayan adamın çaresizliğini, ısrarla çiçek gönderen adamın çapkınlığıyla bağdaştıramıyordu bir türlü. İkisinin aynı kişi olması mümkün değilmiş gibi geliyordu.
Çalan kapıya doğru "Girin…" diye seslendiğinde masasına yeni oturmuştu Berrin. Kapıda Esma'yı görmeyi beklerken çiçekleri göndereni bulunca çok şaşırdı. Yine de duygularına açık etmeye pek niyetli değildi. Hemen toparladı surat ifadesini. En ciddi hâliyle "Buyurun…" dedi.
O ne kadar çabalarsa çabalasın Serdar kadının yüzünün ilk anda aldığı şekli fark etmişti. Üç aydır beklediği telefon bir türlü gelmeyince sonunda kendisi gelmeye karar vermişti. Her zamanki haşarı hâllerinin Berrin'i etkilemeyeceğini anladığından elinden geldiğince ciddi durmaya özen gösterdi. Gerçi son zamanlarda eski haşarı hâllerinden pek eser kaldığı da söylenemezdi, babasını kaybetmek beklediğinden daha fazla sarsmıştı onu.
Kapıyı kapatıp kadının karşısındaki koltuklardan birine oturdu. Elindeki, özenle paketlenmiş çikolata kutusunu önündeki sehpanın üzerine bıraktı. "Minnettarlığımı ifade etmeye yeterli değil ama umarım kabul edersiniz."
Adamın inceliği ve nezaketi, karşısındakinin kim olduğunu unutturacak kadar çok mahcup etti Berrin'i. "Zahmet etmişsiniz. Minnet duyulacak ne yaptık ki?"
"O akşamki varlığınız anlatamayacağım kadar çok şey ifade ediyordu benim için. İnsan neredeyse herkesle gülebilir; ama kaç kişinin yanında ağlayabilir ki? Babama gösterdiğiniz alakayı saymıyorum bile."
Serdar o denli samimi bakışlarla bakıyordu ki gözlerine, bakışlarını kaçırıp ne diyeceğini bilemeden önüne baktı genç kadın. Aralarındaki kısacık sessizliği uzatmaya niyeti yoktu Serdar'ın. "Ne kadar güzel masanızdaki papatyalar..." dedi.
Adamın sesi sanki çiçekleri gönderen kendisi değilmiş gibi kayıtsızdı. Bakışlarını tekrar Serdar'ın yüzüne çevirdiğinde adamın gözlerindeki muzip parıltıları hemen fark etti Berrin. Yüzüne yayılan tebessüme engel olamadı. "Minnettar bir hasta yakınından..."
"Ben de gizli bir hayranından falan zannetmiştim," dedi adam. Sesi daha az resmi çıkıyordu artık. Üstelik siz hitabını kaldırdığı Berrin’in dikkatinden kaçmamıştı.
"Daha neler!"
Bilmezden gelme oyunu hoşuna gitmişti Berrin'in. Karşısındaki adamın gayriciddi hâli eğlendiriyordu genç kadını.
"Eee hayran olmayan hangi hasta yakını sesini duymayı umarak üç ay çiçek gönderir ki!"
Hasta yakını kendisi değildi de tanımadığı bir adamın hislerine tercüman oluyordu sanki Serdar. Kadınlarla her daim flört eden biri olarak sohbeti bu yöne kaydırmakta hiç zorluk çekmemişti. Ama her zamankilerden farklı olarak bu seferkini bir oyundan çok daha ciddiye alıyordu. Merakla kadının vereceği cevapları bekliyor, vakit geçirebilecekleri bir fırsat yaratmaya çalışıyordu.
"Takıntılı hasta yakınlarıyla karşılaşılabiliyor bazen."
"Bence hasta yakınından çok daha fazlası bu adam... Eee, en azından çabası takdir edilmeli yani!"
"Haklısın, zannettiğimden daha azimli çıktı doğrusu."
Kadının eğlenen hâli daha da hoşuna gitmişti Serdar'ın. Onu daha önceki görüşlerinin hepsinde oldukça ciddiydi Berrin. Ama şimdi fark ediyordu ki gülümsemek genç kadının güzelliğine güzellik katıyordu.
"Yaa, ben sana söylemiştim..." dedi, hakkını teslim etmesine sevinerek. Ama Berrin adamın sevincini kursağında bırakarak, "Bu yine de adamın takıntılı olduğu gerçeğini değiştirmez," diye yapıştırıverdi cevabı. Kadının açık sözlülüğü bir kez daha hayran bıraktı Serdar'ı.
"Yok canım, abartma! Belki de şemsiyeni iade etmek için fırsat yaratmaya çalışıyordur adamcağız."
Şansını kaybetmeden aklına gelen şemsiye bahanesine sığındı adam. Ne olursa olsun küçük bir randevu koparmadan vazgeçmeyecekti.
"Şemsiyemi ona verdiğimi söyledim ya."
Sohbetleri uzadıkça uzun zamandır kimsenin yanında bu kadar eğlenmediğini fark ediyordu Berrin. Adamın tüm haşarılığına, çapkın bakışlarına karşın yanında tuhaf bir güven duygusu hissediyordu. Serdar'ın varlığı rahatsız etmiyordu genç kadını. Belki de omzunda ağlayan adamın içinde gizlediği çaresiz çocuğu gördüğü için çapkınlığı inandırıcılığını yitirmişti. Üstelik randevu koparmak için çırpınan hâlleri de oldukça sevimliydi.
"Hayatta kabul edemez böyle bir şeyi. Kesinlikle iade etmesi lazım... Mesela yarın akşam yemekte verebilir..."
"Kesinlikle olmaz."
Hiçbir zaman kolay bir kadın olmamıştı Berrin. Kendisine yakınlaşmaya çalışan herkesle arasına çizdiği sınırlar vardı. Bu kez de aynısını yapmayı deniyordu; ama Serdar'ın o sınırları umursadığı pek söylenemezdi.
"Öğle yemeğinde de verebilir..."
"Hayır..."
"Kahve olsun bari..."
Her itirazı yeni bir öneriyle geri döndüğünde "Hiç vazgeçmeyeceksin değil mi!" diye sormadan edemedi genç kadın.
Küçük bir çocuk gibi "Cık..." dedi Serdar, başını sevimlice iki yana sallarken. Hemen ardından da fırsatı değerlendirip Berrin'in araladığı kapıdan sızıverdi.
"O hâlde yarın akşam yemeğe gidiyoruz?"
"Gidelim bakalım... Adamcağız versin şemsiyemi de o da kurtulsun ben de kurtulayım."
Dili böyle söylese de adamın davetini neden kabul ettiğini cevaplayamıyordu Berrin. Gerçekten Serdar'dan kurtulmak istediğinden artık o kadar da emin değildi.

Hüzün Yağmurları-(Kitap Oldu)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin