Benim Dünyam Sığar Mı Senin Göğüs Kafesine?

2.4K 221 148
                                    

Hayatımın en güzel üç günü müydü bilmiyordum, annem hayattayken ve Nil hayatımdayken muhtemelen daha güzellerini yaşamıştım ama hatıramda kalanı ne zaman diye dönüp düşünsem, kesinlikle Antakya'daki üç günü sayardım. Şehrin mistik dokusu mu yoksa aşık olduğum adamın mayasına karışan kokusu mu bilmem, Antakya'ya gitmeye karar verdiğim o ilk andan şu ana kadar her şey öyle güzeldi ki bozulmasından korktuğun bir rüya haline bürünmüştü zihnimde.

Korkuyordum.

Ama artık Turan'ın varlığına alışıp boşlukta savrulmak değildi korkum, mayasına karışan o kokuyla harmanlanan vücudumun o kokudan mahrum kalmasıydı. Birine duvarlarını indirmenin sonsuz rahatlığına yıllar sonra böylesine beklenmedik bir anda kavuşmanın dayanılmaz hafifliği vardı üstümde. Bunu kaybetmekten deli gibi korkuyordum.

İçinde yaşayan insanların isimlerini bile bilmeyerek girdiğim evden, evin her taşının hikayesini öğrenerek, kendi hikayemin ilk satırlarını o evde yazarak ayrılmıştım. Öyle bir ailenin düğününde, ortada görünmenin sancısıyla kıvrandığım o anları hiç yaşamamışım gibi, tam da Turan'ın dediği gibi o muhteşem curcunanın ortasında Turan'ın elini tutarak durmuştum. Gelen geçen herkesin, ki bence bütün Antakya'nın, hayırlı olsunlarını tuhaf bir utancın yanında kocaman bir mutlulukla kabul etmiş, Turan'ın bütün o ağır ağabey tavırlarını zerre kadar umursamadan yamacına sığınmıştım. Tam da Kuzgun'un anlattığı gibi olmuş, her ne ile meşgulse kiminle ilgileniyorsa ilgilensin ne elini ne ilgisini bir an üzerimden çekmemişti. Yıllar sonra kavuştuğum bu tamamlanma hissi içimi dolduruyordu.

İçim öyle çok doluyordu ki aklımda olmadık şeyler dolaşıyordu.

Nil'i istiyordum.

Yanı başımda, diğer yarımı istiyordum. Günün sonunda aynı yatağa yatıp çılgınlar gibi kahkaha atalım, olmadı ağlayalım istiyordum. Turan'ın beni tamamladığı her noktada, hayatımın en büyük eksikliği duvar gibi dikiliyordu karşıma. Yıllar önce, annemin başına gelenlerin babam yüzünden olduğunu sesli dile getiren ilk kişiydi Nil. Ve ben de, hayır öyle değil diyen. Öyle olmadığından ya da bunu bilmediğimden değil elbette. Nil'in bir kuşun çırptığı kanatta titreyen kirpiklerinden. O kirpiklerine zarar gelmesinden korktuğumdan. Annemin başına gelenlerin onun da başına gelme ihtimalinden. Bizden gitmesini, benden gitmesi pahasına kabul edip çabuklaştırdığımda henüz üniversiteyi yeni bitirmiştik. Onu İtalya'ya bir bilinmeze gönderirken hepimizden, Şahkulu'nun bütün ağırlıklarından göndermenin en doğrusu olduğunu düşünmüştüm. Bugün olsa, Nil'i yine öyle gönderirdim İtalya'ya. Bugün olsa yine arayıp sormazdım beş sene boyunca.

Mantıklı tarafım, bugün hala aynı şeyi yapmaya devam ediyordu ama içimdeki varlığını bastırdığım Ada yeniden ben varım dercesine baş kaldırırken Nil'in eksikliğinden delirecek gibi oluyordum.

Sürü'ye sığınıyordum. Kartal'a ve Kuzgun'a elbette. Ama o yeni mezun hallerinde, Cihangir ağabeyinin ofisinde avukatlık stajını yapmaya çalışırken annesinin yokluğu ile sarsıldığı yetmiyormuş gibi buna sebep olan babasından canının yarısını korumaya çalışan Ada'nın omzundaki yükleri bugün hissedemiyordum. Rahatlık mıydı rehavet miydi bilmiyordum. Kendimi arınmış hissediyordum ve bunu hissettiğim ilk andan beri de Nil diye deliriyordum.

Önüme bırakılan bir kupa ile telefonumun titremesi aynı anda olduğunda ilk önce bahçedeki masada karşıma oturan Kuzgun'a bakıp öpücük attım ardından telefonumu alıp gelen mesajı açtım. Tünay'dı. Bir kavurma kazanının başında elindeki devasa kepçe ile tam ağız gülümseyerek poz vermiş ve bu fotoğrafı bana mission completed notu ile göndermişti. Yüzümü kaplayan gülümsemeyi bastırmayı bir kez bile düşünmedim. Bir süredir yüzümde engelleyemediğim gülümsemelerle yaşıyordum zaten.

Turuncu Balonlar & Sonsuz Yalanlar Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin