Beni tanımayanlar buz derler.
Tanıyanlar ise ateş!
Oysaki ikisi de değilim ben
Biraz aşık, biraz yorgunum...
Biraz sen, biraz sensizim...
Aslına bakarsan hiçbir şeyim ben...
Biraz yalan, biraz gerçeğim.
...
Derler ki, bir insanın gözlerine bakarken kalbiniz göğüs kafesinizi zorluyorsa; kaybettiğiniz hislerinizi bulmaya başlarsınız. "Ne düşünüyorsun?" Gözlerimi boşluktan çekip Levent Bey'e ittim. "Gözlerin kalbe açılan ilk yol olduğunu." Omuz silkip elindeki kâğıtlara bakmaya devam etti. "Düşünmen gereken onlarca şey varken neden bunu düşünüyorsun?" Haklıydı, karnımdaki dikişleri ve ilaçlarla azıcık azalan ağrımı düşünebilirdim, Betül benim İstanbul'da olduğumu öğrendiği zaman ona ne söylemem gerektiğini düşünebilirdim, kendimi Levent Bey'den nasıl korumam gerektiğini düşünebilirdim...
Kalktı ve gitti, ben de sessizce duvarı izlemeye devam ettim. Sehpayı çekip üzerine tepsiyi koyunca biraz şaşırmıştım. "Hareket etme," diye uyardı, gören de ciddi bir hastalığım var sanırdı!
Kaşığa doldurduğu çorbayı ağzıma yaklaştırınca kaşlarımı çattım. "Ye," diyerek kaşığı dudaklarıma değdirdi ve ters ters yüzüme bakmaya başladı. Birkaç saniye sonra pes etmiştim, bir kase çorbayı elleriyle içirdi. Kendim yapabileceğimi söylemiş olmama rağmen. Tepsiyi mutfağa götürdüğünde arkasından öylece bakıyordum, eşofmanlı bir Levent Köksal gerçekten değişik oluyormuş. Üzerine takım elbiselerinin yapışmadığının kanıtı, vay canına! Bir yaşıma daha girdim.
"Levent Bey," diye mırıldandım yeniden koltuğa oturduğunda. "Ben bir şey duydum." Meraklanmış gibi görünüyordu. İki gündür bana iyi davranıyordu, bunu değerlendirmeliydim. "Ne duydun?"
"Şey, aslında duymadım. Ömer Bey anlatmadı, Levent anlatır dedi. Evlatlık verilmeden öncesi-"
Doğru düzgün cümle kuramadığım için gülümsemiş miydi? Yoksa bu bir göz yanılması mıydı? "Herkesin başına gelebilecek bir şey."
"Merak ediyorum."
"Neden?"
"Bir nedeni yok, öylece merak ediyorum işte." Hiçbir şey demeden kalktı ve merdivenlere yöneldi, ellerini saçlarının arasından geçirirken merdivenleri çıkıp gitti. Geri döndüğünde elinde bir şeyler vardı. Öylece kucağıma bıraktı ve orta sehpayı koltuğa yaklaştırarak üzerine oturdu.
Resimleri alıp tek tek bakmaya başladım. O günün tarihi ve neresi olduğu yazıyordu, bir çöp konteynerı... "İşte tüm hikâye bu," diye fısıldadı. "Hayata kış günü bir konteynerda açmak gözlerini..." Resme öylece dalıp gitmiştim, hani şeytan ayrıntıda derler ya işte oradaydı. "Bu kadın?" diyerek ona döndüm. "Evet, oydu beni doğuran kadın. Büyüdüğümde de gelirdi yetimhaneye, bir yabancı gibi başımı okşayıp giderdi ama insan bilir, hisseder. Küçükken henüz yetimhanedeyken Ömer'le oturup bakardık ve ona bu kadının annem olduğunu söylerdim. Sonra evlatlık verilince izimi kaybetti, umurumda da değildi zaten."
