BEYAZ KUBBELER : Savaşçı Kadı...

由 Humeyra2882

484K 44K 8.5K

NOT: Mavi Kubbeler/ Yalnız Prens hikâyesinin devamıdır. Ayrı ayrı okunabilir, karakterler ve mekan farklıdır... 更多

BÖLÜM 1
BÖLÜM 2
BÖLÜM 3
BÖLÜM 4
BÖLÜM 5
BÖLÜM 6
BÖLÜM 7
BÖLÜM 8
BÖLÜM 9
BÖLÜM 10
BÖLÜM 11
BÖLÜM 12
BÖLÜM 13
BÖLÜM 14
BÖLÜM 15
BÖLÜM 16
BÖLÜM 17
BÖLÜM 18
BÖLÜM 19
BÖLÜM 20
BÖLÜM 21 '' SON''
BÖLÜM 22 ( Savaşçı Kadın ve Kralın Şehri- İkinci Kitap)
BÖLÜM 23
BÖLÜM 24
BÖLÜM 25
BÖLÜM 26
BÖLÜM 27
BÖLÜM 28
BÖLÜM 29
BÖLÜM 30
BÖLÜM 31
BÖLÜM 32
BÖLÜM 33
BÖLÜM 34
BÖLÜM 35
BÖLÜM 36
BÖLÜM 37
BÖLÜM 38
BÖLÜM 39
BÖLÜM 40
BÖLÜM 41
BÖLÜM 42
BÖLÜM 43
BÖLÜM 44
BÖLÜM 45
BÖLÜM 46
BÖLÜM 47
BÖLÜM 48
BÖLÜM 49
BÖLÜM 50
BÖLÜM 51
BÖLÜM 52
BÖLÜM 53
BÖLÜM 54
BÖLÜM 55
BÖLÜM 56
BÖLÜM 57
BÖLÜM 58
BÖLÜM 59
BÖLÜM 60
BÖLÜM 61
BÖLÜM 63
BÖLÜM 64
BÖLÜM 65
BÖLÜM 66
BÖLÜM 67
BÖLÜM 68
BÖLÜM 69
BÖLÜM 70
BÖLÜM 71
BÖLÜM 72
BÖLÜM 73
BÖLÜM 74
BÖLÜM 75
BÖLÜM 76
BÖLÜM 77
BÖLÜM 78
BÖLÜM 79 (FİNAL)
Yazarınızdan sizlere önemli bir soru
Ben Geldim!

BÖLÜM 62

4.6K 412 87
由 Humeyra2882

-2' ye gelince küçük ölüm kutusu yavaşça durdu.

Asansör denen şeye bu adı takmıştım. İçinde çok kısa süre kalmış olmama rağmen panik her yerimi sarmış, nefesim ise kesilmişti. Kalp atışlarımsa sanki uzun süre koşmuşum gibi hızlanmıştı. Hareket edince midemde hissettiğim o garip his ise durumumu daha da kötü bir hale sokmuştu. İşte bu yüzden ismi ölüm kutusuydu, bu metal kutu yüzünden neredeyse kalp krizi geçirecektim. Ayağa kalktım ve büyük bir hevesle kendimi beyaz koridora attım. Dar alandan kurtulduğum için çok mutluydum, biraz daha kalacak olsaydım panik atak geçirebilirdim.

Asansörün önünde durup etrafıma bakmaya başladım. Saniyeler içinde gözlerim, beyaz duvarların içine yerleştirilmiş metalimsi şekillere takılı kaldı. Bir kat aşağıdaki duvarlar tamamen yeşile boyanmışken, burası da metal renklerle dolup taşıyordu. Koridor yine üçe ayrılıyordu. Sağ, sol ve ileri olmak üzere üç kısım vardı. Her bir köşede, duvarın içine özenle yerleştirilmiş küçük veya devasa boyutta makineler yer alıyordu. Makinelerin önünde küçük boy dikdörtgen şeklinde, üzerinde yazılar yazan levhalar vardı. Hemen önümdekine doğru ilerledim ve levhanın üzerinde yazanları okumaya çalıştım. Dilini bilmediğim için anlaşılmıyordu ama üzerinde bilgilendirici yazıların bulunduğunu az çok tahmin edebiliyordum.

Makine neredeyse benim boyumun iki katı büyüklüğündeydi ve duvarı tavana kadar kaplıyordu, fazla geniş değildi ama duvarın içine sığıp yine de heybetli bir görüntü yaratacak kadar da büyüktü. Makinenin yukarıya doğru bakan uç kısmı yuvarlaktı, zeminde duran kısmı ise düzdü. Üst ve orta kısımlarında metalden yapılma uzun çubuklar vardı ve metal gövdesinin üzerinde sıra sıra küçük yuvarlak cisimler yan yana dizilmişti. Yuvarlak cisimler yeşil renkti ve metal kelepçeler sayesinde yerinde duruyordu. Makine duvara sabitlenmişti ama biraz yamuk duruyordu. Duvara doğru neredeyse görünmez denebilecek bir telle sıkıca bağlanmıştı ve bu sayede yamuk durup düşmüyordu. Duvar içinin genişliği fazlasıyla büyüktü. Tüm koridor boyunca duvarın içine asansör gibi küçük odalar yapılmıştı ve bu odalara da metal makineler yerleştirilmişti.

Kevin ''Eski bir uzay mekiğinin küçültülmüş versiyonu. Uzaya çıkan ilk insan, yani Gagarin bu mekikle ilk uzay yolculuğunu başlattı. Mekiğin adı Vostok 1.'' Dedi yavaşça.

Makinenin metal gövdesine bakarken Kevin'ın dediklerini düşünüyordum. Uzaya çıkan ilk insan mı? ''Uzay da nedir?'' diye sordum kaşlarımı çatarak. Uzayın ne demek olduğunu bilmiyordum, hayatım boyunca ilk kez bunu Kevin'dan duymuştum.

''Gökyüzünden daha ilerisi demek, atmosferden çıktıktan sonra gelen her şey uzaydır Sierra, başka gezegenlerin bulunduğu yerlere denir kısacası'' diye cevap verdi. İster istemez kafamı yukarı doğru kaldırdım, sonra göz devirerek mekiğe yeniden baktım. Dışarıda değildim ve yine de yukarı bakıyordum. Tam bir aptaldım.

