*29*

1.2K 40 22
                                    


Yıldızları görebilme umuduyla kafamı gökyüzüne kaldırdığımda sadece sonsuz karanlığı karşılaştığım bir gecenin içindeydim. Tam sekiz ay, on iki gün geçmişti üstünden. Her şeyin bittiği ve aynı zamanda her şeyin başladığı o gün. Bana hiç bitmeyecekmiş gibi gelen o uzun gün. Gecenin karanlığına bile ulaşamamıştım sanki. Saatlerce yürüdüğüm sokakları, üstüme yıkılıyormuş gibi hissettiğim binaları ve kıyısına çöküp karanlık çökünceye kadar sessizce beklediğim uçurum kenarını hatırladım. Hatırladığım onca acı veren anı arasında hatırlamaktan korktuğum bir an vardı. Baran'ın hıçkırık sesleri. Uzun bir süre beni uykularımdan etmiş, tüm gücümü elimden almıştı o ses. Çığlık atarak uyandığım kabuslara sebep olmuştu. Ne kadar da acizdim... Beni öylece ardında bırakıp giden adamın gidişinden ziyade ağlayışı acıtmıştı canımı. Ondan ayrılmak kalbimi bir bıçakla deşmişti kabul ediyordum da hıçkırıkları tüm nefesimi elimden almıştı sanki. Beni bu dünyaya bağlayan güç, beni öldürmüştü bir anda. Yerle bir olmayı, mağlubiyeti gururla sırtıma almıştım ama sırt sırta tüm dünyaya karşı savaş verdiğim adamın silahını tam kalbime nişan aldığını kabul edemiyordum. Beni o silah değil, silahın Baran'ın ellerinde oluşu öldürmüştü. Beni, kehribar saçlı çocuğun onu bu kadar seviyor olduğumu bilmesi ve bunu bana karşı hep kullanması öldürmüştü. Beni o ayrılık değil, Baran'ın zamanla bütünüme sinen varlığı öldürmüştü. Asya Öztürk, hiç doğmamış gibi ölmüştü o gün. Ama ne bu nefessizlik ne de sonsuza kadar bir daha yaşayamayacakmışım gibi gelen his doğru değildi. Bitmişti. Ve başlamıştı. Bir hikaye nasıl sonlanıyorsa yeni bir hikaye doğuruyordu aynı zamanda. Asya Öztürk ölmüştü ama bir kuş konmuştu omzuna ve yeniden yaratmıştı onu. Yine yıkılabilirdim, bunun bilincindeydim. Mutluluk hala mümkündü de. Ama artık inanmıyordum balkabağının at arabasına dönüştüğü masala. Mutluluk mümkündü, mutsuzluk gibi. Ayrılıklar vardı, kavuşmalar gibi. Nihayetinde Asya Öztürk büyümüştü. Ben, büyümüştüm. O olmadan devam edebilecek kadar büyümüştüm hem de. Yeni bir eve taşınmıştım, yeni bir iş kurmuş ve kendimle yeniden tanışmıştım. Dostlarımdan, ağabeyimden uzakta, şehrin diğer yakasında mütevazi bir hayat sürüyordum. Tüm bunlar, sanki bir yere yetişecekmişim gibi, kısa bir zamanda aceleci tavırlarımla gerçekleşmişti fakat ne ağabeyim evden ayrılmamı yadırgadı ne de dostlarım işimden, çevremden ayrılmamı. Türk Dili ve Edebiyatı bölümüyle yollarımız tamamen ayrılmıştı. Kitap okumanın benim için bir hobiden ileri gitmemesi gerektiğini fark etmiştim. Kafede çalışmaktansa boş kavanozları boyamak, aynaları süslemek ve eskimiş her şeyi yeniden hayata döndürmek daha ilgi çekici geliyordu artık. Kurduğum küçük dünyada kendime göre bir iş bulmuştum aslında. Ben de zamanında defalarca ölüp ölüp dirilmemiş miydim Baran yüzünden?

Yeni boyadığım kavanoz kapağını kuruması için balkonun köşesindeki masaya bıraktım ve karanlık gökyüzünde gözlerimle kısa bir gezintiye çıktım. Uzun zamandır yıldız görmüyordum. Sanki birisi hepsini toplamış ve kimsenin bulamayacağı bir yere saklamıştı. İnsan bazen beklediği şeyle karşılaşmadığında büyük bir hayal kırıklığı yaşıyordu. Bir süredir ne zaman gökyüzüne baksam umduğum manzarayla karşılaşamıyordum. Derin bir nefes bıraktım havaya. Sessizce yutkundum sonra. Boğazım öyle çok kurumuştu ki yutkunmak bir çözüm olmaktan uzaktı. Bakışlarım masanın diğer ucundaki fincana düştü. En son iki saat önce yudumladığım ve soğuduğu için tadından tereddüt ettiğim kahveye uzandım. Düşündüğüm kadar kötü olmasa da yüzümü buruşturmaya yetmişti. Kahve fincanını yerine bırakıp yaklaşık beş saattir boyadığım kavanozlara ve kapaklarına baktım. Dudaklarımda oluşan tebessüme engel olamadım o an. Bu işi seviyordum. Güzelleştirmeyi seviyordum. Eşyalara ruh katmayı seviyordum. Maddi anlamda bana büyük getirileri yoktu elbette ama verdiği hissin tarifi yoktu. İlk olarak bu eve ilk taşındığım zamanlarda oturduğum caddedeki bir süs eşyası dükkanının vitrini dikkatimi çekmişti. Farklı boyutlarda renkli kavanozlar sıra sıra dizilmişti ve hemen altındaki rafta el işçiliği gerektiren küçük eşyalar vardı. Önünden geçerken bile insana keyif veren bir dükkandı. Daha önce çalıştığı kitapçı da böyle mutlu ediyordu ama o kitapçının insana hüzünle sarılan bir ruhu vardı. Bu süs eşyası dükkânı ise sanki neşeli bir şarkıda sizinle dans eder gibiydi. Birkaç hafta sonra da vitrinin tamamen boş olduğunu ve cama da dükkânın kapanacağına dair bir yazı asıldığını gördüm. Bu duruma öyle içerlenmiştim ki ne yapıp ne edip o dükkânı eski neşesine kavuşturmayı kendime şart koşmuştum. Bunun için annem yani Feride Toprak ile tekrar görüşmeye bile başlamıştım. Aslında tam anlamıyla onunla görüşmemin tek nedeni bu değildi. Zaman içerisinde içten içe ona haksızlık ettiğim düşüncesi zihnimi esir almıştı. Beni kızı gibi büyüten ve gerçekten hiç yaşamadığı bir duyguyu bende yaşamaya çalışan, kendince birçok acıyı yaşamış bir kadındı o. Aynı evin içinde birbirimize duyduğumuz öfke ile yaşamış ve defalarca birbirimizi kırarak yaşamıştık. Ama aslında onun öfkesi hiçbir zaman bana değildi, babamaydı. Fuat Toprak tarafından aldatılmıştı ve içinde bir yerlere sığdıramadığı bu öfkeyi geçmişi bir ayna gibi yansıttığım için bana çeviriyordu. Ona kırgındım ama onu artık anlıyordum. Eğer anlamasaydım daha kırgın yaşayacak ve en sonunda da ona daha kırgın olarak ölecektim. Zaten bu dünyada beni kıran, inciten ve yaralayan yeterince şey varken inatla ona bir yenisini eklemektense yükümü hafifletmek daha huzur vericiydi.

SİYAHIMHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin