45. Bölüm (30.07.20..)

6.7K 425 144
                                    

30.07.20..

"Hayatımda hiçbir şeyin düzene girmeyeceğimden emindim artık. Yalnızdım... Ruhen o kadar çok yalnızdım ki... Ve sen Selim artık hayatımda olmayacaktın. Her geçen gün ise bu düşünceme daha çok inanıyordum. Yine de seni özlüyordum, bir gün karşıma çıksaydın keşke... Bazen sarılmana o kadar çok ihtiyacım oluyor ki... Hem de fazlasıyla...

Soğuk hastane odasına ara ara gelen abimlerden başka kimsem yoktu. Yan tarafımda yatan hastanın ise her gün ziyaretçisi oluyordu ve ben üzülüyordum bu duruma. Tedavi olmak istemiyordum, artık aldığım fizik tedavilerden fazlasıyla sıkılmıştım, her ne kadar yürüyebilsem de eskisi gibi değildim. Bastonsuz yürüyemiyordum. Doktorlar zamanla bu durumun düzeleceğini, eskisi gibi olacağımı söyleseler de ben düzelemeyeceğime kendimi inandırmıştım. Hiçbir işi başaramayan birisiydim ben. Zayıf bir karakterdim.

O gün elimdeki bastonları yere atarak yürümeye çalıştım ve odada ki; abimin benim için getirdiği aynanın karşısına geçerek uzun zamandır bakmadığım yüzüme baktım. Solgundum, hem de çok... Her an bayılacakmış gibi bir halim vardı. Sonra elim kazadan sonra alnımın sağ köşesinde oluşan fazla derin olmayan yara izine gitti. Düz bir çizgi halinde bulunan, küçük yara izinde elimi gezdirdim ve ağlayarak odada bulduğum sert bir cismi aynaya fırlattım. Ayna büyük bir gürültüyle parçalanıp yere saçılırken odaya iki hemşire endişeyle gelmeye başladı.

"Ne oldu burada?.."

Bana sorulan tüm soruları görmezden geldim. Yan tarafımda yatan hasta ise beni şikayet ederek benim yaptığımı söyledi. Haklıydı, korkuyordu... Delirmiş gibiydim... Bir an önce bu boğucu havadan, tüm bu seslerden, uğultulardan kurtulmak istiyordum. Kolumdaki serumu sertçe çekiştirmeye başladım. Hemşirelerden biri yanıma gelerek "Ne yapıyorsunuz?"dedi beni durdurmaya çalışarak ama ben çekiştirmeye devam edip serumu çıkarmıştım sonunda. Birden kolumdan aniden sızan, koyu renk kan damlaları yere damlamaya başlamıştı, kolumun üzerine bastırılan yumuşak pamuğu hisseder hissetmez odadan zoraki adımlarla çıkmaya çalıştım bu sefer. Gelen iki hemşirede önüme geçerek "Çıkamazsınız!"dediler. Görmezden gelerek onları ittim ve bulunduğum servisin koridoruna çıktım. Hemşirelerden biri koluma girip beni durdurmaya çalışıyordu ve diğeri ise diğer sağlık personellerine haber veriyordu. Önümde biriken topluluğu yarmaya çalışarak bağırdım. "Bırakın beni! Gideceğim buradan!" Ama beni dinlemeyip gitmemi engellediler. En sonunda ağlayarak çığlık atmaya başlayınca doktorlardan biri "Bırakın!"dedi.

"Ama hocam..."

"Gitmek istiyorsa gitsin. Zorla tutamayız ya... Refakatçisine haber verilsin yalnızca. Refakatçisi gelene kadar da beklesin."

Abime haber verileceğini duyduğumda ayağa kalkarak elimin tersiyle gözyaşlarımı sildim ve "Yalnızca bahçeye çıkmak istiyorum. Geri döneceğim."dedim kısık bir sesle.

"Keşke güzellikle söyleseydin."

Doktora cevap vermeyip servisten, bir hemşirenin yardımıyla çıkarak merdivenleri zoraki adımlarla inmeye çalıştım. Bahçeye çıktığımda banklardan birine oturarak hemşireye, tek başıma kalmak istediğimi söyledim ve onun beni yalnız bırakmasıyla sıcak havanın sessiz esintisini, kuşların cıvıltılarını dinledim bir süre. Sonra dudaklarımdan bu kelimeler istemsizce firar etti. "Ölmek istiyorum, yaşamak istemiyorum artık. Keşke ölebilseydim..."

"Çok nankörsün."

Hızla kafamı yanımda oturan küçük kıza çevirdim. O da benim gibi hasta önlüğü giyiyordu, boynunda bir maske vardı ama yüzüne takmamıştı ve başında ise desenli bir bonesi vardı. Ne zaman yanıma oturmuştu haberim bile yoktu. Bomboş gözlerle ona bakıp "Ne?"dedim sadece anlamamış gibi. O ise gözlerini gözlerimden ayırmıyordu, gayet ciddiydi.

"Çok nankörsün dedim."

"Neden nankörmüşüm?"

"Sana yaşaman için bir ömür bahşedilmişken ölmek istediğin için..."

"Benim neler çektiğimi bile bilmiyorsun?"

"Benim kadar acı çekmiş olamazsın."dedi başındaki boneyi çıkarırken.

O an, o küçük kızın saçlarının olmayışını fark ettiğimde kalbimde daha önce hiç hissetmediğim bir duygu  oluşmuştu. Kalbim bir anlığına durdu sanki. Bu his acı vericiydi ama tüm acılardan farklıydı da.

"Ben lösemi hastasıyım." Şok içinde kalakalmıştım. Ne diyeceğimi bile bilmiyordum. Böyle bir durumda ne desem doğru olurdu?

Küçük ellerini başına götürerek "Altı yaşından beri saçlarım yok,"dedi masum masum. "Kullandığım ilaçların yan etkisi sebep oluyormuş..."

"Çok üzüldüm,"dedim gözlerim yeniden dolmaya başlarken. Sesim kısık çıkmıştı. Üzgün olduğumu yalnızca kelimeler yoluyla aktarabiliyordum. Başka nasıl anlatabilirdim, bilmiyordum.

"Üzülme, alıştım artık..." Gülümseyerek bana bakınca ben de gülümsedim ve ister istemez yeniden ağlamaya başlamıştım. Ben başımı eğerken, o minicik ellerini yüzümde gezdirerek "Ağlama,"dedi ve hıçkırıklarıma sebep oldu bu sefer. Sesi o kadar masum, o kadar içtendi ki... "Sadece sana verilen bu hayat için şükret."

"Özür dilerim,"dedim. Çünkü bunu söylemek zorundaydım. Ölmek, kelimesini onun aklına ben getirmiştim. "Ölmekten bahsettiğim için..."

Elindeki meyve suyu kutusunu bana göstererek üzerindeki rakamları gösterdi. "Bak,"dedi yine aynı masumlukla. "Her şeyin bir son kullanma tarihi vardır. Bizim de var... Tıpkı bu meyve suyunun son kullanma tarihinin olduğu gibi. Karar baştan verilmiştir..."

Bu küçük kız o kadar olgundu ki... Benden daha fazla yaşamayı hakettiğini düşünüyordum artık. Daha fazla ağlıyordum, o an yalnızca onu ve çektiği acıları düşünüyordum. Kazadan sonra ben bile o kadar acı çekmişken, onun acıları... Ama o ağlamıyordu, aksine mutluydu ya da öyle göstermeye çalışıyordu. Gözlerindeki yaşama sevincini ise görebiliyordum ve bu sevincini benimle paylaşmak için sabırsızlanıyordu. 

"Lütfen ağlama artık... Annem, babam da başlarda çok üzülüyorlardı ama sonra alıştılar. Çünkü doğal bir şey bu... Ölmemiz gerektiği için ölüyoruz, gitmemiz gerektiği için gidiyoruz..."

"Yaşayabilmen için her gün Allah'a dua edeceğim."dedim içten bir şekilde gözyaşlarımı silerken ama o başını olumsuzca salladı.

"Doktorlar artık az bir ömrüm kaldığını söylüyorlar."

"Ama her şeye rağmen bir umut vardır, değil mi?"

Bu sefer onun gözlerinin dolduğunu görebiliyordum. Umudunu kaybetmişti artık... Çünkü o diğer çocuklar gibi yeterince oynayamamış, gülememiş, koşamamıştı... Belki de hiçbir zaman bunları yerine getiremeyecekti. Gözünden bir damla yaş aktı sessizce ve yanağında derin bir yol çizdi.

"Lütfen bana umut verme. Alıştım diyorum ve ölüm bana yakın... Kimsenin suçu değil bu, olması gerektiği için böyle... Tıpkı suyun yolunu bulması gibi, rüzgarın esmesi gibi... Doğal bir şey... Ve benim tarihimde geliyor... Evrenin saati böyle işliyor... Ve bu saati değiştirmek imkansız."

Sımsıkı sarıldım ona sımsıkı... Ondan ayrıldığımda ise gülerek "Saçlarına dokunabilir miyim?"diye sordu, konuyu değişmek ister gibi. Ben mutlulukla başımı salladığımda minicik ellerini saçlarımda yavaşça gezdirerek "Çok güzeller, yumuşacıklar..."dedi. "Eski saçlarıma çok benziyorlar." Elleriyle başını gösterdi. "Benim saçlarım da sarıydı ve onların uzun olmasını çok severdim."

O an, ona söylemesem de kararımı vermiştim. Saçlarımı biraz daha uzattıktan sonra onun için kestirip, peruk yaptırıcaktım. Çünkü bu Nisan için değerdi...

Bana yeniden yaşama sevinci verdiği için ise ona daima minnettar kalacaktım. O yaşamak istiyordu, ben ise ölmek... Tamamen nankör ve bencildim. Artık ne olursa olsun iyi bir insan olmak için yaşamak istiyordum ve Nisan'a elimden geldiğince destek olmak istiyordum. O bana bugün bir umut vermişti ve benim de ona bir umut vermem lazımdı."

BÜYÜK ADAMIN KÜÇÜK AŞKI (Tamamlandı)Where stories live. Discover now