Hüzün Yağmurları-(Kitap Oldu)

By yamakk

147K 9.5K 2.5K

Kitap Adı: Hüzün Yapmurları Yazar: Burçin Çelik Sayfa Sayısı: 432 Babam... Büyüdükçe bir tarafım anladı onu a... More

Hüzün Yağmurları
1. Bölüm: SİS
2. Bölüm: Araf
3. Bölüm-Kayıp
4. Bölüm-Pas Tadı
Geçmiş Zaman Olur Ki-Karşılaşma
ARTA KALAN
Geçmiş Zaman Olur Ki-Kayıp
8. Bölüm: Kuyu
Geçmiş Zaman Olur Ki- Tamamlanmayan Parça
10. Bölüm: Acı
Geçmiş Zaman Olur Ki- Dostlukla Kesişen Yollar
Geçmiş Zaman Olur Ki- İlk Düğüm
13. Bölüm: Nefes
Geçmiş Zaman Olur Ki- Kimsesizler Mezarlığı
Part 1: Bitiş
Part 2
16. Bölüm: Yiten İnançlar
Geçmiş Zaman Olur Ki- Beni Sev
18. Bölüm: Alyans
Geçmiş Zaman Olur Ki- Bir Zamanlar
Geçmiş Zaman Olur Ki- Cem Yüzbaşı
21. Bölüm: Alışacaksın
22. Bölüm: Yar/a
Geçmiş Zaman Olur Ki- Köşe Kapmaca
23. Bölüm: Unutmabeni Çiçekleri
24. Bölüm: mektup
Geçmiş Zaman Olur Ki- Yeni Bir Yolculuk
anımsa
26. Bölüm: Emanet
Geçmiş Zaman Olur Ki- Mucize
27. Bölüm Part-2 : Vazgeçilmeyen
Geçmiş Zaman Olur Ki-Gelin Tokası
29. Bölüm: Yanılgı
Online Sipariş Linkleri
Geçmiş Zaman Olur Ki- Nikâh Defteri
geçmiş zaman olur ki-kerevet
33. Bölüm: Paye
34. Bölüm
35. Bölüm: Adım Adım
Geçmiş Zaman Olur Ki
İtiraf
Geçmiş Zaman Olur Ki-Umut Çiçekleri
Deprem
Final

Birlikte Saracağız

1.9K 174 45
By yamakk


Açık pencereden dolan sesler dışarıda hayatın başladığını fısıldıyordu. Kuş cıvıltıları ve insan gürültüsü doluyordu içeriye. Ufacık bir çocuğun çığlığı, tahtayı döven çekicin tok sesi, çok net olmayan insan mırıltıları... 'Hayat devam ediyor,' diye düşündü Berrin acı acı. Hayat devam ediyordu. Hep devam etmişti...

Kişi her ne yaşıyor olursa olsun; akrep yelkovanı takibinden hiç vazgeçmiyordu. Dünya aynı yörüngede sapmadan dönüyor, gece gündüzü kovalıyordu. Bitmek tükenmek bilmez bir devridaim vardı. Sonsuz bir döngünün içine sıkışıp kalmış gibiydi insanoğlu. Doğanın işleyişi hislerden soyutlanmıştı. Bunu bir kez daha anımsamak, acı bir tat bıraktı Berrin'in ağzında.

Cem'in onu allak bullak edip gidişinin üzerinden üç hafta geçmişti. Üç kocaman hafta, geçmem diye direnen onlarca gün... Berrin sarsılmıştı, üzgündü, rahat olmaktan uzaktı. Üç haftadır, bitmek tükenmek bilmez bir hesaplaşmanın içindeydi. Galibi yoktu... Suçlusuysa... Hesapları her daim kendi payına biçmeye alışmışken, bu sorunun kendince yanıtı da belliydi.

Düşünüyordu Berrin... Durmadan, kendine eziyet eder gibi; ama en çok da eziyetini besler gibi aynı şeyleri düşünüp duruyordu.

