/Can

54 2 1
                                    

Karanlık.

Çok karanlık.

Oysa sabah oldu demişti annesi. Odanın önünden her geçişinde kapısına vuruyor, "Hadi kalk!" diye bağırıyordu. Madem öyle neden bu kadar karanlık. "Neden olmasın" diye mırıldandı kendi kendine. Zaten her gün karanlık değil miydi? Evet, her gün karanlıktı, karanlık değilse de sisliydi.

Birbirleriyle ölesiye kavgaya tutuşmuş kargaların sesini duydu, hemen ardından, açlıktan sahildeki evlerini bırakıp buralara kadar gelmiş martıların yakarışları geliyordu. Yorganı üzerinden atıp yataktan sarkıttı bacaklarını en sonunda derin bir iç çekti, kendine gelmeye çalıştı. Sonra bütün iki ayaklı canlılar gibi ayakları üzerinde dikildi, yerdeki telefonunun üstüne basıp çıktı odasından.

"Vay Can hazretleri uyanmışlar" dedi ablası, kapının önünde topuklu ayakkabılarını giymeye çalışıyordu. Ablasını görmezden geldi, tuvalete girdi.

Kanlanmış gözlerini aynada gördüğünde kendinden ürktü, tuvaleti vardı ama bir anda kaçtı. Göz kapaklarına kadar uzanmış griye çalan açık kahverengi saçlarını taradı, yüzüne birkaç kez su çarpıp göz pınarlarında yuvalanmış çapaklardan kurtulmaya çalıştı. Kimse gerçekten onun yüzüne bakmadığından, kimsenin umurunda olmadığından, nasıl göründüğünün bir önemi yoktu. Gerçi bu durum geçen yıl bir süreliğine tersine dönmüştü. Geçen yıldan kalan bu anılar ne zaman aklına gelse midesini bulandırıyordu.

Tuvaletten odasına geçerken soyunmaya başladı. Okulun yakasız formasını giydi. Siyah, yırtık dar paça kot pantolonunu geçirip siyah kemerini taktı, her gün giydiği siyah zemin üstüne beyaz çizgili uzun kollu hırkasını geçirdi üstüne. Siyah perdeyle kapadığı odasının camını açtı, gözlerini yakan güneşe sövdü. Ayaklarını sürüyerek çıktı odasından.

Ablası çoktan çıkmıştı evden, annesi ise yatak odasında dikiş makinesinin başına oturmuş pantolon paçası yapıyordu. Babası ilk felcini geçirince annesi terzi dükkanını kapatıp evde dikmeye başlamıştı. Uzaktan izledi annesini biraz sonra saatine baktı, şimdi evden çıkmazsa okula geç kalacaktı. Mutfak masanın üstündeki kırmızı elmayı yemeye başladı. "Can! Evden çıkmadan babanın gece ortezlerini çıkarır mısın?" diye bağırdı annesi.

Can, ayaklarını sürüyerek gitti salona. Felçli babasına uzaktan baktı bir süre. Salondaki bütün camlar açık olduğu halde dün geceden kalan idrar ve kusmuk kokusunu duymamak mümkün değildi. Genzi yanıyor, zor yutkunuyordu. Yine de rahatsız olmuş hissetmiyordu kendini. Çünkü dışarısı, bu odadan daha kokuşmuş gelirdi hep.

Onca insanın gelip geçtiği sokaklar... Geceden korkan, yağmurdan kaçan kendini en değerli gören o insanların ayakları altında ezilen kanserojen asfalt, o asfaltta uçuşan plastik poşetler, üzerinde erimiş sakızlar... Egzoz dumanları, sigara dumanları, fırınların bacalarından çıkan kara dumanlar hepsi bu kokuşmuş insanların zevki için vardı, hepsi en sonunda insanlığın sonunu getirecekti. Evet...

"Günaydın baba" diye mırıldandı ona boş gözlerle bakan adama. Adamın bacaklarına giydirilmiş metal aparatları çıkardı. "Bugün fizyoterapistin gelecek. Onu çok yorma olur mu? Annemi de..." iki elini beline koydu salondaki duvar saatine baktı. "Okula geç kalacağım" diye mırıldandı. Müdür yardımcısı tarafından azarlanmaktan nefret ediyordu.

Odaya, annesinin yanına gitti. "Ben çıkıyorum" dedi, kadını yanağından öptü.

Siyah bez ayakkabılarını giydi. Asansörün düğmesine basıp beklemeye başladı. Beşinci kattan gelen asansörde kötü makyajlı market kasiyeri komşuları vardı. Telefonuna bakan kadınla tek kelime konuşmadılar, birbirlerinin yüzlerine bile bakmadılar. Kadının onun varlığını hissettiğinden bile emin değildi. Görünmez olduğu anlardan biriydi. Kadının sabah sabah çiğnediği sakızın sesini duymamak için kulaklıklarını taktı, telefonundan Kalafina'dan "Lacrimosa" şarkısını açıp telefonu hırkasının geniş cebine attı.

Binanın önüne bağladığı bisikletini aldı, ıslak seleye oturmadan okula doğru bisikletini sürmeye başladı. Yüzüne vuran soğuk rüzgârlar burnunu sızlatıyor, gözlerini yaşartıyordu. Rüzgârı daha fazla hissetmek için hızını arttırdı. Pedalları gittikçe daha hızlı çevirmeye başladı. Rüzgar alnını örten perçemleri uçuyor alnını ortaya çıkarıyordu. Kalbi gittikçe hızlandı. Doğan güneş ne sokakları kurutabilmişti ne de dünyayı ısıtabilmişti. Soğuktan çatlayan elleri ile bisikletin direksiyonunu tutmakta zorlanıyordu. Rüzgârda uçmakta zorlanan sineklerden biri istikametinden şaşıp yüzüne çarptı. Nefesi kesildi, dengesini kaybetti, okula yüz metre kala bisikleti ile asfaltta sürüklendi. Yırtık pantolonundan görünen dizi kanıyordu, sırtını okulun önüne park etmiş bir arabaya çarparak durmuştu. Acıyla soluyordu.

O gün okul bahçesinde nöbetçi olan edebiyat hocası koşarak yanına geldi. "Can iyi misin? Çok fena düştün!" dedi, öğrencisinin yanına çömeldi, çocuğu kaldırmak için kolundan tuttu.

"İyiyim hocam" dedi Can. Kolunu hocanın iki avcunun arasından kurtarıp, kendi kendine kalktı ayağa. "Teşekkürler" diyerek bisikletini kaldırdı yerden. Hafif topallayarak okulun bahçesinden içeri girdi.

Adam, bu cılız çocuğun bu kadar sert bir düşüşten sonra nasıl hiçbir şey olmamış gibi ayağa kalktığına hayret ederek olduğu yerden kıpırdayamadı bir süre.

SAHNE [G×G] [B×B]Where stories live. Discover now