Trajik bir hikâyesi olduğunun farkındaydım ama sadece öylesine biri olarak düşününce bana bile ağır gelmişti. Küçücük, savunmasız bir bebeği dünyaya getirip sokağa; çöpe atmak... Son yıllarda bu olaylar artmıştı ama otuz iki yıl öncesinde, ne bileyim tuhaf geliyordu. Eskiden insanlar o konuda bile daha mantıklıydı, yani annemin anlattıklarına göre. Zengin ailelerin kapılarına veya bir cami avlusuna bırakırlarmış... Her ne kadar acımasızca da olsa da, çöpe atılmaktan iyi olacağını düşünüyorum.
"Onun nerede olduğunu biliyor musunuz?"
"Evet."
"O sizi biliyor mu?" Başını salladı ve dudaklarını birbirine bastırdı. "Nerede peki?" Sislenmiş gözlerini gözlerimle buluşturdu. "Asla olmanı istemediğim bir yerde Eylül. Boş ver, o kadından bahsetmek istemiyorum." Başımı hafifçe sallayıp hüzün çöken gözlerine bakmaya devam ettim. Resimleri alıp götürdü, ardından ellerini birbirine vurup film izlemek isteyip istemediğimi sordu. Hevesli görünüyordu. "Olur," diyerek gülümsedim, yere oturdu ve sırtını koltuğun ayak ucuna yasladı. Orta sehpanın üzerine bıraktığı bilgisayarda biraz gezindi ve sonunda bir film bulup açtı.
Not: Seni Seviyorum
Bu filmi daha önce izlemiştim, birkaç kez... Bana erkeklerin de aşık olabileceğini gösteren belki de ilk filmdi. Öleceğini anlayan bir adamın korkuya kapılıp saçma sapan şey- ler yapmadan sevdiği kadına notlar bırakması... Gözlerim dolmuştu bile, filmin sonuna kadar birkaç kez gözyaşlarımı elimle sildim. Levent Bey sonunda pes edip mutfağa gitti ve bana bir rulo peçete getirdi. Filmin sonunda yüzümün domates gibi olduğunu söyleyip gülümsedi.
"Bir yazar olsaydın," dedi ve komik bir şey varmış gibi gülümsedi. "Eminim aptal âşık bir erkekle, koca delisi bir kızın aşkını yazıp oturur ağlardın." Gülümsedim. "Neden öyle bir şey yapayım ki?"
"İnsanlar neye sahip olmak isterlerse onu yazarlar."
"Hmm... Ben yazsaydım eğer, bir aşk hikâyesi yazmazdım. Çünkü herkes aşkı yazabildiğini sanıyor, gerçek yazarlar bile ama aşk yazılmaz bence. Yani aşk... İçinden çıkılmaz bir labirent gibi, nasıl yazılabilir ki?"
"Zoru başarmak isteyenler yazar. Denemek başarmanın ilk adımıdır mimar Hanım."
"Ben yazmazdım." Gülümsedi ve derin bir nefes aldı. "Peki sen ne yaparsın?" Omuz silktim, severek yaptığım pek bir şey yoktu aslında. "Çizerim," diye mırıldandım, tek kaşı alayla havaya kalktı. Buna ben bile inanmamışken onun inanmasını beklemiyordum elbette. "Severek çizmiyorsun Eylül, sadece işini en düzgün şekilde yapmak için uğraşıyorsun."
"Levent Bey... Bana böyle zor sorular sormayın, hiçbir şey yapmıyorum severek."
"Farkındayım," diye fısıldadı, aramıza sessizlik girdiğinde biraz rahatlamıştım. Yavaşça uzandım ve çarşafı üzerime çektim, gece ağrıdan uyuyamamıştım. Belki de uyumaya çalışsam iyi olacaktı. Oluşan sessizlik beni uykunun büyüleyici dünyasına iterken onun hakkında öğrendiklerim uykumu kaçırıyordu. İnsan canının parçasını nasıl öylece çöpe atardı? Savunmasız, küçük bir bebeği öylece bırakmak... Hani söylemek istediğiniz onlarca şey olur ama sözler boğazınızda takılır kalır ya, öyle hissediyordum şu an.
Telefonu çalınca sessizce uzaklaştı, gözlerim yine ona takılı kalmıştı. Neler olduğunu bilmiyordum, bir anda birçok şey olup bitiyordu ve biz her şeyin sonunda yan yana kalıyorduk. Bunu istediğimi söylersem yalan söylemiş olurdum, o da istemiyordu. Sanki bir mıknatıs vardı ve bizi yan yana tutuyordu. Elbet o mıknatıs da bir gün daha fazlasını kaldıramayıp parçalanacaktı. O gün henüz gelmeden korku tohumlarını ruhuma serpmeyi başarmıştı...
***
Gözlerim hafifçe aralandığında üzerimde tatlı bir kırgınlık vardı. Hani huzurlu bir uykudan uyandığınızda olur ya, öyle bir şey... Koltukta değil de yatakta olduğumu fark etmem uzun sürmemişti. Yavaşça yataktan kalktığımda yüzümü buruşturdum, dikişlerim ağrımıştı. Benim kadar donuk ve hiçbir şeyin farkında olmayan bir insanın bir anda her şeyi yapabilecek hale gelmesi... Hayat tuhaftı, merdivenleri dikkatlice inmeye çalıştım. Işıklar kapalıydı, bir yerlerden loş bir ışık sızıyordu sadece.
Koltukta uyuyan adamı görünce dudağımda küçük bir tebessüm oluştu. Çarşaf dizlerindeydi, elleri karnının üzerindeydi. Gergin görünüyordu ama kâbus görmediğine emindim, yüz hatları bir kâbusun içinde sıkıştığını göstermiyordu. Evet, bu konularda tecrübeliyim... Üzerini örtüp bir süre öylece yüzüne baktım, masum görünüyordu. Tüm soğuk ve ürkütücü tavırlarına rağmen uyurken gergin bir melek gibiydi...
Berjelin üzerinde duran çarşafı aldım ve ikili koltuğa oturup çarşafı dizlerimin üzerine örttüm, uykumu iyice aldığım için burada boş boş oturabilirdim. En son onun yanında gece otururken sayıklayarak uyandığına şahit olmuştum, umarım bu sefer aynı şey olmaz. Kâbusları yüzünden olmuştu zaten her şey. Bazen Melek'in hayaletinin buralarda olduğunu düşünüyorum.
Homurdanarak arkasını döndü ve elini koltuğun sırtına attı, bir şeyler mırıldandı ama anlamadım. Dudağımdaki tebessüm genişledi, gerçekten uyurken masumdu... Akrep yelkovanı kovalarken ben ortalarına geçmiş, etrafıma zamanı örmelerini sabırla bekliyordum. "Eylül?" diye fısıldadı hâlâ sırtı dönükken, etraf aydınlanmaya başlamıştı. "Efendim?" Titrekçe çıkan sesimi duyunca hızla bana döndü. "Rüya olduğunu sanmıştım," diye fısıldayıp elini yüzüne bastırdı, ardından yastığın altına sokup kedi gibi bakmaya başladı.
"Neyin rüya olduğunu?"
"Kokunun ve üstümü örtmenin." Ardından hızla oturdu ve bana ters ters bakmaya başladı. "Sen kendi başına niye aşağı iniyorsun? Düşüp dikişlerini patlatsaydın seni mahvederdim biliyorsun değil mi!" Dengesiz olduğunu neyse ki çok önceden fark etmiştim. İnsanları tanımak önemli...
"Dikkatli indim."
"Görüyorum ama bir daha olmasın."
"Olur öğretmenim." Yüzünü yıkayıp geleceğini söyleyerek gitti, eşofmanlı bir Levent Köksal'dan daha tuhafı ne biliyor musunuz? Baksırlı bir Köksal. Poposunu kaşıyarak üst kata çıkmaya başladığında kahkaha atmamak için dudaklarımı birbirine bastırdım. Giydiği siyah atlet ve siyah baksır fazlasıyla yakışmıştı, bu düşünce bile yanaklarımı kızartmaya yetti. Ceketimi düzelttim ve yavaşça fermuarı çektim, ayağa kalkıp telefonumu aramaya başladım. Mutfak masasında bıraktığımı hatırladığımda tuvalet aynasının önünde arıyordum.
"O telefonu bırak," dediğinde şaşkın şaşkın yüzüne baktım, bir anda karakter değiştirmişti adam. "Masada telefonla oynamanı uygun bulmuyorum." Gözlerimi kaçırıp gülümsedim, saçlarım yüzümü gizlemişti. "Babam gibi davranmaya başladığınızın farkında mısınız?"
"Evet." Hayır dese şaşırırdım zaten. Telefonu bıraktım ve onun kahvaltı hazırlamasını seyretmeye başladım. Benim için özel yumurta bile yapmıştı, yumurtaya alerjisi olduğunu da anlatmıştı. Bana bir şeyler anlatması tuhaf geliyordu.
"Senin bir şeylere alerjin var mı?" diye sorduğunda düşünmeye başladım. Sanırım yoktu, bir şey dışında. Ne kadar berbat cümleler kuruyorum değil mi? Türkçe katliamı âdeta. Düşüncelerimi düzeltmeyi bırakıp konuşmaya başladım. "Arı sokmasına," diyerek gülümsedim. Bu iyi aklıma gelmişti, aşı günümü unutmasam iyi olacaktı. "O nasıl oluyor?" Ağzıma biraz yumurta atıp mırıldandım, güzel olmuştu. "Eğer arı sokarsa ve hemen acile ulaştırılmazsam ölürüm," diyerek omuz silktim sanki fazla basit bir şey söylemişim gibi.
"Boş vermişliğin tahammül sınırlarımı zorluyor farkında mısın?" Sesi yumuşaktı ama ciddi olduğunu her hâlinden anlıyordum. "Ne yapabilirim ki? Benim huyum bu." Oflayarak bir yudum çay içti. "O zaman değiştir şu saçma huylarını, böyle ciddi şeyler varsa yanındakilere söylemen gerekir! Bunu bilmeseydim ve seni arı soksaydı ne yapardım biliyor musun? Kes sesini de yürü diye bağırırdım ve sen ölürken!"
Şapşal bir çocuk gibi gülümseyip bir yudum süt içtim. "Doğru," diye fısıldadım. "Çünkü ben söyledim. Tabii ki doğru olacak," diye homurdandı.
"O yumurtayı bitir," diyerek kötücül bakışlar atmaya başladı arkama yaslandığımda. "Şiştim," diye mızmızlandım.
"İki fırın ekmek yesen anca şişersin, sus ve bitir." Göz devirip yumurtanın hepsini ağzıma attım, bana şaşkın şaşkın baktı. Ardından gülümseyerek önüne döndü. Sütün de hepsini bitirdiğimde özgürdüm, bugün de başka bir tuhaftı adam. Daha kaç defa karakter değiştirecekti acaba? İşte bugün Levent Köksal'ın çift kişilikli olduğunu fark etmiştim.
"Bıyık yapmışsın," diyerek pis pis güldüğünde peçeteyi dudağımın üstüne bastırdım ve ben de güldüm. "Ömer Bey nerede?"
"Şehir dışındaki işi halletmeye gitti ekiple."
"O iş gerçekten var mıydı? Uydurma sanıyordum."
"Uydurmaydı aslında, senin dengesiz arkadaşın araştırmış. Bazı şeyleri gerçekleştirmek zorunda kaldık."
"Ne tasarlanıyor orada?"
"Villa," diyerek omuz silkti. "Her neyse boş ver onları şimdi, öğlene ne yemek istiyorsun?" Sandalyemi biraz öne çekip iyice ona yaklaştım ve elimi alnına koydum. "Ne?" diye sordu şaşkınca, yanağına kaydırdım elimi ve 'hmm' gibi saçma sapan mırıltılar çıkardım.
"Sanırım havale geçiriyorsunuz."
"Ne saçmalıyorsun sen?"
"Ya da kafanıza saksı düştü."
"Neden?"
"Çünkü bana iyi davranıyorsunuz."
"Çünkü tam bir bebek gibisin! Ayrıca ben kötü bir adam değilim ama bazen her şey kontrolümden çıkıyor." Kızarak ayağa kalktı ve kahvaltılıkları dolaba atıp bulaşıkları tezgâhın üzerinde bıraktı. Sanırım kızgınlığı kendineydi... "Makineye atmaya yardım edeyim mi?" diye sordum, atmaya niyeti yok gibiydi. Şey duymuştum, bulaşıklar ortada kalınca şeytan yalarmış. Onu duyduğumdan beri asla dışarıda bırakmıyorum da. Ne kadar doğru emin değilim ama riske gerek yok değil mi? Düşüncesi bile iğrenç!
"Gerek yok atarlar," dedi o otoriter ses tonuyla. "Hadi, sen hazırlan."
"Neden?"
"Çünkü seni kreşe götüreceğim."
"Levent Bey!"
"Efendim? Çocuk değil misin, kreşe götürüp kafamı dinlemeyi planlıyorum." Psikolojik sorunları olduğunu bildiğim için üzerine gitmeyecektim. Yani tamam, adam deli falan değil ama hasta işte. Onun yaptıklarını normal bir insan yapmaz ya da yapar sanırım, sorun bende. Ah şu ikilemler... Lanet olası kararsızlık.
"Sadece şaka yapıyorum, hazırlan bir yere gideceğiz."
"Nereye?"
"İstediğin kadar sor, öğrenemeyeceksin ve bunu sen de biliyorsun."
"Peki kaç harfli?"
"Sekiz."
"Cehennemin dibine falan mı gidiyoruz diyorsunuz anlamadım ki?"
"Hıhım, kalk hadi." Kolumdan tutup beni kaldırdığında gözleri gözlerime çarpmıştı. "Hazırlanmak için on dakikan var. Üzerini değiştir, saçlarını rastgele bir şeyler yap ve gel."
"Bakarız."
"Beni delirtmeden çık," diyerek kaşlarını çattığında gülümsedim, adam iyi davranıyor diye sınırlarını zorluyordum. Yeni aldığımız, dizime kadar gelen bol rahat elbiseyi giydim ve koltuk altımda biten fermuarı çektim. Saçlarımı da tarayıp açık bıraktım, her ihtimale karşı tokamı bileğime takmıştım, yeşil elbisenin üzerine pembe mont giymek biraz değişik olmuştu ama moda ve tarz olmak kimin umurundaydı ki? Şahsen benim umurumda değil.
Merdivenleri indiğimde onu takım elbisesiyle otururken gördüm, bu bir tür şaka olmalıydı. Bu ne hızdı böyle?
"Hazırım."
"Sonunda." Onunla laf dalaşına tabii ki girmeyecektim. "Nereye gidiyoruz, gerçekten merak ediyorum."
"Babana," diye fısıldadı gözlerimin içine bakarken, hani sekiz harfli bir yere gidiyorduk? Gözlerimi kaçırıp titrek bir nefes aldım. Üzerime çöken hüznü nasıl dağıtabilirdim bilmiyorum, onu intiharın eşiğinde gördüğümden beri korkuyordum ziyaretine gitmeye. İyi olduğunu biliyordum, iyi olduğundan kastım nefes aldığıydı tabii... Sabırsızca bana bakıyordu. Bense kal gelmiş gibi öylece duruyordum, yanıma geldi.
"Ben bazı kararlar aldım ve kararlarıma sen de dahilsin. Kısacası kaçmak gibi şansın yok."
"Yarın gitsek?"
"Olmaz."
Derin bir nefes alıp yüzüne baktığımda gerginliğim biraz dağılmıştı. "Eylül tehlikenin farkındasın. Seni korumaya çalışıyoruz, peşimizde on tane koruma var ama olacaksa olur ve ölürsün. Başkasına da gerek yok zaten, bunu kendinde başarabilirsin! Bu yüzden erteleme."
"Tamam." Gülümsedi ve elini sırtıma yerleştirdi. "Hadi gidelim. Bu kararı aldığına pişman olmayacaksın..."