Cem parmağından yüzüğü çıkardığında üstünden kocaman bir yük kalkmıştı sanki, inkâr edemiyordu. Ama hemen sonrasında olanlar... O yüzüğü parmağında yorucu bir ağırlık gibi taşıdığı günlerin ardından, Cem'i suskunluğuyla karman çorman ettiği günlerin ardından, parmağından çıkan bir yüzükten değil de boynunda düğümlenmiş bir bağdan kurtulmuş gibi olmuştu. Ama sonrasında duydukları... Cem'in söyledikleri...

Karşısında aptal bir adam yoktu, en başından beri biliyordu. Ama Cem'in bu denli duygusal biri olması Berrin için sürprizdi. Onun baktığı yerden Cem hep aklı başında ve mantığıyla hareket eden biri gibiydi. Tanışıklıklarının ardından aralarında gelişen arkadaşlığın rahat tınısı adama evlenme teklifi ettirdi sanmıştı Berrin. Adamın bakışlarındaki o sıcaklıktaki sevgiyi görmüştü ama aşkı görememişti. Demek ki; kalp kendi hislerini kılavuz bilip bakıyordu karşısındakine. Ne barındırıyorsa onu arıyordu. Berrin derin bir minnet ve sevgi duyduğu adamın bakışlarından bir tek onları okuyabilmişti. Baktığı yerdendi eksiği...

Adamın dupduru dürüstlüğü ezmişti kadını. Hem hislerine karşılık verememiş oluşu hem de o hislere layık hissetmeyişi boynunu bükmüştü. Bencillik etmiş, şımarık davranmıştı. Kendine öylesine gömülmüştü ki, Cem'i gözü görmemişti. Şimdi duyduğu azap en çok bundandı.

Bir de...

Değişmeyen azabı vardı bir de...

Serdar...

İçinin düğümüne bir düğüm de Cem atıp çıkmıştı kapıdan. Kördüğüm olmuştu Berrin'in yüreği. Ya da o, öyle zannediyordu. Oysa yürek en olmaz deneni oldurur, çıkmaz denen sokakta kendi yolunu bulurdu. Yürek her daim kendi bildiğini okurdu.

Şimdi oturduğu sandalye batıyordu Berrin'e. Asıl batan ruhunun dikenleriydi, farkındaydı aslında. Ne yaparsa yapsın arınamamıştı o dikenlerden. Ne yaparsa yapsın, bir tek onları beslemiş, her daim taze tutmuştu.

Önünde duran kahve kupasındaki kahve çoktan soğumuştu. Daha güneş doğmadan yapmıştı. Uyku tutmayan bir gecenin sabahı bu kadar geç geliyordu, böyle erken başlıyordu günler. Ezanı dinleyecek, caminin yolunu tutan ihtiyarları pencereden izleyecek kadar vakti olmuştu. Güneşin doğarken gökyüzünü boyayışını da izlemişti, yükselirkenki azametini de.

Tuhaftı... O bu denli sıkışıp kalmışken, tek bir adım ilerleyemiyorken süregelen bu döngü, kendini uyumsuz hissettiriyordu. Kaldı ki Berrin alışkındı huzursuz hissetmeye. Ta yetimhaneye bırakıldığı ilk günden beri böyle hissediyordu üstelik.

Huzursuz... Uyumsuz...

Kök salmıştı bu iki duygu içine. Ne yaparsa yapsın ikisinden de kurtulup, içinde yaşadığı kalabalığa bir türlü karışamamıştı. Hayattan payına düşen yılları almış, ömrüne geçmez denen onlarca sene eklemişti. İkisi de geçmemişti.

Aynı saatlerde, aynı şehirde, bir otel odasının penceresinde, benzer sesleri dinleyen ve hemen hemen aynı şeyleri düşünen biri daha vardı.

Serdar...

Onun düşüncelerine bir de Berrin eklenmişti.

Ah Berrin...

