22. Bölüm: Yar/a

1.9K 187 60
                                    

Gözlerini açmayı reddetse de kulaklarını dolduran ısrarlı zil sesi, Serdar’ın beyninde yankılanıyordu. Başını medet umarcasına yastığın altına gömmeye niyetlenmişti ki, başının altında yastık olmadığını fark etti. Huysuz bir homurtu yükseldi dudaklarından. Koltuğun sert döşemesi yanağını sızlatırken, başını birkaç santim kaldırıp sesin geldiği yöne ufacık bir bakış attı.
Kapısını çalma olasılığı olan tek bir kişi vardı, onu görmeyi de Serdar istemiyordu. Gerçi Serdar kimseyi görmek istemiyordu. Tek isteği acınası hâlinde yalnız bırakılmaktı. Ama kulaklarına gelmeye devam eden ısrarlı zil sesi, isteğinin yerine gelmeyeceğinin en büyük kanıtı gibiydi. Serdar kapıyı yine de açmayabilirdi. Tabi, Çağrı dışarıdan bas bas bağırıp, gitmeyeceğine dair tehditler yağdırıyor olmasaydı…
Bezgince yerinden doğrulup kapıyla arasındaki birkaç adımlık mesafeyi kat etti. Nasıl göründüğünü –ya da görünmediğini- önemsemiyordu. Bir an evvel Çağrı’yı defetmek ve sızana kadar sarhoş olmak istiyordu. Tekrar ve tekrar…
Serdar kapıyı açtığında, geçmesini engelleyemeden Çağrı çevik bir hareketle içeriye süzüldü. Arkadaşının ısrarı Serdar’ın sinirlerini iyice bozdu. Kapı kulpunu kavramış elini saçlarının arasından geçirirken, ayağıyla kapıya hızlı bir tekme savurup sertçe kapanmasını sağladı. Kapının çarpılışı evde yankılanırken Çağrı, “Aç kapıyı Azra da geliyor,” dedi. Bu kadarı Serdar için çok fazlaydı…
“Al o yılandilli karını ve mümkünse def ol Çağrı!”
Başka zaman Serdar’ın Azra’ya yönelik en ufak bir imasını bile hoş görmeyecek olsa da bu seferlik üstünde durmadı Çağrı. “Kendisine söylersin yılandilli olduğunu! Şimdi kapıyı aç.”
Serdar birkaç saniye evvel kapatışındaki öfkeyle kapıyı açıp Azra’nın gelmesini beklemeden içeri geçti ve koltuğun üstüne yığılırcasına bıraktı kendini. Yalnız kalmak istemesini anlamak bu kadar zor muydu sahiden?
“Siz balayına gitsenize! Balayı süiti mi sandınız evimi?”
“Evin çöplükten başka bir şeye benzemiyor Serdar, merak etme!”
Azra varlığını keskin cümlesiyle belli ederken Serdar sımsıkı yumdu gözlerini. Çağrı’nın varlığı bir nebze de olsa tahammül edilebilir bir şeydi; ama Azra’nınki…
Genç kadına kızgın ya da öfkeli değildi Serdar. Nefret ediyor da değildi, aksine o Azra’yı belli etmese de severdi. Kadının varlığını katlanılmaz kılan anımsattıklarıydı. Azra; hatalarının tazeleyici anısı, Berrin’i kaybettiğinin kanıtı gibiydi.
“Tutmayayım ben seni Azracım. Lütfen, çekinme; bak, kapı orada!”
Azra Serdar’ın onu istemediğinin elbette farkındaydı. Ufacık bir yanı orada olmaktan rahatsız olsa da, ağır basan diğer yanı Serdar’ın bu hâline üzülmeden edemiyordu. Düğünde Berrin’le yaşadıklarından da, sonrasında olanlardan da haberi vardı. Ve tuhaftır, öğrendiğinde kendini Serdar’a üzülürken bulmuştu. Gariptir adamın nedenlerini, niçinlerini anlamlandıramıyor; ama tüm vücudundan sızan buram buram kederden de etkilenmeden edemiyordu. Riyasız, dupduru bir acıydı Serdar’dan taşan. Gün gelip de olaylara Serdar’ın açısından bakmaya çalışacağını, adamı anlamayı deneyip, teselli etmeye geleceğini söyleseler inanmazdı genç kadın; ama işte oradaydı. Serdar’ın ev dediği, tuhaf bir izbedeydi.
Berrin’le oturdukları evden ayrılmasını bir noktaya kadar anlayabiliyordu; ama burası… Neden böyle bir yere taşındığını anlamlandıramıyordu. İçeriye bakacak meraklı bir gözün dikkatini çekecek ilk şey, salonu doldurmaya kâfi gelmemiş eşyanın yetersizliği olurdu muhakkak. Orta yere bırakılmış genişçe koltuk, hemen önündeki orta sehpa ve tam koltuğun karşısına gelecek şekilde konumlandırılmış televizyondan başka bir şey yoktu eşya namına. Tabi, sehpanın üzerinde bırakılmış kurumuş pizza dilimleri, boş kutular ve kimisi yarı dolu, kimisinin dibi görünmüş içki şişeleri sayılmazsa.  Kalın perdeler, dışarıda parıldayan gün ışığına inat sıkı sıkıya kapatılmış, bu da içeriye sisli bir loşluk sağlamıştı. Tüm bu hengâmenin orta yerinde, koltuğun tam üzerine yığılmış adamın hâli tek bir kelimenin anlatamayacağı kadar derbederdi. Yitik, viran, kimsesiz, keder dolu…
Adamın yanına, koltuğun ucuna çöktü Azra. Gördükleri Serdar’a karşı duyduğu merhameti güçlendirmişti. Kendine itiraf etmek istemese de bir yanı adama acıyordu da… Çağrı’nın, onun vereceği tepkiyi korkuyla beklediğinin farkındaydı. Kocasına, adamın endişelerini gidermesini umduğu bir bakış fırlatıp burukça gülümsedi genç kadın. Tekrar Serdar’a dönüp, “Fazla kalmayacağım merak etme,” dedi.
Serdar, Azra’nın sakinliğini yadırgasa da üzerinde durmadı. Ne kafasını kaldırıp kadına baktı, ne de istifini bozdu. “Ne o! ‘Oh olsun’ demeye mi geldin? Beter olmamı mı dileyeceksin? Yoksa çok sevgili arkadaşına ne hâlde olduğumu mu yetiştireceksin?”
Canı öylesine yanıyordu ki, bu acıdan herkes nasibini alsın istiyordu. Ağzından dökülenlerin yegâne amacı buydu. Azra’nın Berrin’e tek kelime etmeyeceğini bilse de, hâlinin acınasılığından utansa da dilinden dökülenlere engel olamıyordu. Bitmişti Serdar… Tükenmişti… Ruhunu o gün, Van’da bırakmıştı da, bedenini içi boş bir çuval gibi peşinden sürüyordu.
Nasıl yığılıp kalmamıştı? Nasıl olmuş da nefes almaya devam etmişti? Bilmiyordu… Bakışlarından beynine süzülen o görüntü nasıl olmuştu da eceli olmamıştı o dakika? Demek ki aşktan ölmek dedikleri mümkün değildi. Mümkün olsa, o an, o saniye ölürdü Serdar. Ama ölmemişti… Ciğerleri aldığı her solukla yansa da, bakışları gördükleriyle dağlansa da, her saniye ayrı bir zûl olsa da devam etmişti. Ne ayaklarına söz geçirip tek bir adım atabilmişti, ne göz kapakları insafa gelmiş kapanmıştı. İçi yana yana seyretmiş; önce kucaklaşmalarını, sonra da yan yana uzaklaşmalarını izlemişti. Dakikalarca çakılı kalmıştı olduğu noktada.
İstanbul’a giden ilk uçağa bindiğinde de, yere indiğinde de o değil de bir başkası yaşar gibi yaşamıştı. Berrin’i o adama sarılırken gördüğü andan sonrasını Serdar değil de bir başkası yaşamıştı sanki. Bu noktadan bakıldığında ölmüş sayılabilirdi. Serdar’a sorsalar onu yalancı çıkaran fizik yasalarının aksine öyle derdi zaten. ‘Öldüm!’ derdi…
Berrin’i bir başkasıyla görmüştü ya, sonrası mühim değildi Serdar için. Bir dolu hüzün biçmişti kader payına; ama hiçbiri bu kadar koymamıştı adama. Oysa yaman bir çelişki değil miydi? Aylardır Berrin’in ardından gidemeyişinin, kendinde o yüzü bulamayışının sebebi değil miydi kadının mutlu olmasını istemesi? Peki, şimdi neden dokunuyordu yanında bir başkasını görmek? Belli ki Berrin başkasıyla mutlu olacaktı. Berrin’in mutlu olacağını bilmek yetmez miydi Serdar’a? Yetmiyordu demek ki… İçten içe bencilliğine bir kez daha lanet etti adam.
