XXXVI - The Stupid King

785 142 160
                                    

Constantinople, 472, Nisan 15

Oturduğu sandalye üzerinde elleri kucağındayken, gözleri pencereden dışarıyı seyrediyor, yüreğindeki sıkıntı kurtları usul usul içine sızıyordu Prens Harry'nin. Memleketine geleli yirmi günden fazla bir süre olmuştu, ama söylesenize, bir insan çok sevdiği eşini arkada bıraktığında aslında neyi hesaba katardı? Nereden nereye göç ettiğinin geçen zamanını mı, yoksa eşinden uzak kaldığı günlerin sayısını mı?

Prens Harry hepsini tek tek sayıyordu. Nerede, ne zamandır bulunuyordu? Segedin'de on beş gün, Constantinople'da yirmi gün... Söylesene Louis, senden ayrı geçen toplamda kaç gün? Toplamaya korkuyor ama beyni çoktan yapıyordu işlemini. Otuz beş... Koskoca otuz beş gün Louis'den haber alamadığı bir zaman dilimi olarak geçmişti hayatından. Yaşıyor olduğuna emindi en azından, çünkü kötü haber tez yayılırdı ve Prens Harry ilk önce öğrenenlerden biri olurdu nihayetinde. Ama yaşıyorsun, işte bu tutuyor ayakta beni.

İçini titrek bir nefes doldururken camdan bakıyordu. Şömine yakılmıştı. Mayıs ayının başları olmasına rağmen hava, gece vakti bir anda serinlemişti. Ya da sadece düşünceleri yüzünden vücut direnci zayıflıyor, hasta oluyordu.

Flavius elindeki altın şarap küpüyle kadehe eğilirken, "Biraz daha şarap istemez misiniz, efendim?" diye sordu yumuşak sesiyle. Harry yeşil gözlerini kadehe çevirip sessizce beklediğinde, Flavius bu sessiz talebi bilerek usulca şarabı kadehe döktü.

Kadehi zarif parmaklarıyla sararken, Louis'nin kendi emeğiyle yaptığı, yıldızlarla döşenmiş alyansı parlamıştı ince yüzük parmağında. Dolgun ve kuru dudakları üzüm şarabıyla tatlanırken gözlerini kalp sızlatan yaşlar sarmıştı birdenbire. "Bal şarabı yok muydu?"

Uşağı Flavius şaşırmıştı. Bu şarap çoğunlukla Hunlar tarafından içilen bir türdü. "Hayır, efendim. Lâkin sarayımızda en lezzetli üzüm şaraplarımızdan vardır."

Zoraki bir gülüşle kadehi kenara bırakırken, Flavius tereddütle ona bakıyordu. "Efendim... Canınızı hâlâ sıkkın görüyorum."

"Eşinin senden uzaklaştırıldığını ve ondan haber alamadığını düşün, Flavius." Karanlık manzarayı seyrederken boğaz sularının kıyıya çarpan dalgaları ay ışığında parlamıştı. "Sen ne hissederdin?"

Başını eğerek, "Haklısınız," dedi. "Beni bağışlayın. Bu kadar dürüst olmak istemem ama bir Hun imparatoru olduğundan çok etkilenmemiştim. Sizin eşiniz olduğu için üzüntünüze anlam verememek benim suçum."

"Kendine haksızlık etme." İç çekti. "Doğu Roma, Hunları hiçbir zaman sevmedi." Ona baktı. "Bazen bu belirsizlik öyle yorucu oluyor ki, tek istediğim..."

Durdu. Dudaklarını kenetleyip tekrar manzaraya döndü. Flavius, "Tek istediğiniz nedir, efendim?" diye fısıldadı. "Belki sizin bu üzüntünüzü gidermede yardımcı olabileceğim bir şey olur?"

"Ölüm..." Gözleri irice açılmış adama bakıp yorgunca gülümsedi. "İstemesi ne büyük ve zor bir rica, değil mi?"

"B-böyle düşünmeyin, efendim. Henüz çok gençsiniz. Gençliğinizin baharında ve yazında sizi güzel günler bekliyor, buna oldukça eminim."

"Bana kalırsa ruhum bu günlerde öyle yaşlandı ki..." Yaşlı gözlerini karanlık gökyüzüne çevirdiğinde göğsünü daha bir kasvet, daha bir sıkıntı, daha bir huzursuzluk sarmıştı. "Louis'ye ne yapıyorlar? İyi mi? Yemek yiyebiliyor mu? O kadar merak ediyorum ki, bazen sadece düşünüyorum. Bunca zamandır haberini almadığım bir adam için bu kadar üzülüyorken, belirsizliğe doğru yaşamanın ne anlamı var ki?"

Constantinople | Larry ✔Where stories live. Discover now