Kadın, nasıl da içinin acısı olmuştu. Aklına gelenle burukça gülümsedi Serdar. Öyle ya, her şeyi olmuşken içinin acısı neden olmayacaktı? Üstelik sebep bile aramıyordu. Tüm olan bitenin sebebi kendisiyken, çaresiz bir uğraş olurdu bu. Berrin onun içinin acısıysa, o da Berrin'inkiydi. Biliyordu... Onlar birbirine hem çare, hem de çaresizlikti.

Başlarının üstündeki gök aynıydı. Aynı gökyüzünün altında nefes alıyor, aynı acının pençesinde kıvranıyor, düşüncelerine birbirlerini konuk ediyorlardı. Ama yetmiyordu... Yetemiyordu...



"Bir otel odasının penceresinin önüne yerleştirilmiş, tahta bir masada oturuyorum. Gözümün önünde alabildiğine uzanıyor şehir... Alışkın olduğum manzaradan uzak gördüklerim. Bu şehir bana yabancı... Ben bu şehre yabancıyım. Beni buraya bağlayan tek bir şey var, o da sensin... Nefes almaya tek bir sebebim var, yine sensin... Aslına bakarsan Berrin, seni tanıdığımdan beri pek çok şeyin sebebi hep sen oldun.

Şimdi, başlarımıza aynı gökyüzü çatı olmuşken, aynı havayı soluyorken; senin bu şehirde oluşun, bana kalmak için binlerce sebep veriyor. Tüm 'ama'lardan uzak, bunun keyfini sürebilmek isterdim. Hiçbir 'keşke'nin gölgesini düşürmeden seni sevebilmek isterdim. Ama malûm, beceremedim.

Şimdi düşünüyor musun bilmiyorum. Ama aylar önce, saçma sapan davranışlarımın ve içime kapanışımın sebebini çok aradığını biliyorum. Nasıl anlatsam ki? Günler, geceler boyunca çırpınsam sana açıklayabilir miyim, emin değilim. Beni anlamak ister misin, ondan da şüpheliyim gerçi. Anlattıklarım bir şeyleri değiştirmeye yetebilir mi, o kısmı sorgulamıyorum bile. Çünkü bunların birini dâhi senden değil istemeye, beklemeye bile yüzüm yok. Ama Berrin... Sen yine de, her daim olduğu gibi anla beni.

Benim içimdeki sevilmeye aç o çocuğu bir tek sen gördün. Ömürden aldığım onca yıl boyunca bir tek sen... Ben bile, çoğu kez görmezden geldim o yanımı. Böylesi daha kolaydı çünkü. O çocuğu, geçmişin parçalara ayırdığım odalarından birine kapadım. Bir de ben terk ettim onu.

O çocuk... Çok yaralıydı. En çok da, yaralarını nasıl saracağımı bilmediğimden görmezden geldim. O yaralar nasıl sarılırdı, seni görene kadar bilemedim.

Bir yanı biçilmişti o çocuğun... Hoyratça... Geride hiçbir şey bırakmamacasına... O yüzdendir ki, onların geçmiş saydığını ben bir türlü kabullenemedim. O yüzdendir ki, geçmişi hastalıklı bir yara gibi hep içimde taşıdım. Ben bile farkında değildim bunun.

Babam...

Büyüdükçe bir tarafım anladı onu aslında, biliyor musun? Anladı; ama asla hak veremedi. Babam içimde doldurulması imkânsız kara delikler açtı.

Böyle olurmuş, sonradan anladım. O sevilmemişlik öyle oymuş ki içimi, hepsi birer kara deliğe dönüşmüş. Öyle büyük kara delikler ki hem de...

Sonradan bildim Berrin. Ben farkında olmadan, tüm o kara delikleri sen kapat istemişim. Oysa ne büyük haksızlık... Oysa ne de büyük bir yanılgı... Tam da bu yüzden, beni ne kadar seversen sev, yetmedi. Yetiremedim... O delikler, senin verdiğin her şeyi emdi, yok etti.

