Hipoglisemiye Değecek Bir Şey Yiyeceğiz Yani

6.4K 267 23
                                    

"Havasını ayrı, suyunu ayrı özlemişim yemin ederim!"

Kulağıma dolan sesler yüzünden telefonu biraz uzaklaştırdım. Neyse ki, Sürü bu eziyetime derhal bir son verip yanında her kim varsa ona teşekkür edip yeniden bana döndü. "Belirtmek isterim ki, dışarıda berbat bir hava var. Camlarım paralandı yağmurdan."

Birkaç saat önceki güneşli havaya aldanıp giydiğim şortuma bakıp dudak büktüm ve Sürü'nün görmeyeceğini göz ardı edip omuz silktim. "Ama bu İstanbul'da lale mevsiminin geldiği gerçeğini değiştirmiyor."

Elimi kaldırıp önümden geçen dolmuş taksilerden birini durdurdum ve İstanbul da beni özlemiş olacak, ilki durdu önümde. Üzerimden damlayan sulara aldırmadan kendimi koltuğa attığımda yeniden dikkatimi Sürü'ye verdim. "İnanır mısın, hiçbiri umrumda değil. Akşam ne yapıyoruz, ondan haber ver."

Minibüs stadın arkasından yokuşu tırmanırken, göremeyeceğimi bile bile hevesle camdan eğilip İnönü'nün, evet bence hala İnönü, duvarlarından içeriyi görmeye çalıştım. Gördüğüm birkaç koltuk bile kanımı kaynatmaya yeterken minibüse binmekle aptallık ettiğimi fark ettim. Duran trafiğe güvenip ineceğimi söyledim ve kendimi yeniden Beşiktaş'ın yağmuruna bıraktım. "Akşam hiçbir şey yapmıyoruz Sürüm. Ben, bu akşam Taksim'in tadına bakıyorum. Sakın girme, Taksim'in eski tadı yoktan. Biliyorum yok. Ama ben bir gidip bakacağım, oralara sıkışmış bir Ada muhakkak bulurum." Kâğıt yerine bu defa klavye sesi duyduğumda, Süreyya'dan önce ben konuşmaya devam ettim. Minibüsten indiğimden beri gözlerimin önünde varlığını koruyan minik siyah noktaları gözlerimi kapatarak yok etmeye çalışırken aynı zamanda sesimi de sabit tutmaya çalışıyordum. "Gidip önce güzel bir yemek yiyeceğim An-."

"Antakya Sofrası'nda." Gezi yokuşunu tırmanırken duraksayıp, elimi kaç yüzyıllık olduğunu bilmediğim yüksek taş duvarlara yasladım. "Tamam, bu gece yokuz. Yarına kimseye söz vermiyorsun. Ben iki tane çam yatması gibi herifi daha fazla tutamam. Zaten İstanbul'a gelip, buraya gelmediğin için terör esiyor sabahtandır."

Gözlerimi kapatıp başımı gök yüzüne kaldırdım ama bu doğru bir karar mıydı bilmiyordum. Yağan yağmur dahi dönen başımı sakinleştirmiyordu zira iki gündür yediğim tek yemek, dün gece uçakta verilen minik domatesli peynirli ve reyhanlı o muazzam sandviçti. Güzeldi güzel olmasına ama ondan önce ne yediğini bile hatırlamayan bir insanın, birkaç lokmada biten sandviçten fazlasına ihtiyacı vardı. Ama o insan, bütün günü başını sokacak bir ev aramakla geçirmişti. "İkisini de ayrı ayrı öpüver bu akşamlık. Kalanını ben yarın akşam halledeceğim."

Gözlerimi aralayıp oturacak bir yer arasam da, yanımdan vızır vızır geçen arabalardan başka bir şey yoktu ve bu durum beni inceden ürkütüyordu. Hem Süreyya halimi anlayıp telaşlanmasın hem de bir sonraki soruyu sorup canımı sıkmasın diye de çabucak vedalaşıp telefonu kapattım. Telefonu küçük çantamın içine koyup gözlerimi araladım ve biraz olsun baş dönmemin geçmiş olmasını diledim ama hayat her daim ne istiyorsam tam tersini avuç içime sıkıştırmakla meşhur olduğundan, geçmediğini, aksine arttığını fark ettim. Gözlerim, hızla etrafı tarasa da yokuşun sonunda olduğunu bildiğim restaurantlardan başka bir büfe ya da cafe yoktu ve şu an benim için en mantıklı şey sol tarafımdan kalan Gezi Otel'di. "Allah beni kahretmesin ya. Bir Harbiye tavuk sevdasına düştüğüm hallere bak!"

Adımlarımı olabildiğince hızlandırdım ve trafiğin biraz olsun seyrelmesini beklerken birkaç adım daha attım. Ama hayır, vücudumda ne karşıdan karşıya geçecek kuvveti bulabiliyordum ne de ayaklarımın üzerinde daha fazla durabilecek. Gözlerimin açık olduğu son saniyeleri yaşadığımı fark ederken, bir can simidi arar gibi elimi havalandırdım ve ne olduğunu o anda fark edemediğim bir şeye tutundum. Sonrası, bilinmez bir kuyuydu.

Turuncu Balonlar & Sonsuz Yalanlar Where stories live. Discover now