Bölüm 3

18.5K 788 119
                                    

Geriye tek bir sorun kalmıştı: Tabuttan nasıl çıkacaktım? Kolum ve bacaklarım çürümüş ve mantıken ÖLÜ olduğum için solgun ve halsizdim. Zar zor tabutun kapağını araladım. Kimse tabutla ilgilenmiyor, bir deftere benim hakkımdaki düşüncelerini (tabi o yapmacık insanlar o yapmacık, plastik, bezelye kadar beyinleriyle ne düşünebilirlerse) yazıyorlardı. Uzun bir kuyruk oluşmuştu.

Bütün gücümü toplayıp tabutu yavaşça açtım. Tam tabuttan çıkarken kendinden büyük bir lolipop yiyen beş yaşlarındaki çocuğu farkettim. Bana iri yeşil gözleriyle bakıyordu ve ''ANNEEE!!!'' diye bağırıp kaçtı. Kendimi hemen çimenliğe attım. Tepkiler tabuta yöneldi. Lanet olası velet! Papaz tabuta yöneldi. Ben ise tabutun üstüne konduğu masanın altında saklanıyordum. Papaz tabuta bakıp ''Ufaklık oyun oynuyordu, böcek falan gördü herhalde.'' deyip sırıttı. Herkes işine devam etti. Çocuk, korkudan konuşamadığı için gördüklerini de söyleyemedi. Seni gafil avladım velet!

Sürüne sürüne masanın altından çıkıp oradan uzaklaştım. Bir süre sonra ayağa kalktım ama geri yere düştüm! Ölü olmak bana yaramamış. Mezarlığın etrafındaki korkuluklara tutuna tutuna yürüdüm. En sonunda ana caddeye çıkabilmiştim. Ama sonra dışarıda da beni tanıyabilirler diye ağaçların ve çalıların arasından yürüdüm.

Babamla bir süre yaşadığım o depoya gittim. Anlaşılan olanlardan beri kimse buraya gelmemişti. Neredeyse 10 yıl geçmişti. Bir süreliğine burada yaşayabilirdim.

Paraya ihtiyacım vardı. Bu kıyafetlerle insanların arasında dolaşamazdım. Birden babamın bir kasası olduğu aklıma geldi. Kasa eski püskü puantiyeli bir örtünün altındaydı. Başka bir sorun daha! Kasanın şifresi neydi? Babam bana bunun hakkında tek kelime etmemişti. Kasayı da bir ara oradan para aldığını gördüğüm için biliyordum. Babamın saklayacak çok parası vardı, kumardan çok kazanıyordu. Bazen depoda poker geceleri düzenlenirdi. Doğruyu söylemem gerekirse ben de fena sayılmam, oynamasam da izleyerek bir şeyler kaptım yani.

Basit şifreler denedim: 1-2-3-4? 2-5-8-0? Ya da babamın tuttuğu takımın kuruluş tarihi 1892? Tamam, saçmaladım. Babam zeki bir adamdı. Böyle basit şifreler kesinlikle koymazdı. Babam için önemli bir şey olmalıydı şifre...ve tabi kimsenin bilemeyeceği bir şey... Yoksa? 1998 mi? Evet, 1998! Hayatımın karardığı o yıl. Babam sandığımdan daha zekiymiş. Zekamı ondan almışım kesin.(!) Kasada yüklü miktarda para vardı! Beni en az 3 ay idare ederdi. Yanıma yüz dolar aldım. Doğruca bit pazarına gittim.

Küçükken annemle bit pazarına giderdik. Paramız olmadığından değil, birçok eşya ilgimi çektiği için. En sevdiğim oyuncağımı da bir bit pazarından almıştım. Tavşanım Ponco. O pembe tombik tavşan. Kim bilir şimdi nerededir.

Pazardan bir kaç kıyafet seçtim. Elbetteki koyu renkte. Önünde ''BAD GIRL'' yazan bordo bir tişört (tam da beni anlatıyor) , siyah bir hırka, siyah bir bere, siyah spor ayakkabılar ve siyah bir tayt aldım. Yakındaki bir kafeye yöneldim. İsmini söyleyemiyorum bile. Neydi? Herneyse. İnsan sıradan bir kahveyi 6 dollara mı satar? İçinde ne var? Tek boynuzlu at çişi falan mı? Neyse tuvalete girdim. Sanırım kazandıkları bütün parayı tuvalet için harcamışlar. İçeride şeftali kokulu mumlar, güzel aydınlatmalar ve otomatik musluklar vardı. Bir an öyle güzel geldi ki sanki tuvalet benimle konuşacaktı. Huhu! Amber! Kendine gel!

İlk önce elimi yüzümü yıkadım. Sonra tuvaletlerden birine girdim ve üstümü değiştirdim. Hırkanın kapişonunu kafama geçirip dışarı çıktım. Sokaklar oldukça kalabalıktı. Umarım kimse beni tanımazdı. Bir anda rüzgar esti ve kapişonum açıldı! Hay benim şom ağızıma! 13 yaşlarında çatlak bir kız beni tanıdı! ''HEY! SEN AMBER CROSSWILLSİN! SEN ÖLMEMİŞ MİYDİN?!'' Panik oldum ve hemen koşmaya başladım. Koşarken önüme bakmadığım için birine çarptım ve onunla birlikte yere yapıştım. Bir an bakıştık. Masmavi gözleri bana gülümsüyordu. Bana Luke'yi anımsattı. ''Hey, yavaş... Acelen mi var?'' dedi yumuşak bir sesle. Ben de ''Evet, acelem var! Sorun mu var?!'' diye çıkıştım. Acaba fazla mı sert davranmıştım? Aman boşver! Ben kötü bir kızım!

''Üstümden kalkmayı düşünmüyor musun?'' dedi ukala bir sesle. Bense çocuğun gözlerine dalmıştım. Sonra kalktım. ''Hey özür dile bari?!'' dedi. ''Sen bana çarptın! Ben mi sana çarptım?! Asıl sen özür dile!'' diye bağırdım. Aslında olaya baktığımızda ben ona çarpmıştım. Banane? Özür dilemesem hayatımda bir şey değişmeyecek. Hem o orada durmasaydı ben ona çarpmazdım. Hıh! Tamam, saçma bir savunma oldu bu. Sırıtıyordu. ''Tamam, özür dilemek için sana bir kahve ısmarlasam?'' dedi. Diğer türlü beni rahat bırakmayacağını düşündüğüm için kabul ettim.

O 6 dollara kahve satılan yere gittik. Tamam, adamlara haksızlık etmişim, kahveleri o kadar da sıradan değilmiş. Galiba içinde gerçekten tek boynuzlu at çişi var.

Kötü Kızlar ÖlmezWhere stories live. Discover now