Diğer gezegenler derken neyi kast ediyordu ki? Atmosferin ne olduğunu az çok biliyordum. Zaten güneşin bize zarar vermesinin sebebi de onu delmiş olmamızdı. Ama daha ilerisi hakkında hiç düşünmemiştim ve şimdi Kevin aklıma onları koymuştu. ''Gökyüzünden sonrası da mı var?'' diye sordum merakla. Annemler bundan bahsetmemişlerdi bana. Uzayın veya uzay mekiğinin ne olduğunu bilmiyordum. Ve yeni şeyler öğrenmek kesinlikle benim en sevdiğim şeydi.

''İzin ver sana göstereyim'' dedi Kevin.

Ardından tam önümde, ışık huzmeleri oluşmaya başladı. Korkuyla geriye doğru sıçrayıp, dans ediyormuş gibi sürekli hareket eden ışıkları şaşkın gözlerle takip etmeye başladım. Kalbim bu ani olay yüzünden güm güm atıyor ama bacaklarım ve aklım kaçmak için hiçbir şey yapmıyordu. Burada kendimi güvende hissediyordum.

Işıklar kısa süre sonra yuvarlak bir cismin şeklini aldı. Cismin neredeyse her yeri mavi ve yeşil renkti. Aniden tanıdıklık hissi kapladı her yanımı. Bunu bir yerden hatırlıyordum. Kaşlarımı çatıp havada asılı duran ışıkların oluşturduğu cisme bakıp, bu cismi nereden anımsadığımı hatırlamaya çalıştım. Birkaç saniye sonra babamın bana getirdiği kitaplardan birinde bunun aynısını gördüğümü hatırladım. Burası dünyaydı, benim ve diğerlerinin yaşadığı gezegene.

''Dünya'' diye fısıldadım.

''Evet, Bu bir hologram, lazer ışınları sayesinde, yani ışıklar sayesinde bize üç boyutlu bir resim sergiliyor. Buradaki de Dünya. Yer çekimi sayesinde rahatça hareket edebiliyor ve yerimizde sabit kalabiliyoruz. Dünya da tıpkı diğerler gezegenler gibi uzayın, yani güneş sisteminin bir parçasıdır '' dedi ve birden bire dünya cisminin etrafını siyah renk ışıklar ve küçük noktalara benzer beyaz ışıklar kapladı. Sonra tek tek ufak veya daha büyük yuvarlak cisimler etrafını sardı. Etrafını saran yuvarlak cisimler neredeyse elliden fazlaydı. Kimisi çok küçük, kimisi Dünyadan çok daha da büyüktü.

''Buradaki parıldayan beyaz ışıklar yıldızlardır, diğerleri ise uzayda yer alan diğer gezegenlerdir. İnsanlar hepsine gitti ve araştırma yaptı. Neredeyse on bir gezegen insanların yaşamı için yeterli kaynaklara sahip. ''dedi Kevin.

Şaşkınca önümdeki şekillere bakıyor ve açık ağzımı kapatmaya çalışıyordum. Tanrım! Dünya gibi birçok yer mi vardı? Yani bizim gibi insanlar da o gezegenlerde mi yaşıyordu? Başımın ağrımaya başladığını hissediyordum. Çok fazla şey görüp öğreniyordum ve bu fazla gelmeye başlamıştı.

Derin bir nefes alıp ''O gezegenlerde kimler yaşıyor?'' diye sordum. Kevin birkaç saniye boyunca cevap vermeyince kafamı yukarıya doğru çevirip ''Kevin, orada mısın?'' diye sordum korkuyla.

''Evet, buradayım'' diye cevap verince rahat bir nefes alıp verdim. Bir anlığına burada yalnız olduğumu sanmıştım. Açıkçası bu korkunçtu. Burada, bu devasa metallerin arasında tek başıma olmak istemiyordum.

Kendimi topladım ve ''O gezegenlerde birileri yaşıyor mu? Bizim gibi yani'' diye sordum yeniden ve cevap vermesini bekledim.

''Hayır, bizim gibi kimse yok'' diye cevap verdi.

Anladım dercesine kafa sallarken etrafıma bakıyordum. Madem bizim için yaşanılabilir bir yer vardı, neden savaştan kaçmak için oraya gitmemiştik ki? Ya da savaştan sonraki olumsuz koşullardan kurtulmak için oraya sığınmamıştık? Geçmişteki insanlığın teknolojileri o gezegenlere gitmeyi sağlamıştı. Pekâlâ diğer insanları, yani bizim gibi halkı da götürebilirler ve bir yerleşke kurabilirlerdi. Ayrıca diğer gezegenler boşuna mı vardı? Bizden başka hiç kimse yaşamıyorsa, neden o gezegenler orada asılı duruyordu?

Kaşlarımı çatıp ''Yani tüm bu evrende sadece biz mi yaşıyoruz? Yoksa başkaları da var mı?'' diye sordum yeniden.

''Birçok kişiye göre sadece biz varız ama bazıları uzayda farklı yaşam formlarının olduğuna inanıyor. Doktor Melanie bile bu konuda hemfikir. '' dedi. Aynı anda önümdeki hologram da kapandı.

''Farklı yaşam formları da nedir?'' diye sordum koridor boyunca birkaç adım atarken.

''Yani yaşayan şeyler, insana benzer veya insanlardan çok daha farklı. Bizim dilimizde onlara uzaylı diyoruz. Hatta yüzyıllar boyunca uzaylılar, çekilen tüm bilim kurgu filmlerinin ana konusu olmuştur.'' Dedi Kevin.

Bir an durup sertçe nefes alıp verdim. Bilim kurgu ve uzaylı? Elimi alnıma koyup '' Tamam, bu kadar yeter, filmin ne olduğunu az çok biliyorum ama şu uzaylılar ve bilim kurgu hakkında pek bilgim yok.'' Dedim bezgince. Aşırı bilgi beynimin zonklamasına neden oluyordu. İçtiğim o sakinleştiriciden istiyordum ve her gördüğüm veya öğrendiğim şeylerden sonra, birden fazla ilaç içme isteği oluşuyordu içimde.

Batı kubbelerde televizyon denen şeyden vardı. Aslında sadece krallık ile ilgili haberleri yayınlamak için kullanılıyordu ve çok basit bir düzeneği vardı ama Cass beni, kocasının nadir eşyalarının saklandığı gizli yerine götürüp tüm o eski ama mükemmel şeyleri göstermişti. Aralarında en eski filmler de vardı. Apar topar Kuzey kubbelere gitmek zorunda olduğumdan izlemeye fırsatımız olmamıştı ama Cass hepsinin muhteşem olduğundan bahsetmişti. Bir gün bana hepsini izletecekti, umarım bu sözünü tutma fırsatı olurdu.

Sadece filmler yoktu orada. Çok daha fazlası vardı, mesela eski zamanlardaki romanlar, dini kitaplar, en ünlü tablolar, müzik aletleri de bulunuyordu orada. Müzik aletlerinin bazıları çalışıyordu. Eski zaman şarkıları her zaman bana hem değişik hem de çok güzel gelmişti. Bir an kaşlarımı kaldırdım ve aklıma gelen düşünceyle kalakaldım. Birkaç ay önce, Werner ile tanıştığımızda ilk gittiğimiz Kuzey kulede bir müzik çalar bulmuştum. Olaylar birbirini kovalarken de onu açmayı unutmuştum. Aklımın bir köşesine onu çalıştırmayı denemeyi not ettim. İçinde önemli şeyler de olabilirdi.

Bir keresinde eski zaman müzik çalarlarından birini bulmuş ve onu çalıştırmıştım. Önce müzikler çalmıştı, sonra sahibi olduğunu düşündüğüm adamın sesiyle karşılaşmıştım. Başlarda sesin kime ait olduğunu anlamıyordum çünkü dili tamamen farklıydı ama onların müzik olmadığını anlayabilecek kadar çok şarkı dinlemiştim Adam sürekli bir şeylerden söz ediyordu. Elbette yanılıyor da olabilirim. O adam bir müzisyen olabilirdi. Belki de eski zamanlarda, düz konuşma da şarkı olarak kabul ediliyordu.

Düşüncelerimi toplayıp '' Bilim kurgunun da ne demek olduğunu bilmiyorum. Bu yüzden şimdilik bu konuyu kapatalım lütfen. Her şey düzeldiğinde ve bolca vaktimiz varken bu konular hakkında bana bilgi verebilirsin. Ben de seni daha iyi anlayabilirim'' dedim bezmiş bir halde. Elimle alnımı ovaladım ve etrafıma baktım.

''Peki'' dedi Kevin düz bir sesle.

Söylediği şeyleri düşünmeyi bırakıp etrafıma bakmaya devam ettim. Mekiğin karşısındaki duvarda gümüş renk bir makine daha vardı. Bu seferki diğerine göre çok daha uzun ve inceydi. Yukarı doğru bakan kısmı sivriydi ve aşağıda kalan kısmı da yere değmiyor, teller yardımıyla havada asılı gibi duruyordu. Tam onun önünde durdum ve makinenin her köşesini incelemeye başladım.

Kevin sormamı beklemeden ''Bu da Explorer 1, eski Dünya ülkelerinden biri olan Amerika birleşik devletlerinin uzaya gönderdiği ilk uydusu.'' Dedi yavaşça.

Kaşlarımı çatıp ''Uydu nedir diye soracaktım ama vazgeçtim.'' Diye mırıldandım ardından ''Silah kısmında bunların ne işi var, yani teknoloji bölümünde olması gerekmiyor mu? '' diye sordum.

Kevin ''Evet ama uzaya çıkış siyasi çatışmaların ve savaşların başlangıcı olarak kabul edilir. Her bir hareket dünyayı etkiliyordu. Bunlar da birer silah sayılıyor. Ayrıca mühendislerimiz, Dünya'nın siyasi gidişatını değiştiren ilklerin de burada olmasını istediler. Onlara ilham veriyormuş.'' Dedi yavaşça.

Ardından konuşmamı beklemeden ''İlham vermenin ne demek olduğunu açıklamamı ister misin?'' diye sordu Kevin.

Göz devirdim ve ''Hayır, onun ne demek olduğunu biliyorum'' diye söylendim. Tamam, her şeyi bilmiyor olabilirdim ama bazı kelimelerin ne anlamda kullanıldığını kavrayabiliyordum.

Yürümeye devam ederken gördüğüm makinelere bakıp şekillerini ve ne işe yaradıklarını çözmeye çalışıyordum. İster istemez ''Sana da ilham veriyorlar mı?'' diye sordum.

''Bize mühendislerimiz ilham veriyor, onlar olmadan biz bir hiçiz.'' Diye cevap verdi.

Bir an yerimde durup dediği şeyi düşünmeye başladım. Mühendislerin ne demek olduğunu biliyordum, babam eski zaman mesleklerinden bahsederken açıklamıştı. Ayrıca bizim zamanımızda da mühendisler vardı. Elektrik üretiyor veya eski zaman arabalarını tamir ediyorlardı ama ilham vermek onların mesleği değildi. Bir an tüylerim diken diken oldu, biz bir hiçiz kelimesini ne kadar rahat söylemişti. Bu düşünceye sahip olmaları biraz garipti, sonuçta onlar olmasaydı bu tesis çökerdi.

''Mühendisleriniz burada mı?'' diye sordum merakla.

''Hayır, sadece biz varız'' dedi.

Kaşlarımı kaldırdım ve yerimde durup '' Eh o zaman onlar olmadan da bir hiçten fazlası oluyorsunuz, öyle değil mi? Sonuçta onlar burada yok ama tesisi gayet başarılı bir şekilde idare ediyorsunuz'' dedim.

Kevin birkaç saniye sustuktan sonra ''Sanırım haklısın'' dedi düz bir sesle.

Omuz silkip ''Evet öyleyim'' diye mırıldandım ve etrafıma bakarak yürümeye devam ettim. Birkaç adım sonra önüme üç seçenek daha çıktı. Sağ, sol ve ileriye doğru gidebilirdim. Bir an kararsız kaldım ve beklemeye başladım '' Ne yapacağım?'' diye sordum Kevin'a.

''Önce neyi görmek istersin?'' diye sordu.

Bir an düşündükten sonra ''İlaçları alıp hemen buradan gitmeyi isterdim aslında'' diye mırıldandım. Burası muhteşemdi ama zamanımız kısıtlıydı ve artık buradan çıkmak istiyordum.

''O zaman hızlı bir tur işimize yarar. Lütfen sol tarafa dön Sierra'' dedi.

