3. Bölüm: "Kimse beni aslen tanımıyor."

Start from the beginning
                                    

Sarı taksi önümde dururken ayağa kalkıp zaman kaybetmeden bindim. Nereye gideceğimi düşünmemiştim ama bir çılgınlık yapmak istiyordum. Aklıma gideceğim yer geldiğinde gülmek istedim ama dudaklarım yukarı kıvrılmadı.

“Şehir mezarlığına.” Dedim bana sorarca bakan yaşlı adama.

Kafasını sallayıp arabayı çalıştırırken kulaklıklarımı kulağıma takıp pencereye çevirdim kafamı. Yolculuklar müziksiz olmazdı.

Taksi durduğunda etrafıma bakındım. Sonra da taksimetreye. Gözlerimin yerinde kalması için çaba harcayıp herhangi bir şaşkınlık belirtisi göstermedim. Taksiye binmeyi bu yüzden sevmiyordum işte… Cüzdanımdan yirmi beş lira çıkartıp taksiciye uzatırken elimden kayıp giden paralara acıyarak baktım.

Sizi özleyeceğim küçük, sevimli, güzel kokulu arkadaşlarım…

Taksiden inip büyük demir kapının önünde durdum. İçeride dizili olan mezar taşlarını görebiliyordum ve bu beni ürkütmekten çok neşelendirmişti.

Bu dünyadan sonra nereye gideceğimi bilmek beni iyi hissettiriyordu.

Demir kapıyı iterken çıkan gıcırtı yüzünden yüzümü buruşturdum. Gece vakti olsa korkup kaçardım lakin hava güneşliydi ve kuşlar cıvıldıyordu. İçeriye başörtülü girmem gerektiğini biliyordum. Ölüye saygı gerekliydi ama yanımda başıma örtebileceğim herhangi bir şey yoktu. Üzülerek etrafıma bakındım. Sonra aklıma kapüşonum geldi. Kafama kapüşonu geçirip ilerlerken mezar taşlarına ve üzerinde yazılı olan tarihlere bakıyordum.

Gözüme çarpan tarih durmamı sağlamıştı.

1998-2014…

Mezarlığın üstündeki rengarenk çiçeklere baktım. Hepsi çimin üstüne dikilmişti. Canlılığını koruyan çiçekler mezarlığı güzel bir şeymiş gibi gösterirken yüzümü buruşturdum. Bu yaştaki birinin toprağın altında olması adil gibi durmuyordu. Elbette bir gün herkes ölecekti ama benimle aynı yaşta olan biri…

Mezarlığın hemen yanında olan büyük ağaca baktım. Yaprakları daha dökülmemişti. Sonbahar soğuğunu gösterdiği an döküleceğini biliyordum. Ayakta boş boş mezarlığa bakmaya son verip ağaca yaslanarak oturdum.

Yeşim Albayrak.

İsmine bakıp gülümsedim. Aklıma İzmir’deki arkadaşım, eski arkadaşım, geldi.  Onunla İzmir’de bile görüşmezken şuan isminin karşıma çıkması beni gülümsetmişti. Özlediğimi hissedip iç çektim. Normal bir gün olsaydı hislerimi dışa vurmaz ve düşünmemeye çalışırdım. Ama dedim ya, bugünlük buraya kadardı. Güçlüyüm havalarımı bir kenara itmiştim. Yarın kaldığım yerden devam edecektim.

Yüzümü ellerime gömüp mezarlığın üstündeki çiçeklere baktım. Neşeyle açmış bana renklerini sergilerlerken, “Yeşim…” diye mırıldandım. “Nasıl öldün bilmiyorum. Acı çektin mi, öldüğünü hissettin mi... Canın acıdı mı bilmiyorum. Belki de kendin bu dünyadan kopmak isteyip, benim yapmaya cesaret edemediğim şeyi yaptın. İnsanlara kızgınsın belki de, hayattan sıkıldın…” Ellerimden birini çiçeklerin üstünde gezdirdim. Ufak bir şekilde çiçekleri okşarken, “Önyargılara mı kurban gittin yoksa?” diye mırıldandım.

Bu yaşta ölmesi onun suçu olamazdı. İntihar etse bile…

Bende ölmek istemiştim. Çoğu zaman kendime zarar verme eylemleri gerçekleştirmiş, saçlarımı çekmiş ve bileklerime ufak kesikler atmıştım. Daha fazlasını yapmaya cesaret edememiştim. Kendime gelmem ve hata yapmamam için kendi canımı yakarken acısı umurumda değildi ama ölürsem eğer, arkamda bırakacaklarıma üzülmüştüm. Veya cehenneme gidip sonsuza kadar yanmaktan korkmuştum.

Kayıp DudaklarWhere stories live. Discover now