SİYAHIM

By vavelolas

1.3M 48.8K 4.3K

Ruhumda dolaşan, bir günlük kelebeğin cesedini ellerimle taşıdım kalbime. Parmak uçlarımla son kez okşayıp ko... More

TANITIM
*1*
*2*
*3*
*4*
*5*
*6*
*7*
*8*
*9*
*10*
*11*
*12*
*13*
*14*
*15*
*16*
*17*
*18*
*19*
*20*
*21*
Çok mu Çok Önemli Duyuru
*22*
* Önemli *
MÜJDE!!!!
*23*
*24*
*Baran Andaç Özel*
*25*
1 MİLYON!
*26*
Siyahım: Playlist
*27*
*28*
*30*

*29*

1.2K 40 22
By vavelolas


Yıldızları görebilme umuduyla kafamı gökyüzüne kaldırdığımda sadece sonsuz karanlığı karşılaştığım bir gecenin içindeydim. Tam sekiz ay, on iki gün geçmişti üstünden. Her şeyin bittiği ve aynı zamanda her şeyin başladığı o gün. Bana hiç bitmeyecekmiş gibi gelen o uzun gün. Gecenin karanlığına bile ulaşamamıştım sanki. Saatlerce yürüdüğüm sokakları, üstüme yıkılıyormuş gibi hissettiğim binaları ve kıyısına çöküp karanlık çökünceye kadar sessizce beklediğim uçurum kenarını hatırladım. Hatırladığım onca acı veren anı arasında hatırlamaktan korktuğum bir an vardı. Baran'ın hıçkırık sesleri. Uzun bir süre beni uykularımdan etmiş, tüm gücümü elimden almıştı o ses. Çığlık atarak uyandığım kabuslara sebep olmuştu. Ne kadar da acizdim... Beni öylece ardında bırakıp giden adamın gidişinden ziyade ağlayışı acıtmıştı canımı. Ondan ayrılmak kalbimi bir bıçakla deşmişti kabul ediyordum da hıçkırıkları tüm nefesimi elimden almıştı sanki. Beni bu dünyaya bağlayan güç, beni öldürmüştü bir anda. Yerle bir olmayı, mağlubiyeti gururla sırtıma almıştım ama sırt sırta tüm dünyaya karşı savaş verdiğim adamın silahını tam kalbime nişan aldığını kabul edemiyordum. Beni o silah değil, silahın Baran'ın ellerinde oluşu öldürmüştü. Beni, kehribar saçlı çocuğun onu bu kadar seviyor olduğumu bilmesi ve bunu bana karşı hep kullanması öldürmüştü. Beni o ayrılık değil, Baran'ın zamanla bütünüme sinen varlığı öldürmüştü. Asya Öztürk, hiç doğmamış gibi ölmüştü o gün. Ama ne bu nefessizlik ne de sonsuza kadar bir daha yaşayamayacakmışım gibi gelen his doğru değildi. Bitmişti. Ve başlamıştı. Bir hikaye nasıl sonlanıyorsa yeni bir hikaye doğuruyordu aynı zamanda. Asya Öztürk ölmüştü ama bir kuş konmuştu omzuna ve yeniden yaratmıştı onu. Yine yıkılabilirdim, bunun bilincindeydim. Mutluluk hala mümkündü de. Ama artık inanmıyordum balkabağının at arabasına dönüştüğü masala. Mutluluk mümkündü, mutsuzluk gibi. Ayrılıklar vardı, kavuşmalar gibi. Nihayetinde Asya Öztürk büyümüştü. Ben, büyümüştüm. O olmadan devam edebilecek kadar büyümüştüm hem de. Yeni bir eve taşınmıştım, yeni bir iş kurmuş ve kendimle yeniden tanışmıştım. Dostlarımdan, ağabeyimden uzakta, şehrin diğer yakasında mütevazi bir hayat sürüyordum. Tüm bunlar, sanki bir yere yetişecekmişim gibi, kısa bir zamanda aceleci tavırlarımla gerçekleşmişti fakat ne ağabeyim evden ayrılmamı yadırgadı ne de dostlarım işimden, çevremden ayrılmamı. Türk Dili ve Edebiyatı bölümüyle yollarımız tamamen ayrılmıştı. Kitap okumanın benim için bir hobiden ileri gitmemesi gerektiğini fark etmiştim. Kafede çalışmaktansa boş kavanozları boyamak, aynaları süslemek ve eskimiş her şeyi yeniden hayata döndürmek daha ilgi çekici geliyordu artık. Kurduğum küçük dünyada kendime göre bir iş bulmuştum aslında. Ben de zamanında defalarca ölüp ölüp dirilmemiş miydim Baran yüzünden?

