Anlamadığım ise biz neden böyle bekliyoruz. Beni böyle uyuşturup neyi bekliyor bunların patronu? Bizimkilerle pazarlık falan mı yapıyor acaba? Yoksa vücuduma uyuşturucu tarzı bir madde mi veriyorlar? Düşünmekten beynim yine mavi ekran vermeye başladı.

Burada geçirdiğim lanet saatlerde uyumamak için adeta direniyordum ama çoğu zaman göz kapaklarımı açık tutamıyordum. Ben uyurken ne yapacaklarını bilmiyordum ve her şeyi görmem gerekiyordu. Kendimi öyle savunmasız hissediyordum ki, sanki 5 yaşına geri dönmüş babamdan ölümüne dayak yiyen o küçük kızdım yine. Doktorun yanında gelen zayıf, esmer genç adam ise; benim yüzüme bile bakmadan işini yapıp gidiyordu. Sanırım o da burada olmaktan memnun değildi ve bu insanlarla bir alakası olduğunu da düşünmüyordum. Bu insanlara nasıl bulaşmıştı bilmiyorum.

Zaman kavramını yitirmememin tek sebebi, sabah ilaç için gelen pislik doktor sayesinde oluyordu. Ağzımı açıp tek harf bile çıkartamıyordum. Sabah ilaçtan önce boğazımı hafif hissetmeye başladığım dakikalarda, sanki tüm boğazıma kum doldurmuşlar gibi hissediyordum. Öksürme isteği oluyordu ama öksüremiyordum. Buradan kurtulduğum an, bana bunu yapanlar elimden kurtulamayacaktı. O kadar sinir bozucuydu ki...

Hemşir serumu ve sonda torbasını değiştirip gittiğinde, yine derin bir sessizlik anı da başlamış oldu. Saatlerin bu kadar uzun sürdüğü hiç olmamıştı benim hayatımda. Sanki bir saat, bir yıl gibi geçiyordu. Kuzey, Poyraz, annem şu an delirmiş olmalıydı. Beni bulamadıklarına göre, acaba beni öldü mü sanıyorlardı? Artık kafamda bu düşünce daha belirgin hale gelmişti. Evet kesinlikle öldüğümü düşünüyor olmalıydılar. Yoksa beni kaç gündür nasıl bulamazlardı ki? Kaybolduğumu daha ilk saniye anlamaları gerekiyordu. Sonuçta markete gitmiş ve geri dönmemiştim değil mi? Beynim benimle oyunlar oynamaya da başlamıştı. Bunu anlıyordum ama düşünmekten de kendimi alamıyordum. Zaten yapabildiğim başka ne vardı ki?...

Alt kattan bir ses gelmişti. Birinin yere düşme sesi evet. İnşallah o doktor bozuntusu ayağı takılıp merdivenden yuvarlanmıştır diye düşündüm. Sonra düşündüğüm şeye gülmek istedim. Tabii ya ben gülemem de şu an çünkü ağzımı hissetmiyorum. Lanet olası ağzımı hissedemiyorum. Yere düşen sese odaklandım. Ayağa kalkma yada homurdanma sesleri gelmemişti. İşte bu ilginçti. Bizimkiler mi gelmişti acaba sonunda?

Birkaç dakika sonra odanın kapısı yavaşça açıldı. Bu adamı tanıyordum. Daha doğrusu bu maskeyi daha önce görmüştüm. Gözlerim büyüyerek karşımdaki maskeli kişiye bakakaldım. Onu daha önce çok kısa görmüştüm ama asla unutmamıştım. O Hayalet'ti.

Hayalet çok kısa gözlerime baktı ve bana kafasıyla selam verip vücuduma bakmaya başladı. Bakışları rahatsız edecek cinsten değildi, hasar kontrolü yapıyor gibiydi. Kapıyı arkasından kapatıp içeriye girdi. Yatağın yanına birkaç adımla gelerek, görüş açımda kalmaya devam etti ve maskesini çıkarttı.

Karşımda 40'lı yaşlarında, buğday tenli, ela gözlü, oldukça karizma bir adam duruyordu. Yüzünün sol tarafında kulağının bitiminden başlayıp şakağına kadar çıkan bir bıçak yarası vardı.

"Merhaba Gökçen. Başın hiç beladan kurtulmuyor değil mi?" Diye sordu hafif tebessüm ederek. Cevap veremiyordum ki.

Hayalet, kolumdaki seruma baktı. Daha sonra bakışları bacaklarıma gitti ve sanırım idrarımın toplandığı torbayı görerek kaşlarını çattı. Tekrar bana döndüğünde,

"Konuşamıyor musun?" Diye sordu. Gözümü kapatıp açtım. Şaşkın duruyordu. Beni bu halde bulmayı beklemiyor olmalıydı.

"Evetse bir kere kapat gözünü, hayırsa iki kere, vücudunu hissedemiyor musun?" Diye sordu. Gözlerimi bir kere kapatıp açtım. Hayalet sıkıntılı bir nefes vererek önce serumu çıkarttı. Sonra bacağıma eğilip bir şeyler yaptı ki yaptığı şeyi düşünmek istemiyordum. İdrar torbasını da çıkartmış olacak ki doğruldu ve bana bakarak devam etti.

 TOPRAK (Düzenlenecek)Tahanan ng mga kuwento. Tumuklas ngayon