Sonradan bildim Berrin... Onların çaresi sende değildi. Geçmişin çaresi sende değildi. Sen, geleceğimin çaresiydin... Çok geç anladım. Bunu anlamak için seni de kaybetmem gerekti üstelik.

Seninle geçen tüm o zamanın büyüsünü, bugün bile açıklayamıyorum. Ayaklarımı öyle yerden kestin ki, o rüya hiç bitmesin istedim. Bundandı tüm o hız, o acele... Soluk soluğa sevdim ben seni. Hep, bitecek diye korkarak. Öyle korktum ki hem de, elimden gelse her şeyi tek bir âna sığdırır, o ânı tekrar tekrar yaşardım bir ömür. Olmadı... O hız öyle başımı döndürdü ki, göremedim. Her rüyanın sonu, kâbusa gebedir; unuttum.

Her şey hep güllük gülistanlık kalsın diye beklemedim inan. Ama... Ama kavgalar başladığında...

Sana anlatamam Berrin. Gözlerinde gördüğüm her hayal kırıklığının nasıl boğazıma düğümlendiğini anlatamam. Er geç görecektin! Nasıl bir adam olduğumu, değmediğimi eninde sonunda fark edecektin. Ettiğimiz her kavga, bunun göstergesiydi. Ettiğimiz her kavga biraz daha ödümü kopartıyordu. O gün geldiğinde... Sevgine lâyık olmadığımı anladığında, ne yapacaktım? İşte ben hep, bu korkunun gölgesinde yaşadım.

Ve sonunda tüm korkularımı gerçek kıldım.

Ben hiçbir zaman senin sevgine lâyık bir adam olamadım.

Ama Berrin... Sen yine de sev beni...

Benim seni sevmekten vazgeçemeyişim gibi, sen de benden vazgeçeme.

Serdar"

Günler geçmişti. Günler, haftalar, aylar... Daha kaç ay gerekliydi bilmiyordu Serdar. Berrin'in onu affetmesi için daha kaç mevsim yer değişmeli, kaç akşam sabaha yenilmeliydi? Bilmiyordu. Kadından aldığı haber kısıtlıydı. Azra da bıkmıştı artık ondan, haklıydı. Ama çaresizdi Serdar. Kadını her gün arayıp, onun sayesinde Berrin'den haber almayı ummak zorundaydı.

Aradan geçen zaman pek bir şey değiştirmemişti. Hâlâ bir gölge gibi kadını izliyordu. Hâlâ Berrin'e mektuplar yazıp, unutma beni çiçekleri yolluyordu. Berrin'den hâlâ ses çıkmıyordu.

Serdar'ın kelimeleri de pişmanlığı gibi hiç tükenmiyordu. Durmadan yazıyordu. Yeri geliyor kendini tekrar ediyor, yeri geliyor kendine bile zor itiraf ettiği şeyleri yazıyordu. Tek temennisi Berrin'e ulaşabilmekti. Deniyordu... Elinde, yüreğinde ne varsa ortaya sürmüştü.

İlk zamanlar, uzaktan izlemeye devam etmişti kadını. Tekrar yüzleşmeye cesaret edememişti. Sonra... O adamın, ortadan kayboluşu bir parça ümit vermişti Serdar'a. Yine de uzaktan seyretmeye devam etmişti. Nihayet uzaktan izlemenin kâr etmeyeceğini kavramıştı. Son zamanlarda taktik değişmişti. Bu hâli, Berrin'i tanıdığı ilk zamanlardaki hâline benziyordu. Daha ısrarcıydı, davetsizdi; ama eskisi kadar fütursuz değildi. İstese de olamazdı. Zaman onu da değiştirmişti.

Günlerden pazardı. Nöbetinin olmadığı pazar günleri evine yakın bir kafede kahvaltı yapıyordu Berrin. İki haftadır Serdar da ona katılıyordu.

Kadın, sokağın başında belirdiğinde, Serdar kafenin karşı kaldırımında onu bekliyordu. Berrin başını adamdan yana tek bir sefer bile çevirmeden, kafeden içeri girdi. İstanbul'daki, ilk kez karşılaştıkları kafede olduğu gibi, minik bir rüzgâr çanı vardı burada da. Serdar sesini duyamamış olsa da, varlığını biliyordu. Birkaç dakika kadının yerine yerleşmesini bekledi. Sonra o da Berrin'in kafeye girerken izlediği yolu takip edip, içeri girdi.

Bu üçüncü haftaydı. Son iki haftadır, önce Berrin'in masasına yerleşmesini bekliyordu. Garson masaya uğramadan hemen önce, sessizce Berrin'in karşısındaki koltuğa oturuyordu.

İlk kez kadının karşısına çıkmaya cesaret ettiğinde, nefesini tutmuş Berrin'in tepkisini beklemişti. O hafta yanına gitmeden önce Berrin'in kahvaltısını bitirmesini beklemişti. Daha doğrusu, o masaya gitmek için kendini ikna etmesi ve cesaret toplaması uzun sürmüştü. Ne beklediğini tam olarak o da bilmiyordu; ama Berrin, tek kelime etmemişti. Sanki adam yokmuş, karşısına oturmamış, gözlerini dikmiş ona bakmıyormuş gibi; tek bir an başını çevirip de bakmamıştı. Kadının tepkisizliği Serdar'a ceza değildi. Evet, yok sayılışına içerleyebilirdi. Göze değmeyişi cesaretini kırabilirdi. Ama Serdar tüm bunlarda bile umut görüyordu. Berrin onu kovmamıştı. Daha da fenası hiçbir şey söylemeden, masadan kalkıp gitmemişti. Başını kaldırmadan kitabını okumaya devam etmişti. Aslında Serdar, kadının kitabı okumadığını biliyordu. Masada oturduğu yarım saat boyunca Berrin sayfayı sadece bir kez çevirmişti. Kadının tepkisizliğini, sözsüz bir kabulleniş olarak algılamayı tercih etti adam. Sonraki haftalar bu sessizlik, ona güç oldu.

Ertesi hafta, masaya davetsizce kurulmak için, bir önceki kadar beklemedi. Berrin, içeri girip yerleşir yerleşmez, o da gidip yine kadının karşısına oturdu. Garsonun, masada oturan ama birbirine ne bakıp ne de konuşan çifte şaşkınlıkla karışık bir merakla bakışına aldırmadan, aylar sonra ilk kez Berrin'le kahvaltı etti. Boğazından tek lokma geçemedi. İstikrarlı yudumlarla çay içtiler sadece. Serdar bakışlarını Berrin'den ayırmadı, Berrin ise adam hariç başka yerlerden.

Bu hafta içinse daha büyük beklentileri yoktu Serdar'ın. Elinde kahverengi bir zarf taşıyordu. İçeri girdiğinde, çalan rüzgâr çanının merak uyandıran sesine dönen bakışların arasında Berrin'inki de vardı. Genç kadın, adamla göz göze geldikten sonra bakışlarını kucağındaki çantasına çevirdi.

Serdar, telaşsız adımlarla Berrin'in masasına yürüdü. Kadının karşısındaki koltuğa oturup, elindeki zarfı kadının önüne bıraktı. Berrin zarfı açmadı...

Garson siparişlerini aldı, masayı donattı. Serdar'la Berrin, bir önceki haftadan birkaç lokma daha fazla yemeyi başardılar. Dudakları konuşmaya fırsat bulamasın diye, sık sık çayla ıslatıldı. En nihayetinde, aynı garson, masadaki garipliğe anlam veremeden tabakları topladı.

Berrin çantasına uzanıp, okuyamayacağını bildiği kitabı çıkardı. Neden bu kadar zordu? Adama kayıtsız kalması, yok sayması neden mümkün olmuyordu? O varken, genç kadının dünyası neden yörünge değiştiriyordu?

Evet, sessizdi Berrin. Tepkisizdi... Ama tepkisizliği çok şey demekti. Adama 'Git!' diyemiyorken, aksi gibi kendisi de gidemiyordu. Sonuçta tüm yollar yine dönüp dolaşıp ona çıkmamış mıydı? Garip bir saplanıp kalmışlık hâliydi içine düştüğü. Sanki koskoca bir evren dolaşmış, yine Serdar'a gelmişti. Üstelik yorulmuştu...

Serdar ilk kez masasına gelip oturduğunda, varlığını sadece göz ucuyla teyit edebilmiş; ama başını bir kez bile kaldırıp bakamamıştı. Cesaret edememişti. Boğazı düğüm düğüm olmuş, o ufacık kelimeyi söyleyememişti. 'Git!' demek her zaman kolay olmuyordu. Ayakları bağlanmış, uzunca bir süre oturduğu yerden kalkmaya cesaret edememişti. Onca zamanın ardından, yeniden, bir şeyi paylaşmışlardı. Sessizliklerini...

Elindeki kitabı evirip çevirirken, bakışları masada duran zarfa kayıyordu durmadan. Merak içini kemirip duruyordu. Ne yazmıştı acaba? Yine neler söylemişti?

Gelen tüm mektupları biriktiriyordu Berrin. Önce her birinde yazan kelimeleri kana kana içiyor, sonra özenle katlayıp kaldırıyordu. İlişkilerinin ilk zamanlarında, Serdar'ın kendini ona açtığı zamanlardan çok daha dürüsttü bu mektuplar. Belli ki, adam yazarken ruhunu çıplak bırakıyordu. Ve gelin görün ki, Berrin de hissediyordu. Mektupların dürüstlükleri ve samimiyetleri vuruyordu en çok Berrin'i. Satırlara sinen pişmanlık ve çaresizlik yüreğini düğümlüyordu. O satırlar bitene dek, sanki tek bir nefes alamıyordu.

Hâl böyleyken, mektubu Serdar'ın yanında okumaya cesaret edemiyordu. O satırların kendisini ne denli etkilediğini açık etmek istemiyordu. Ama diğer yandan... Ölesiye merak ediyordu.

Onları ayrılığa sürükleyen kayıplarının ardından, Berrin tek bir şeye odaklanmıştı. Kendinde pek çok şeyi yapma cesaretini, hep bu fikre inanarak bulmuştu. 'Beni sevmiyor,' demişti, 'Hiç sevmedi...'

Eğer kalp, birine aşkla mühürlendiyse; mantığın bunu fısıldadığı her defasında, o aksine inanmayı tercih ediyordu. İçinde bir yerlerde aksine olan inancını her daim taze tutuyordu. Şimdi Serdar'ın cümleleri, o umudu besliyordu. Berrin'in o yaralı yanının sevilmeye aç tarafını okşuyordu. Yaşadıkları her şeyin kocaman bir yalan olduğu yanılgısını silip atıyor, en çok da geçmişlerini aklıyordu.

Dayanamadı Berrin. Elindeki, okuyamadığı kitabı kapatıp bir köşeye koydu ve uzanıp zarfı aldı. Serdar nefesini tutup bekledi kadının tepkilerini.

Berrin önce usulca açtı zarfı. Sonra bakışları satırların üzerinde gezinmeye başladı. 'Bir otel odasının penceresinin...' diye başlıyordu mektup. Kadının bakışları kelimeleri okşadı, kelimeler kadının ruhunu... Bazen, en keskin silahlardan daha etkiliydi sözcükler. Serdar'ın onlarla kurduğu cümlelerse, Berrin'in zırhında açılan gedikler gibiydi. Adam katmanlarını kelimelere bulamış, kadının önüne seriyordu. Yavaş yavaş... Her mektupla, daha da fazlasını soyunarak...

'Benim seni sevmekten vazgeçemeyişim gibi, sen de benden vazgeçeme.'

Bakışları son cümleye değince, yutkundu kadın.

Kalbin taşıdığı umudun hiç tükenmeyişinin aksine; yaşananlar başka şeyleri tüketiyordu. Berrin'in yitirdiği inançlar gibi... Adamın sevmekten vazgeçmedim deyişine, inanamıyordu kadın. Çok istiyordu; ama başaramıyordu. Madem hiç vazgeçmemişti, onca şeyi yaşamalarının sebebi neydi? Berrin, gelecek bir bebeğin mutluluğuyla kuşanmışken, kim kâbusları doldurmuştu gecelerine? Serdar madem hiç vazgeçmemişti, Berrin'in kâbuslarıyla boğuştuğu tüm o geceler boyunca neredeydi?

Mektubu bir kez daha okudu kadın. Bakışları bu kez, adamın babasından bahsettiği satırlara takıldı. Sonra 'kara deliklere'... Doğruydu... Kadının edecek tek kelamı yoktu.

Mektubu katlayıp tekrar zarfına yerleştirdi, zarfı ise çantasına. Masadaki bardağına uzanıp, buz gibi olmuş çayını yudumladı. Sonra başını kaldırıp Serdar'a baktı. Adamın gözlerinde gördüğü umutlu bekleyiş dokunsa da, yutkunup derin bir nefes aldı.

"Ailemin öldüğünü öğrendiğinde, bana hiç nasıl öldüklerini sormadın," dedi.

Serdar, kadından duyduğu cümleyle önce şaşırdı, sonra sarsıldı. Duymayı beklediği bir şeyler olmasa da, bu... Bu bambaşkaydı. Kadının varmak istediği yerin merakı, cümlenin adama hissettirdiği utançla gölgelendi. Hiç sormamıştı. O kadar bencildi ki, gözü kendinden başka hiçbir şeyi görmemişti.

Berrin, bakışlarını adamdan çekip, eşyalarını usulca topladı. Ayaklandığında tekrar baktı Serdar'a. Şok olmuştu adam... Utanmıştı... Mahcuptu... Her hâlinden belliydi. İçindeki, adamı sarıp sarmalamaya hevesli yanı, azarlayarak susturdu.

"Ben tüm yaralarımı sensiz sardım," dedi.

Haklıydı...

Cümlenin ağırlığında ezildi adam. Yine de susamadı... Aralarında konuşulmadan duran şeyi, fısıldayarak dillendirdi.

"Sonuncusu hariç..."

Sesinde keder vardı. O keder, kabullenilmişliğe bulanmıştı. Berrin kendini toparlamaya fırsat bulamadan ekledi adam.

"Onu birlikte saracağız..."

Sesindeki inanç, o an için ikisine de yetmişti.

Berrin, kafeden çıkıp, ağır adımlarla evine ilerlerken kulaklarında o cümle asılı kaldı: "Onu birlikte saracağız..."

Continue Reading

You'll Also Like

774K 43.7K 36
Evin ise yediği tokatın şiddetiyle yere düşmüştü. Dudağının kenarı yeni bir darbe alırkende Kazım Ağa saçlarından koparırcasına tutup Evin'i kaldırmı...
755K 44.5K 65
"Hiç bir aile karesinde yerim yokmuş ki benim" Ben Buse. Buse Yalın olarak doğmuştum ve şimdi Buse Gamzeli olarak ölecektim. Bu ruhu ölmüş, bedeni ya...
58.7K 3.7K 14
Unutulmuş bir kadın, Yüzbaşı Hazal Unutulmuş. [Kurgudaki kişi ve olaylar tamamen hayal ürünü olup hiçbir kurum ve kuruluşlarla alakası yoktur]
119K 6K 21
İnsanların çoğunluğunu gıcık eden şey ebeveynlerin çocuklarının hayatlarına burunlarını soklarıydı. Avbanu'da bu durumdan gıcık alan insanlardan biri...