Yeni boyadığım kavanoz kapağını kuruması için balkonun köşesindeki masaya bıraktım ve karanlık gökyüzünde gözlerimle kısa bir gezintiye çıktım. Uzun zamandır yıldız görmüyordum. Sanki birisi hepsini toplamış ve kimsenin bulamayacağı bir yere saklamıştı. İnsan bazen beklediği şeyle karşılaşmadığında büyük bir hayal kırıklığı yaşıyordu. Bir süredir ne zaman gökyüzüne baksam umduğum manzarayla karşılaşamıyordum. Derin bir nefes bıraktım havaya. Sessizce yutkundum sonra. Boğazım öyle çok kurumuştu ki yutkunmak bir çözüm olmaktan uzaktı. Bakışlarım masanın diğer ucundaki fincana düştü. En son iki saat önce yudumladığım ve soğuduğu için tadından tereddüt ettiğim kahveye uzandım. Düşündüğüm kadar kötü olmasa da yüzümü buruşturmaya yetmişti. Kahve fincanını yerine bırakıp yaklaşık beş saattir boyadığım kavanozlara ve kapaklarına baktım. Dudaklarımda oluşan tebessüme engel olamadım o an. Bu işi seviyordum. Güzelleştirmeyi seviyordum. Eşyalara ruh katmayı seviyordum. Maddi anlamda bana büyük getirileri yoktu elbette ama verdiği hissin tarifi yoktu. İlk olarak bu eve ilk taşındığım zamanlarda oturduğum caddedeki bir süs eşyası dükkanının vitrini dikkatimi çekmişti. Farklı boyutlarda renkli kavanozlar sıra sıra dizilmişti ve hemen altındaki rafta el işçiliği gerektiren küçük eşyalar vardı. Önünden geçerken bile insana keyif veren bir dükkandı. Daha önce çalıştığı kitapçı da böyle mutlu ediyordu ama o kitapçının insana hüzünle sarılan bir ruhu vardı. Bu süs eşyası dükkânı ise sanki neşeli bir şarkıda sizinle dans eder gibiydi. Birkaç hafta sonra da vitrinin tamamen boş olduğunu ve cama da dükkânın kapanacağına dair bir yazı asıldığını gördüm. Bu duruma öyle içerlenmiştim ki ne yapıp ne edip o dükkânı eski neşesine kavuşturmayı kendime şart koşmuştum. Bunun için annem yani Feride Toprak ile tekrar görüşmeye bile başlamıştım. Aslında tam anlamıyla onunla görüşmemin tek nedeni bu değildi. Zaman içerisinde içten içe ona haksızlık ettiğim düşüncesi zihnimi esir almıştı. Beni kızı gibi büyüten ve gerçekten hiç yaşamadığı bir duyguyu bende yaşamaya çalışan, kendince birçok acıyı yaşamış bir kadındı o. Aynı evin içinde birbirimize duyduğumuz öfke ile yaşamış ve defalarca birbirimizi kırarak yaşamıştık. Ama aslında onun öfkesi hiçbir zaman bana değildi, babamaydı. Fuat Toprak tarafından aldatılmıştı ve içinde bir yerlere sığdıramadığı bu öfkeyi geçmişi bir ayna gibi yansıttığım için bana çeviriyordu. Ona kırgındım ama onu artık anlıyordum. Eğer anlamasaydım daha kırgın yaşayacak ve en sonunda da ona daha kırgın olarak ölecektim. Zaten bu dünyada beni kıran, inciten ve yaralayan yeterince şey varken inatla ona bir yenisini eklemektense yükümü hafifletmek daha huzur vericiydi.

Telefonumun tanıdık zil sesi kulaklarıma dolduğunda düşünce bulutları bir anda kayboldu ve gerçekliğe keskin bir dönüş yapmama neden oldu. Tenime işleyen soğuk havayla birlikte balkondan ayrılıp salona girdiğimde sandığımdan daha fazla soğuğa maruz kaldığımı fark ettim. Odanın sıcaklığı usulca bedenimi gevşetirken boya bulaşmış elimle koltuğun üstündeki telefonu kavradım. Annem arıyordu. Yani Feride Toprak. Annem.

Aramasını cevaplayarak telefonu kulağıma dayadım ve beklemeden "Merhaba." dedim. Buna karşılık olarak direkt olarak konuya girmeyi tercih etti. 

"Yarın akşam yemeğine gelmeyi düşünüyorum. Eğer sen de müsaitsen. Ertesi sabah bir haftalığına yurtdışına gitmem gerekecek. Öncesinde seni görmek isterim."

Sözlerini sonlandırdığında kaşlarım istemsizce havalanmıştı. İş nedeniyle yurtdışı seyahatleri zamansız olabiliyordu ama hiçbir zaman öncesinde benimle vakit geçirmek istememişti. Özellikle birlikte yaşadığımız dönemlerde benimle vakit geçirebileceği her durum tercih listesinin dışında kalıyordu. Bu olumlu değişimi beni içten içe mutlu ediyordu. Bu konuda kendime dürüst olabilirdim.

Garip bir gerginlikle alnımı kaşıyarak "Elbette müsaitim. Özel olarak istediğin bir şey var mı? Poşe somon ya da lazanya?" diye sordum.

Telefonun diğer ucundan sıcak bir gülümseme hissettim. "Asyacığım, dilediğini yapabilirsin. Ama sonrası için güzel bir elmalı keke hayır demem." Ben de gülümsedim. 

"Elmalı kekime bayılıyorsun anne. İtiraf et." 

"Kırmızı elmadan yapılan her şeye bayılıyorum, kızım. Ama senin kekin ayrıca güzel." Sohbetimiz neredeyse yirmi dakika daha sürdükten sonra uyuyacağını söylediğinde birbirimize iyi geceler dileyerek aramayı sonlandırdık. Her şeye rağmen affetmek huzur vericiydi. Anlamak ve affetmek. Sanırım son sekiz ayda kendime ve özellikle hayata dair birçok şeyi yeniden öğrenmiştim. Örneğin bazen kişiliğimize ters düştüğünü düşündüğümüz bir duygu ya da davranış aslında kişiliğimizin eksik parçası olabiliyordu. Bu nedenle her gün yeni bir şey öğrenerek büyüyorduk. Bazen bu gelişimin farkına bile varmıyorduk ama her tercihimiz ve her davranışımız bir sonraki gün farklı bir insan olarak uyanmamızı sağlıyordu. Kendimde farkına vardığım bir şey daha vardı, her sabah dükkana giderken göz göze geldiğim insanların hayatları hakkında zihnimin içinde senaryolar yazıyordum. Kahverengi kabanlı seyrek saçlı bir adamın yanından geçerken örneğin, bakışlarındaki bıkkınlığı iliklerime kadar hissetmiş ve pek de sevmediği bir işte yıllardır çalıştığını düşünmüştüm. Daha sonra bu düşüncenin çok sığ olduğunu hissederek daha derin bir gerçek bulmaya çalışmıştım. Dükkanın önüne geldiğimde adam için vardığım sonuç sevdiği herkesi kaybettiği için yaşamaya dair pek bir amacı ve hevesi kalmaması oldu. Ne üzücü bir hayat, ne üzücü bir son.

Sekiz ay boyunca kendime dair birçok şey keşfettim. Baran'ın anılarından uzaklaştıkça kendime yaklaştım. Bu noktada Baran Andaç'ı hayatımın merkezine koyduğumu ve onsuz bir Asya Öztürk düşünemediğimi de fark etmiştim. Aşkın ve körü körüne sevmenin nihayetinde insanı getirdiği hiçlikti bu. Şanslıydım ki Baran beni bu hiçlikten kurtarmıştı. Benden giderek. Böylece onsuz da var olduğumu ve devam edebileceğimi görmüştüm. Sancılı bir süreçti fakat öldürmüyordu.

Dudaklarımı birbirine bastırarak kafamı iki yana salladım. Ona dair hiçbir şey düşünmeyecektim. Adını bile aklımdan geçirmeyecektim. Telefonumu koltuğun üstüne bırakıp balkona çıktım. Kuruyan kavanoz kapaklarının üstünü muşamba bir örtü ile örttüm ve ışığı kapatarak tekrar salona girdim. Omuzlarıma sinir bozucu bir yorgunluk çöktüğünde uykuyla daha fazla inatlaşmanın manasız olduğunu düşünerek telefonumu alarak yatak odasına doğru ilerledim. Oldukça sade ve minimalist bir odaydı. Beyaz tonlarının hakim olduğu dinlendirici bir havası vardı. Gün geçtikçe renklerle arama garip bir mesafe koymuştum. Oysa tam anlamıyla renklerle dans ettiğim bir iş yapıyorken. Ne büyük ironiydi ama... 

Ellerimde kuruyan boyalara kısa bir bakış attıktan sonra giysi dolabımdan en az odam kadar sade olan pijamalarımı çıkarttım. Onları yatağımın üstüne koyup ılık bir duş almak için banyonun yolunu tuttum. Günün yorgunluğunu atmanın en güzel yolu buydu. Özellikle sonrasında uykunun beni şefkatli kollarıyla sarmaladığı an belki de dünya üzerindeki en hafif şeye dönüşüyordu ruhum, boşluğa... İşte benim için artık yaşamak bu anlama geliyordu. Asya Öztürk için yaşamak, Baran Andaç'ın gidişinden sonra, mutluluğu hayatın küçük detaylarına sığdırabilmek anlamına geliyordu. 




Uzun bir aradan sonra tekrardan merhaba. Böyle uzun süre ortalardan kaybolmak elbette tercihim değildi fakat anlayışınıza sığınıyorum. Özellikle Siyahım'ı aylarca bekleyen ve sabreden herkese çok teşekkür ediyorum. Beni tekrar yazmaya cesaretlendiren sizlerdiniz. Umarım bölümü beğenirsiniz. Siyahım'ı beş yıldır yazıyorum ve ben hayata artık bambaşka bir pencereden bakan bir insanım. Beş yıl önce yazdığım Asya nasıl dünyaya daha romantik bakıyorsa şimdi kaleme aldığım Asya daha mantık çerçevesinde bakıyor. Bu nedenle karakter gelişimini göz önünde bulundurmanızı ve Siyahım'ın yalnızca romantik bir aşk hikayesi anlatmadığını bilmenizi istiyorum. Lütfen yorumlarınızı ve düşüncelerinizi benimle paylaşın. Herhangi bir konuda Instagram'dan antexvorte kullanıcı adıyla bana ulaşabilirsiniz. Sağlıcakla kalın. :)

Continue Reading

You'll Also Like

585K 24.6K 44
30-50k izlenen Yağız her gün yayın açar, Sohbet eder ve korku oyunları oynar. Işıl ise o yayıncıya aşık bir kızdır. Işıl habire yağıza Instagramdan y...
196K 3.6K 20
༺༻ Bütün hakları saklıdır "Ben geldim" Gülümseyerek ve son harfi uzatarak kurduğum cümle ile o da gülümsedi. Sandalyesini biraz masadan geri çekti...
269K 22.4K 23
"Kalmam için bir sebep olması lazım." dediğinde, Leyla'nın sesi titriyordu. O Leyla'ydı, başka kimse değil. Daha on sekizinde tazeyken, Kınalıtepe'ye...
3.3M 119K 65
Berdel'e kurban gitmiştim. Hiç tanımadığım, bilmediğim bir adamla evlendiriliyordum. İkiz erkek kardeşim yerine ben hayatta kalmıştım, ben yaşamıştım...