Sol tarafa doğru yürümeye başladım. Sol koridorun duvarları bu sefer silahlarla doluydu. Cam çerçevenin içinde siyah kabzalı silahların olduğu bölümler vardı ve bazıları cidden bizimkilerden de eskiydi. Camlı bölmelerden birinin önünden geçerken içini inceledim. Üç tabanca ve dört tüfek duvada yamuk bir biçimde asılı duruyordu. Silahların gövdeleri beyaz bezlerle yamalıydı, tüfeklerin ise tüm yüzeyi paslanmıştı. Bunlar tesisin inşa edildiği dönemden bile daha eski olmalıydı.

İlerlemeye devam ederken daha bir sürü teknolojik silahlarla karşılaştım. Her bir bölmede bombalar veya taramalı tüfekler vardı. Taramalı olduğunu Kevin söylemişti. Tüfeklerin veya silahların yanında duran mermilerin bazıları ufacık, bazıları bir elimden çok daha uzun, bazıları ise kolum kadar büyüktü. Orada sadece silah yoktu, değişik şekilli bıçaklar da vardı. Bu bıçakların kimisi incecik, kimisi yuvarlak veya tırtıklıydı. Kevin bıçakların fırlatıldığı zaman saplandığı yeri patlattığını söylemişti.

Daha bir sürü silah vardı ama hepsinin adlarını ve şekillerini aklımda tutamıyordum ama tehlikeli olduklarını az çok anlayabiliyordum. Derin bir nefes alıp şaşkınlığımı ve heyecanımı bir kenara bırakmaya ve onca silahı neden duvarların içine koyduklarına bir anlam vermeye çalıştım. Düşünürken koridorun sonuna kadar geldim. Sağ ve solum duvarla kaplıydı ve bu sefer camlı bölmeler yoktu, düz beyaz renk duvarlar daha yeni boyanmış gibi tertemizdi. Tek hareket önümdeki metal kapıydı, zaten buradaki tek kapı olarak fazlasıyla dikkat çekiyordu. Kapı bit tıs sesiyle açılırken Kevin konuştu.

''Bu bölgede askeri mühimmatlar, yani araç gereçler saklanıyor. Bizim dilimizde buraya hangar diyoruz. '' dedi kapı yavaşça açıldı.

Kapı sonuna kadar açıldı. İçerisi tamamen karanlıktı bu yüzden hiçbir şey göremiyordum. Tereddüt etmeden içeriye doğru yöneldim ve kapıdan geçtim. Koridordan vuran ışık sayesinde az çok görünen gümüş renk zemine yavaşça bastım. Ayağımdaki botlar zemine değer değmez garip bir ses havada yankılandı. Bastığım yer metal olmalıydı ve kalın topuklu botlarım metale çarpınca ses çıkarmıştı.

Saniyeler sonra tepemde beyaz bir ışık yandı. Kafamı yukarı, benden metrelerce yüksekteki tavanda yer alan beyaz ışığa bakmak için kaldırdım. Tavan o kadar uzaktaydı ki, ışığın yayıldığı uzun lamba küçücük gözüküyordu. Nefessiz kalıp tavanın uzaklığını hesaplamaya çalışırken, yan yana beyaz ışıklar teker teker açılmaya ve önümdeki kocaman alanı gözler önüne sermeye başladı. Fark ettiğim ilk şey metal bir balkonda oluşumdu. Birkaç adım ötemde metal korkuluklar ve bir de merdiven yer alıyordu. Merdiven hem üstte hem de alt kata iniyordu. Metal korkulukların olduğu kısma gittim ve gördüklerimi hazmetmeye çalıştım.

Önümde uzun bir alan vardı. Metal balkon duvara sabitti ve bu balkon bulunduğum noktadan başlayıp diğer gördüğüm tüm duvarları da kaplıyordu. Önümdeki geniş alan devasa metal kapaklarla üçe ayrılmıştı ve üç alanda da birbirinden faklı makineler vardı. İlk bölümde otuz adet makine arka arkaya dizilmişti, rengi beyaz, şekli biraz ovaldi. İki yanında yer alan uzun demirlerin üzerinde duruyordu ve tam tepesinde dört tane, çubuğa benzer şekiller vardı. Bu sanki uçak gibiydi ama ondan çok daha küçüktü. İkincisinde ise yine aynı sayıda, metal renk makineler vardı. Bu makineler uçağa çok daha fazla benziyordu. Babamın getirdiği kitapta uzun, kanatlı uçaklardan görmüştüm. Bu ise çok daha küçüktü ve kanatları sanki hiç yok gibiydi.

Üçüncü kısımda ise tamamen demirden yapılmış, otuzdan fazla kamyon arka arkaya dizilmişti. Kamyon olduklarını tekerleklerinden anlamıştım. Tabi tekerlekleri de demirdendi ve neredeyse benim boyum kadar büyüktü. Kamyonların bir kısmının üzerinde, koridorda gördüğüm ve elim kadar büyük olan mermilere sahip taramalı tüfeklerden vardı ve kamyonun üst tarafına monte edilmişti. Bazılarının üzerinde ise uzun bir boruya benzer şeyler vardı.

Şaşkınca etrafıma bakarken gördüklerimi sindirmeye çalıştım. ''Tanrım! Burası da nedir böyle'' dedim korkuluklara tutunurken. Nefesim kesilirken şok tüm bedenimi uyuşturdu. Bunlar silahsa eğer, çeteler bize karşı gelemezdi.

''Burası hangar, askeri silahlar burada tutuluyor. Sol tarafta duranlar helikopter, insanların havada seyahat etmesini sağlıyor. Askerler ise göreve giderken hızlı olmak için kullanıyor. İkinci kısımdakiler ise savaş uçakları, tıpkı bir silah gibi mermisi var ve istediğin yeri yakıp yıkabiliyorsun. Üçüncü kısımda ise zırhlılar var. Bunlar hem askerleri taşırken koruyor, hem de ateş etme gücü sağlıyor'' dedi.

Kevin'ı dinleyemiyordum bile. Önümdeki manzara hem şaşkına çevirmiş hem de büyülemişti beni. Bunca silah güç demekti ve yanlış kişilerin eline geçerse dünya yeniden bataklığa sürüklenirdi. Çünkü kimsenin bir savaş uçağı yoktu ve bu da bizi diğerlerine karşı daha güçlü yapıyordu. Bu kesinlikle dengeleri değiştirirdi. ''Bunlardan birkaçı bizi kurtarabilir'' diye mırıldandım sessizce. Çeteleri anında yenerdik, hatta krallıklar arasında en güçlüsü biz olurduk.

''İstersen alabilirsin, buradaki her şeyi alma yetkisine sahipsin'' dedi Kevin yavaşça.

Bedenim kasılırken, aklım ve kalbim çatışmaya başladı. Hepsine sahip olmak ve çeteleri kül etme isteği dolup taşıyordu mantığım ama kalbim, onca insanı öldürmenin bizim için hiçte iyi olmayacağını söylüyordu bir yandan. Bir kez bu silahların varlığı öğrenildi mi, savaş daha da kaçınılmaz olurdu. Çetelerle değil, onları zaten yenerdik. Diğer krallıklarla olacak savaşı kast ediyordum. Doğu ve Güney kesinlikle bu silahları paylaşmak isteyecekti.

Setçe yutkunup bencilliğimi arka plana attım ve ''Başka nereyi göstereceksin bana'' diye sordum Kevin'a. Sorusunu bilerek pas geçmiştim. O da üstelememişti. Saniyeler sonra yeniden koridordaydım. Geriye doğru gittik ve üç yol ayrımına geri döndük. Bu sefer sağ tarafa yöneldik. Tıpkı ilki gibi, bu koridorun sonunda da tek bir kapı vardı. Metal kapı hızla açıldı ve yine metal bir balkona çıktım. Işıklar sıra sıra yandı. Ne beklediğimi bilmediğimden kalbimin atışını kontrol edemiyordum. Saniyeler içinde oda aydınlandı, bir an etrafıma bakıp yavaşça nefesimi dışarı doğru verdim.

Birkaç adım ileriye doğru gidip hangar kadar devasa boyutta olmasa da, yine de ağzımı açıp etrafıma baktıracak kadar büyük odada göz gezdirdim. Merdivenler, devasa balkon yine aynıydı ama bu sefer helikopter ya da savaş uçağı yerine binlerce silah gözlerimin önündeydi.

Yan yana dizilmiş on beş katlı metal raflar geniş alanın her yerini kaplamıştı. Sadece aralarında bir veya en fazla iki insanın geçebileceği kadar boşluk vardı. Rafların bir kısmında sadece tabanca yer alıyordu. Bir kısmında tüfek, bir kısmında ise daha büyük silahlar vardı. Hepsi duvarların içindeki camlı bölmelerde gördüklerimle aynıydı.

''Burası silah deposudur. Burada toplamda yüz bin kişilik mühimmat bulunuyor. '' dedi Kevin hızla.

Kurumuş dudaklarımı yaladım ve uzun raflara bakarken '' Çok yüksekteler, bir insan en üsttekilere nasıl ulaşabilir ki?'' diye sordum merakla. Raflar tavana kadar ulaşmıyordu ama bir insan boyunun altı yedi katından daha uzundu.

''Mekanik bir sistem sayesinde raflar, istendiği zaman yavaşça aşağıya doğru iniyor. Sonunda yerin altında kayboluyor. '' dedi.

Tabii, nasıl düşünmedim ki!

Burada çok fazla kalkmadan hemen koridora çıktık. Üç yol ayrımına geri geldik, sadece bir yer kalmıştı gitmediğimiz. Düz ilerlemeye başladık. Tesis çok büyük olmalıydı, hangar neredeyse bizim köy kadardı ve bunun gibi düzinelerce alan olmalıydı. Koridorun sonuna gelince durdum ve metal kapının açılmasını bekledim. Kapı açıldı, tıpkı diğerleri gibi metal balkona çıkıp ışıkların açılmasını bekledim.

Silah deposu kadar bir alandı burası da ama en son girdiğim yerden farklı olarak açık alan metal korkuluklarla ikiye ayrılmıştı. Bir tarafta Kevin'ın dediği gibi, bomba türleri yer alıyordu. Diğer tarafta ise, askerler için sıcağa ve soğuya, kurşunlara, bıçak kesiklerine ve daha ağır darbelere dayanıklı giysiler vardı. Giysiler katlanıp, yan yana yerleştirilmiş metal raflara dizilmişti. Diğer taraftaki bombalar ise yine metal raflara konuşmuş beyaz renk kutuların içindeydi. Kevin kısaca bombalardan bahsetmişti. Sis bombası, ses bombası, bayıltıcı bomba ve daha nicesi vardı. Bunları hayretle dinlerken etrafıma şaşkınca bakıyordum. Oda hangar kadar olmasa da çok büyüktü ve ucundaki elbiseler buradan ufacık gözüküyordu.

''Kevin'' dedim odadan çıkarken.

''Evet'' diye cevap verdi sıradan bir ses tonuyla.

Elimi boğazıma götürüp ''Sanırım sakinleştiricilerin etkisi geçiyor'' diye mırıldandım. Kalp ritmim artmaya başlıyor, başıma ise küçük sancılar giriyordu.

''Sierra, köşede yer alan siyah beyaz asker üniformasının yanına kadar gidebilir misin?'' diye sordu.

Bu kısımdaki duvarların içinde, eski veya yeni asker üniformaları camlı bölmelerin içine yerleştirilmişti ve Kevin'ın bahsettiği benden birkaç metre uzaktaydı. Üç adımda oraya vardım. Camlı bölmenin bitimindeki duvar hızla açıldı ve dışarı doğru plastiğe benzer bir platform çıktı. Şaşkın gözlerle plastiğin yavaşça ileriye doğru, tamda önüme gelmesini ve durmasını bekledim. Durana kadar nefesimi tuttum ve ciğerlerim nefes diye ağlayınca havanın vücuduma girmesine izin verdim.

''Tanrım, Kevin bir gün beni öldüreceksin'' diye mırıldanırken plastik platformu inceledim. Üzerinde bir şişe su ve küçük beyaz bir kutunun içinde iki beyaz hap vardı. Bir an tereddüt ettikten sonra ilaç kutusunu elime aldım ve ''Bunlar bebek için zararlı değil öyle değil mi?'' diye sordum. Diğer elim karnımın üzerine gitti ister istemez.

''Hayır, tamamen doğal bir ilaçtır'' dedi Kevin. İlaçları ağzıma atıp su şişesine uzandım ve yarım litrelik suyu bitirene dek nefes almadım.

Boş şişeyi ve kutuyu plastik bölmeye koydum ve yürümeye devam ettim. ''Daha ne kadar var'' diye sordum.

''Az kaldı, bu katta sadece birkaç işimiz daha var. Sonra ilaç bölümüne geçeceğiz'' dedi. Derin bir nefes alıp beni koridor boyunca yönlendirmesine izin verdim. Bir süre yürüdükten sonra az önce keşfettiğim yol ayrımlarının olduğu kısma vardık. Kevin durmamı veya dönmemi söylemediği için yürümeye devam ettim. Sonunda asansörün ve ilk gördüğüm yol ayrımlarının yanına kadar geldim.

''Sağ tarafa dön lütfen'' dedi Kevin.

Tereddüt etmeden döndüm ve boş duvarlara bakarak yürüdüm. Bu sefer camlı bölümler yoktu. Sonunda bir kapı daha çıktı karşıma. Kapı ben yaklaşınca açıldı. İçeri girip karanlık odaya adım attım. Işıklar tıpkı diğerleri gibi yandı. Metal balkon, meta korkuluk yine aynıydı.

İleri doru yürüdüm ve hangar kadar geniş fakat bomboş alana bakarken ''Burası da ne?'' diye sordum.

''Burası askerlerin eğitim aldığı yer Sierra'' dedi. Boş alana bakarken askerlerin nasıl eğitim aldığını düşündüm. Duvar diplerinde oturmak için sandalyeler vardı ve birkaç yere de masalar yerleştirilmişti. Onlardan başka bir şey yoktu alanda.

''Burası boş boş'' dedim kaşlarımı kaldırırken.

''Hiçbir şey göründüğü gibi değildir'' dedi Kevin. Bu sözleriyle birlikte havada garip bir ses birkaç kez yankılandı. Ardından alanın zemininde kırmızı ışıklar yanmaya başlarken, yerde irili ufaklı kapaklar açılmaya ve içinden garip cisimler çıkmaya başladı. Saniyeler içinde tüm alan camdan duvarlarla kaplanıp belirli bölgelere ayrıldı. Her bir bölgenin içinde değişik metal şekiller vardı ama hepsindeki tek ortak özellik alanların girişlerinde metal masaların bulunmasıydı.

Hey lanet!

''Burası askerlerin eğitim yaptığı yer. Şimdi aşağı in ve ilk bölgeye gir'' dedi Kevin. Gözlerimi zar zor bölgeden ayırıp yavaşça metal merdivenlerden indim ve ilk bölgenin olduğu kısma yürüdüm. Camdan bir oda gibiydi bölgeler, sadece önümde içeri girebilmek için küçük bir kapı bırakılmıştı ve tavanı da açıktaydı.

''İçeri gir'' dedi Kevin.

Korku ve panik dolu vücudumu zar zor kapıdan geçirdim. Geçer geçmez büyük bir hızla açık alanda camla kapandı. Arkama dönüp kapanan kapı bölgesine şaşkınca baktım. Cam kapı tıpkı diğerleri gibi zeminden yükselmişti.

''Beni buraya hapsetmediği söyle'' dedim hızla.

''Hayır, bu sadece bir prosedür. Şimdi önündeki masaya ilerle lütfen'' dedi.

Masaya ulaşır ulaşmaz, bulunduğum bölge hariç her yer karardı ve tam karşımda metal hedefler yerin altından çıkmaya başladı. Korkuyla kasılırken masanın üzeri sol tarafa kayarcasına açıldı ve değişik ebatlarda silahlar ortaya çıktı. Hepsi beyaz renkti. Masanın sol tarafında kulaklık ve küçük cisimler vardı.

''Şimdi kulaklığı tak'' dedi Kevin.

Kalbim delice atarken ''Neden?'' diye sordum hızla.

''Silahlarla birkaç atış talimi yapacağız. Böylece onları kullanmayı öğreneceksin'' dedi. Bir an donup kaldım, onları kullanacak mıydım? Ama buna ne gerek vardı?

''Kevin, silahım var zaten. Tek ihtiyacım olan şey ilaç'' diye direttim.

''Üzgünüm ama annen önce kendini korumanı istiyor. Eğer dediğimizi yaparsan çabucak buradan çıkabilirsin'' dedi sakince.

Sinirle kulaklığı alıp taktım. Ardından Kevin'ın talimatlarını yerine getirdim. On adet silah vardı. Hepsi de tabancaydı ama birbirinden farklıydı, hem ebat olarak hem de işlev. Biri sadece tek mermi atarken, biri beş tane birden atıyordu. Bir tanesi sadece bayıltıcı küçük toplar gönderiyordu ve bir tanesi de kare biçiminde küçük elektro şok veren mermiler atıyordu. Elektro şok insan vücuduna belirli miktarda elektrik verip onları bayıltmaya yarıyormuş. Bu öğrendiğimde şaşkınlığı gizleyememiştim. Hepsini denedim, çözmek zordu çünkü hepsinin kullanım şekli farklıydı. Yine de hepsi çok hafif ve ele uygundu. Şimdiye kadar onlar kadar iyisini görmemiştim.

Sonra diğer alana gittik. Burada bomba atma talimi yaptım. Yapmadan önce kask, kulaklık, gözlük ve koruyucu yelek giymek zorunda kaldım. Masanın üzeri yine açılmıştı ve değişik bombalarla karşılaşmıştım. İlk başta korkmuştum ama Kevin gerçekten patlatmayacağımı, aslında bombaların içlerinin boş olduğunu söylemişti. Kaşlarımı çatıp o zaman neden onlarla uğraştığımı sorduğumda ise, kulaklık ve gözlük sayesinde gerçekten de patlıyormuş gibi olacağını söylemişti. İlk denemede az daha korkudan deliriyordum. Öyle büyük bir patlama sesi olmuştu ki yere düşüp korkuyla çığlık atmıştım. Gözlüğü çıkardığımda ise hiçbir şey yoktu. Kevin buna simülasyon diyordu.

En sonunda oradan çıktık. Bir süre oturmak için duvar kenarındaki sandalyeye yürüdüm ve titreyen parmaklarımı ve bedenimi sakinleştirmeye çalıştım. ''Bir daha ki sefere'' konuşmaya başladım nefes nefese '' Bir daha ki sefere beni uyar oldu mu?'' dedim hızla.

Korkum ve paniğim geçerken sinirlerim artmıştı. Korkudan ödüm kopmuştu ve aptal adam beni uyarmamıştı bile. Ya çocuğuma bir şey olduysa? Bu düşünce panik duygumu artırdı. Birden ellerimi karıma bastırıp '' Ya ona bir şey olduysa!'' diye bağırdım.

''Merak etme, tehlikeli bir durumda değildiniz.'' Dedi yavaşça Kevin.

Tehlikeli bir durumda değil miydik? Az daha kalp krizinden ölecek olmam hiç önemli değil miydi ya da korkuyla yere düşmem bir sorun çıkarmaz mıydı? Sinirle ayağa kalkıp '' Artık o lanet ilacı bana vereceksin, ben de buradan gideceğim'' diye bağırdım.

''Sakin ol Sierra, lütfen'' dedi Kevin. Sesinin sakinliği gözlerime kırmızı bir perde çekmişti. Göz devirdim ve merdivenleri tırmanıp odadan çıktım.

''Artık yoruldum, ilacın yerini göster bana'' diye söylendim. Vakit kaybediyordum, istediğim tek şey sadece ilacı alıp gitmekti ama ben burada oyalanıyordum.

''Tamam, asansöre bin. Artık bizimle tanışma vaktin geldi'' dedi Kevin. Söylediği şeyle birlikte tenim ürperdi. Sinirim biraz yatışırken ses çıkarmadan koridor boyunca yürüdüm ve çoktan açılmış asansöre girip oturdum. Nefesimi kontrol altına alıp midemdeki yanmayı görmezden gelirken, asansör kapısının kapanmasını izledim.

Midem yeniden alt üst oldu, bu hareket ettiğimizi gösteriyordu. Gözlerimi asansör duvarındaki numaralara çevirdim. -3, -4 ve en sonunda -5 oldu. Gözlerimi sayıların üzerinde gezdirip daha ne kadar ineceğimizi anlamaya çalışırken havayı o bilindik ses kapladı ve kapı açıldı. Bir an kalbim tekledi. Kaç kat daha vardı acaba?

Ayağa kalkarken ''Sayılarımız aynı'' dedim yavaşça.

''Evet, genelde sayılar evrenseldir. Sadece okunuşları farklıdır. Elbette eski devletlerin bir kısmında sayıların yazılışı bile farklıydı'' dedi ben asansörden çıkarken.

Geniş bir alana girdim. Duvarların içi çiçeklerle doluydu. Köşede geniş bir masa ve arkasında kocaman bir amblem vardı. Masa ve sandalye bembeyazdı ve sandalyenin ayakucunda küçük metal tekerlekler vardı. Masanın üzerinde ise cam gibi bir ekran duruyordu. Cam ekranın hemen önünde, plastik olduğunu düşündüğüm, üzerinde harflerin bulunduğu bir şey yer alıyordu. Hemen yanında ise bir defter ve kalemlerin bulunduğu bir kutu vardı.

'' Kontrol merkezine hoş geldin Sierra, bizimle tanışmaya hazır mısın?'' diye sordu Kevin. Sertçe yutkunup masanın çaprazında yer alan ikili kapıya doğru kısa bir bakış attım. Buraya geldiğimden beri istediğim şeye ulaşmıştım artık. Yine de tedirgin olmadan edemiyordum. Onlar kimdi ve nasıl biriydiler hiçbir fikrim yoktu.

''Evet'' dedim yavaşça. Aslında hazır olup olmadığımı dâhil bilmiyordum. Elimi saçlarıma geçirip yavaşça sıkıp bıraktım. Nefesimi kontrol altına almaya çalışırken kapıya doğru yürüdüm. Önünde durunca açılmasını bekledim.

''Öncelikle bilmen gereken bir şey var Sierra. Biz senin düşmanın değiliz, bizden korkmana gerek yok. Bizleri annen ve onunla birlikte burada çalışanlar yarattı. Onlar için her şey olduk. Senin için de aynısı olacağız. Bu yüzden sakin kalmalı ve bizi dinlemelisin'' dedi yavaşça. Sesinin tonu düşmüş, daha anlayışlı bir hal almıştı.

Kaşlarımı çatıp ''Sizi yaratmak mı? Neden bahsediyorsun böyle!'' diye sordum hızla.

''İçeri gir Sierra, Lütfen'' dedi sorumu cevaplamak yerine.

Kapının üzerinde yeşil bir ışık yandı önce. Ardından yavaşça açılmaya başladı. Derin bir nefes alıp içeriyi görebilmek için gözümü dört açtım. Sonuna kadar açılsa da kapı, içerideki karanlık yüzünden bir şey göremiyordum. Sonunda tam karşımda bir ışık huzmesi oluştu ve o ışıklar, neredeyse duvarı boydan boya kaplayan dev bir ekrana dönüştü. Ekranda, yazılar ve tesisin belli bölümünün resimleri yer alıyordu. Ekranın önünde ise bir sürü masa vardı. Yavaşça içeri girip etrafı incelemeye başladım. İlerleyince dev ekrandan yansıyan ışık sayesinde masaları daha net görebiliyordum. Bu sayede, tıpkı duvardaki ekranın aynısının masaların da üzerinde olduğunu görebildim. Bilgisayar yoktu. Not defteri ya da kalem yoktu. Sadece dev ekranın küçültülmüş halleri masaların üzerine yerleştirilmiş gibiydi.

Etrafıma bakmaya devam ederken dev ekranın olduğu kısma yürüdüm ve tam önünde durup elimi cama benzer şeye koydum. Pürüzsüz yüzeyi sıcacıktı, tıpkı bilgisayar ekranı gibiydi. Geriye doğru birkaç adım attıktan sonra sol tarafımda bir hareketlilik hissettim. Kalbim boğazımda atmaya başlarken kafamı yavaşça sola çevirdim ve sonunda onu gördüm.

Sadece belli belirsiz orada duruyordu. Uzun ve yapılı bir erkekti. Karanlığın içine saklanmış beni izliyordu. Sonra yavaşça bana doğru birkaç adım attı. Heyecan boğazıma yapışan bir el gibiydi sanki. Nefesimi kesip gözlerimi bulanıklaştırıyordu. Daha da yaklaştı ve bana yüzünü gösterdi.

Benim giydiğim üniformanın aynısı giyiyordu ama rengi koyu kırmızıydı. Elleri iki yanındaydı ve yüzü ifadesizdi. Gözlerimi kısıp onu daha iyi görebilmek için birkaç adım ilerledim. Sanki bir şey vardı yüzünde, ışık çok azdı ve onu göremiyordum.

''K-Kevin'' diye kekeledim ister istemez.

''Evet, benim Sierra'' dedi ve bana yaklaşmaya devam etti ama fazla değil. Aramızda neredeyse on adımlık bir mesafe vardı.

''Işıkları neden açmıyorsun?'' diye sordum dikkatlice. Tedirgin olmaya başlamıştım. Bir an gözüm açık kapıya döndü. Sanki kaçmam gerekirse diye plan yapıyordu beynim.

''Sana kendimi alıştıra alıştıra göstermeye çalışıyorum ama haklısın buna vaktimiz yok. Şimdi göreceklerin seni korkutabilir fakat duygularına hâkim ol. Unutma annen ilaç bekliyor'' dedi yavaşça ve ışıklar birden bire açıldı.

Kısa siyah saçlı, uzun boylu bir adamdı ve teni inanılmaz derecede pürüzsüzdü, parıldıyordu sanki. Üniforması tıpkı tahmin ettiğim gibi benimkine benzerdi. Sonra yüzünü fark ettim. Sağ yanağında sıkıntı yoktu ama anlının sol üst tarafında yuvarlak, gümüş bir şekil vardı. Saniyeler içinde gümüş şeklin kırmızılaşmaya ve koyulaşıp tıpkı bir lamba gibi yanmaya başladığını fark ettim.

Kalbimin atışı daha da artarken konuşmaya başladı. '' Sierra benim adım Kevin. Seri numaram Kevin PR500. Bilim insanlarının en son teknolojiyle ürettiği bir asistanım. Daha doğrusu insan bedenine benzetilen çok işlevli bir aracın içine yerleştirilmiş bir yapay zekâyım. Görevim bilim insanlarına araştırmalarında yardımcı olmak, onlar için hesaplamalar yapmak ve onlar uyurken tesisi korumak. Kısacası buradaki her şey benim. '' dedi sakince.

Sanki kocaman bir duvar üzerime yıkılmış ve beni altında bırakmış gibi hissediyordum. Bedenim uyuşuyor ve kıpırdayamıyordum. Ne demek istediğini kavramakta zorlanıyordum ama insan bedenine benzetilmiş bir aracın da iyi bir şey olmadığını az çok tahmin edebiliyordum.

Zar zor cümlelerimi toparladım ve ''Anlamıyorum'' dedim kapıya doğru gerilerken.

Kevin yaklaşmayı bırakıp yerinde durdu. ''Ben insan değilim, insanların ürettiği bir robotun içine yerleştirilmiş yapay zekayım.'' Dedi. Bu sefer kelimelerine daha da fazla odaklandım ve şaşkınlığımı bir kenara atıp ne demek istediğini anlamaya çalıştım. Robot? Yapay zeka?

Kısa süre sonra sanki sert bir fırtınanın içine düşmüşüm gibi bedenim geriye doğru sendeledi. Aniden anılar beynime hücum edip bir aydınlanma yaşamama neden olmuştu ve sonunda dediği şeyin farkına varmıştım. Gözlerim ve ağzım kocaman açıldı. Ayaklarım beni tartamayacak kadar titriyordu ve her an yere düşebilirdim. Kevin... O... İnsan değildi!

Anılar beynime hücum ederken annemin ben daha küçükken geçmişteki teknolojilerden bahsettiğini anımsadım. Kocaman bir kitap getirmişti bana. İçinde insana benzer makineler vardı. Her birinden bahsetmişti. Onlara yapay zeka dendiğinden ve dünyanın gidişatını değiştiren en büyük buluş olduğunu söylemişti. Birkaç gün sonra o kitabı yeniden bulmaya çalıştığımı hatırlıyordum, kitap ortada yoktu. Odunumuz bittiği için annem onu yakmak zorunda olduğunu söylemişti. O zamanlar kitabın yok olmasına üzülsem de yakacak olarak kullanmasının garipliğini kavrayamamıştım. O sıralar fırtınalar pek yoktu ve etrafımız odunlarla doluydu.

Bu yüzden hiç inanmak istemesem dahi insanlığın en büyük icatları olan yapay zekânın ve robotların ne olduğunu biliyordum. Bana anlattıkları her şeyin sebebi bu olmalıydı, bir gün karşılaşacağımı biliyorlardı! Yine de her ne kadar biliyor olsam da burada, tam karşımda olması işleri hiç kolaylaştırmıyordu. Midem altüst olmaya başladı, başım dönüyor karşımdaki şeyi bulanık görmeye başlıyordum.

''Sen... Sen insan değil misin?'' Aslında bu bir soru değildi. Bu kavrayıştı. Cevap vermek yerine gerçeklerle yüzleşmeme izin verdi. Artık neler döndüğünü, biz demesini anlıyordum. Gördüğüm her şey oydu. Burada insanlar yaşasa makine çoktan tamir olurdu ama o bir makineydi. Doğru hesaplamalar yapsa dahi bir insan gibi düşünemezdi.

Aklım bu olayı bir türlü almıyordu, nasıl bir teneke parçası bu kadar büyük bir zekaya ve işleve sahip olabilirdi? Annem anlatırken heyecanlandığımı hatırlıyorum ama şuana dek gerçekte böyle bir şeyin olabileceğini hiç düşünmemiştim. Geri geri yürümeye ve ondan uzaklaşmaya başladım. Beni durdurmadı ya da konuşmadı. En sonunda koşarak dışarı çıktım ve koridor boyunca da koşmaya devam ettim. Asansörün olduğu kısma geldiğimde kapalı kapısının dibine çöktüm ve dizlerimi göğsüme çekip nefesimi kontrol altına almaya çalıştım.

Aklımı kaçırmama çok az kalmıştı.  

Merhaba,

 Uzun bir bölüm yazdım,umarım beğenmişsinizdir.

Teşekkürler <3

继续阅读

You'll Also Like

5.2K 703 7
"Gökte yan yana uçan iki kuş, Yerde bir ağacın sıkıca sarılmış dalları olacağız." Günlerin sonunda dünya ve cennet bile kaybolur. Ama ayrılığımızın...
28.4K 2.3K 29
TEXTİNG ASKER KURGUSU
536 142 13
K Drama Tadında Hayran kurgu.
7.3K 643 63
İstediğiniz kapaklar sadece hayalinizde mi kaldı? Endişeye gerek yok çünkü KİTAPİOS yanınızda🌟 ❤️‍🔥Siz hayal edin, biz tasarlayalım❤️‍🔥