“Kendine acıman bitmedi mi daha Serdar? Daha ne kadar oturup, başına gelenlere ağlayacaksın? Daha ne kadar kendi acıyacaksın?”
Dalıp gittiği düşüncelerden Azra’nın cümlesinin ağırlığıyla sıyrıldı adam. Önce sarsılsa da kafasını kaldırıp kadına bakamadı. Sadece gözlerini sıkıca yumdu. Sahi, neden bitmiyordu bu işkence?
Sözlerinin ağır olacağının bilincindeydi Azra; ama artık susamıyordu. Belli ki birinin Serdar’ı sarsması lazımdı. Serdar’ın gözlerini daha sıkı yumuşuna bakılırsa, adam kayıtsız değildi Azra’dan duyduklarına. Bundan cesaret alarak devam etti genç kadın:
“Ne olmuş Berrin’i başka bir adamla gördüysen? Ne oldu yani! Ne olmasını bekliyordun? Berrin ömrünün sonuna kadar oturup sana mı ağlayacaktı? Bütün ömrünü onu yeterince sevmemiş bir adam için mi harcayacaktı?”
Sabrı yoktu Serdar’ın… Daha fazla suçlanmaya da, susmaya da sabrı yoktu. Hele Berrin’i adının başka bir adamla anılmasına tahammülü yoktu.
“Bir bok bilmiyorsun Azra!” dedi gözlerini açıp, zehir zemberek bakışlarla genç kadına döndüğünde. “Bir bok bilmiyorsun! Sen benim Berrin’i ne kadar sevdiğimi nerden bileceksin be! Sen hiç, birini nefesim diyecek kadar sevdin mi, nerden bileceksin?”
Adamın çıkışı Azra’nın doğru yere dokunduğunun işareti gibiydi. Madem bir kez başlamıştı devamını getirdi kadın: “Sen Berrin’i sevdin mi sahi Serdar! Bu söylediğine kendin inanıyor musun ki bizim inanmamızı bekliyorsun? Sen kendinden başkasını sevmeyi becerebildin mi söylesene!”
Serdar’ın aksine ne sesini yükseltmiş ne de alaycılıkla süslemişti cümlelerini. Olduğu gibi, içinden geçtiği hâliyle dillendirmişti Azra. En başından beri emin olmak istediği; ama Serdar’ın tutarsızlıklarıyla hep şüpheye düştüğü şeyi sormuştu.
Ani bir öfkeyle sarsıldı Serdar’ın vücudu. Hırsını önündeki sehpadan çıkarmak istercesine, var gücüyle tekmeledi. Sehpa üzerindekiler etrafa saçılarak devrildiğinde adam ağaya fırlamış avaz avaz haykırıyordu. “Sevdim! Sevdim lanet olasıca!”
Kelimeler Serdar’a yoldaş değildi o an. Anlamsız, yetersiz birer harf dizisinden öte değillerdi. Beş harfin bir araya getirdiği ‘sevdim’ Serdar’ın içindekilerin özeti olmaktan ölesiye uzaktı. Onların çaresizliğini de kendisininki gibi kabullenerek tekrar fırladığı yere çöktü adam. Kollarını dizlerine dayayıp, kafasını avuçlarının içine aldı. “Ben onu öyle böyle sevmedim…” Sesi hükmünden emin olmayan bir fısıltı gibiydi. Dudaklarından dökülür dökülmez anlamını yitireceğinden korkar gibi titrek, kaybettiğini kabullenmiş gibi dermansız…
Azra yüzüne yansıyan şefkati zorlukla maskeledi. Adamın hâli içler acısıydı. İçinde bulundukları odadan bile daha sefil hâldeydi Serdar. Sefaleti yüreğindeydi. Kendini hapsettiği çözümsüz, iflâh olmaz bataktaydı…
Gözünü karartıp aylardır içinde biriktirdiklerini bir çırpıda sayıp döktü kadın. Buraya geliş amacı Serdar’ı sarsıp kendine getirmekse, bunu yapmadan çıkmayacaktı o kapıdan.
“Sahiden mi!” dedi alayla. Adamın başını kaldırmasına bile fırsat tanımadan devam etti: “Berrin beni sevsin, Berrin beni anlasın, Berrin yaralarımı sarsın, Berrin arkamı toplasın, Berrin bahaneleri bile benim yerime uydursun! Sen her şeyi Berrin’den bekledin. O başlardaki Berrin’i elde etme meydan okumandan sonra, sen Berrin için ne yaptın Serdar? İlişkiniz için ne yaptın? Şimdi bile ne yapıyorsun? Sen ancak susup, kabullenip, kaderine ağlıyorsun! Sen mücadele etmeyi bilmiyorsun! Hep birileri senin için mücadele etsin istiyorsun! Sana acı bir haberim var: Büyü artık! Büyü tamam mı? Kafanı kuma gömmekten vazgeç artık! Berrin başkasıyla birlikteymiş! Kalk da savaş o zaman be adam! Ellerinle, altın tepside sunarsan Berrin’i, kusura bakma ama kim olsa alır. Kim olsa Berrin tarafından sevilmek ister. İş ki artık adam ol, sen Berrin’in yaralarını sar! Anlıyor musun beni? Madem seviyorsun, kalk git ve sevdiğin kadın için savaş! Kendi açtığın yaraları kendin sar! Yoksa Cem olmazsa başka biri sarar!”
Serdar için çok fazlaydı bu kadarı… Evet, ne yazık ki çoğu söylediğinde haklıydı Azra. Savaşmamıştı… Hep daha fazlasını istemiş; ama vermeyi reddetmişti. Öyle güzeldi ki Berrin tarafından sevilmek… Ama sevmişti de Serdar… Eline yüzüne bulaştırmış olsa da sevmişti. Hem de çok sevmişti. Kimseye anlatamamış olsa da tüm iliklerine işleyecek kadar sevmişti o Berrin’i. Dünyası ondan ibaret olurcasına sevmişti… Savaşmamıştı evet; ama nasıl savaşırdı? O yüzü nasıl bulurdu kendinde, yaşanan onca şeyden sonra?
“Kolay sanıyorsun değil mi?” dedi bağırırcasına. Sonraki cümlesine yenilgisinin sükûtu sinmişti: “Berrin artık beni ister mi sanıyorsun sen?”
“Nerden biliyorsun Serdar? Denedin mi? Aylardır bir kez olsun denedin mi? Berrin acıdan nefes dahi alamazken bir defa sarılmayı, teselli etmeyi denemedin ki, nerden bileceksin!”
Nasıl deneyecekti? Berrin’i hastane koridorunda o hâlde gördükten sonra… Mezarlıkta ‘Vazgeçtim’ deyişini duyduktan, hastanede yattığı tüm o süreçte ısrarla uzağında tutulduktan sonra nasıl cesaret edecekti? Berrin’e iyi gelmediğine dair başka kanıta ihtiyacı mı vardı?
“Berrin’in gözlerindeki acının sebebi benken nasıl bakarım o gözlere Azra? Yarası benken nasıl deva olurum?”
Düğünde karşılaştıklarında bile, aradan geçen aylar hiçbir şey değiştirmemişti sanki. Genç kadının gözlerindeki keder de acı da yerli yerinde duruyordu. O bakışlardaki, keskin birer diken oluyor, batıyordu Serdar’ın ruhuna. Kendi dağladığı bir yarayla yüzleşmek gibiydi Berrin’in acısını görmek.
“O zaman ağlayıp sızlanma Serdar! Madem mücadele etmeye niyetin de gücün de yok, sus tamam mı? Ne Cem’in ne de bir başkasının varlığı zoruna gitmesin o zaman! Başka birilerinin onun hayatında olmasını kabulleniyorsun madem sus ve otur!”
Yapabileceği başka bir şeyi yoktu Azra’nın. Buraya gelmiş olmak bile bir yandan Berrin’e ihanet etmiş gibi hissettirirken, Serdar’ın kendi içinde bulamadığı cesareti yaratacak gücü yoktu. Serdar’a duyduğu merhamet, korkaklığına duyduğu kızgınlığa yenilirken sinirle ayağa kalkıp kocasına döndü.
“Kalk Çağrı gidiyoruz! Benim bu geri zekâlıya söyleyecek tek kelimem daha yok! Oturup ömrü boyunca yaralarını yalasın bu salak!”

Hüzün Yağmurları-(Kitap Oldu)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin