XXXVIII- Finally

774 137 321
                                    

Hun İmparatorluğundaki büyük Kara Zindan muhafızları kapıda dikilirken, orman içinden gelen yaşlı bir kadın gördüler. İkisi anlam veremez biçimde önce birbirlerine, sonra yeniden, eski püskü giyinmiş olan bu yaşlı kadına baktılar.

"Burada ne arıyorsun?" diye sordu biri.

Yaşlı kadın başındaki çuvala benzer pelerin örtüsü altından onlara ürkekçe bakarken, "Ben," diye mırıldandı. "Eski Hun İmparatorunu görmek isterim."

Muhafız güldü. "Git işine kadın, bulunamazsın burada."

"A-Ama o bizlere çok hizmet etti! Ne olur iki dakikacık görüversem?"

"Başına bela almak mı istiyorsun? Git dedik ya!"

"Ne olur yavrum, göreyim işte... Söz bir daha gelmem. İçimde onun hakkında kötü kötü hisler dolanıyor. İki dakika görsem iyi hissederim, gerçekten, bir daha adımımı bile atmam."

Muhafızlar kararsız bakışlarla birbirine baktıktan sonra tekrar kadına döndüler. "İyi, yalnız iki dakikayı bir saniye bile geçmemeli."

Yaşlı kadın keyifle gülerek, "Sağ olun!" diye şakıdı, sonra da iki yana açılan dev ahşap kapıdan içeri girdi. Koridor boyu yürürken, kiremit ve kerpiç kaplı bu mahzende demir parmaklıklar ardındaki boş mahzenlere bakıyor, kirli koridorda dikkatle yürüyordu.

Nihayet bir mahzenin önüne geldiğinde duraksadı. Saçı sakalı uzamış, yere çökmüş, bir dizini kendine çekip kolunu ona yaslayarak boş bakışlarla duvarı seyreden genç adamı görmüştü. Üstü başı derbeder gibi gösteriyordu onu. Beyaz kıyafeti kir yüzünden tamamen siyaha dönüşmek üzereydi. Bu, Louis'ydi.

"Benden de beter görünüyorsun," dedi yaşlı kadın, kendi kendine mırıldanır gibi. Louis'nin dikkatini çekmişti, çatık kaşlarla parmaklığın önündeki yaşlı kadına bakıp soran gözlerini ona dikti. Yaşlı kadın gülerken de çürük dişleri meydana çıktı. "Louis sen misin?"

"Emin değilim."

Kadın çuvala benzer örtüsünü başından indirdiğinde beyaz ve çalıyı andıran saçlarını açığa çıkardı. Kırışmış göz kenarlarına sahip soluk renkli gözlerini kısarken, "Osun, osun," diyerek kendi kendine temin etti. "Sen Louis denen adamsın."

"Nasıl emin olabiliyorsun?"

"Nasıl olacak, beni gönderenler çok huysuz ve konuşkan olmadığından bahsetmişti de ondan!" Kadının tiz kahkahasına karşılık bir an yüz buruştursa da, çatık kaşlarıyla ayağa kalkıp çıplak ve kirli ayaklarıyla ona yöneldi. Ellerini parmaklığa sararken, gözlerindeki anlamaz bakışlar hala yerinde duruyordu.

"Sen de kimsin?"

"Ulpia."

"Seni kim gönderdi?"

Sırıttı. "Prens. Prens Jovian."

Louis anlam vermeye çalışarak başını hafifçe yana yatırırken, yüzündeki karamsarlık hiç çözülmemişti. "Seni mi?"

"Ah, beni küçümseme. İyi bir kaşif ve mucitimdir."

Louis gözlerini kısarken başını yeniden kaldırıp, "Yani?" diye sorduğunda Ulpia'nın sırıtışı daha da büyüdü.

"Yani-" dedi keyifle. "Seni onlar öldürmeden ben öldürmeye geldim evlat." Ve sonra Louis, bileğinde keskin bir acı hissetti, "Bana ne yaptın?!" diye bağırmasından hemen sonra gözlerinin akı göründü, göz kapakları indi ve bedeni birden yere yığıldı.

- - -

Pamir hızla zindana girdi. Louis'yi boylu boyunca yerde gördüğünde dehşete düşmüştü.  Zindanın parmaklıklarını hemen açtırıp içeri girdi. Bileğine dokundu ama nabız hareketliliği bir zerre bile yoktu. Boynuna dokundu, yine nabız alamamıştı. Yüzü beyazlamaya yakındı. Pamir de neredeyse bu mevta gibi bembeyaz ve bumbuz kesilecekti. Korkuyla yutkundu.

Constantinople | Larry ✔Where stories live. Discover now