Şimdi yerdeki cesaret kırıntılarını toplamaya çalışırken bile ürkekçe eğiliyordum yere. Korkularım bana galip geleli uzun zaman oluyordu.
Hayat beni bir korkağa çevirmiş, bu hastanenin içine hapsetmişti.

Chan telaşla elini sallamaya başladı.
"Dürbünümü atar mısın Rosé, eminim Jungkook birazdan gelecek. Kaçırmak istemiyorum."

Gülümsemeye çalıştım. Bir ayağımı ağacın çıkıntısına koyup, dürbünü ona doğru attım.

Jungkook hastaneye gelmeyeli bir hafta oluyordu. Jihyo'nun deyimiyle yedi bitmiş gün. Bu az bir vakitmiş gibi görünsede, onun yolunu gözleyen çocuklar için uzun ve bir gönüllü için tehlikeli bir devamsızlık süresiydi.

Neden gelmediğini bilmiyordum. Bayan Jeeun bir bilgisi olmadığını söylemişti. Hastaneden ayrılmış olsa bile buna dair bir bilgi yoktu. Kimse bir şey bilmiyordu. Aslında ben ve çocuklardan başka Jungkook'un peşine düşüp, onu bekleyende yoktu.

Niye gelmediğini ve burayı bırakıp bırakmadığını o kadar fazla merak etmiyordum, fakat içinde bulunduğumuz durumda yok sayamıyordum.

Sadece sonunda kaçıp gitmiş gibi geliyordu bana. Son yaşananları bahane edip kaçmış.
Oysa o ve diğerlerine, o gecenin sonrasında hiçbir olumsuz şey olmamıştı. Ben dahil kimse ona bir kelime dahi etmemişti.
Bay Kang'la bizzat konuşmuş, sorumluluğu bile üstlenmiştim. Yaptıkları şeyin hesabını ben tek başıma vermiştim.

Sorun bunların hiçbiri değildi belki de. Sonunda dediğini yapmış ve gitmişti.
Ve ben yanılmak istesemde, Jungkook'un yokluğunun devamlı olacağını düşünüyordum.

Aniden gelmemeye başlayan hiç kimse, geri dönmemişti. Kafamı kaldırıp dürbünü gözüne yapıştırmış Chan'a baktım. Onlara bunu nasıl söyleyeceğimi seçmek oldukça zordu. Jungkook'u resmi olarak kafalarına Lord diye kazımışlar, fazla çok fazla sevmişlerdi.
Bu kadar kısa zamanda onları kendine bu kadar bağlamış olmasını aklım almıyordu.

Beş gündür onun gelip ağacımıza bir kurdele bağlamasını bekliyorlardı. Onun için hazırladığımız bir sepet rengarenk kurdelemiz vardı. Kurdele kesmekten yorulmuş, onların ümitli bekleyişi canımı sıkmaya başlamıştı. O çocuk buraya gelsede, gelmesede bana bir şekilde sıkıntı verebiliyordu.

Arkamda toprağın üzerindeki örtüde oturan çocuklara dönüp gülümsedim. Ellerim soğuktan buz kesmişti. Yanlarına yürürken ellerimi birbirini sürtüp ısıtmaya uğraştım.
"Evet, yakın zamanda buraya kurnaz bir fırtınanın geleceğini duydum." Sesimi olabildiğince kıstım. "Fırtına gelip bizi kaçırmadan şatomuza dönmeliyiz. Hava kararıyor ve orman tehlikeli."

Öylece yere uzanmış Sejun, cansızca elindeki plastik oku havaya kaldırdı ve nişan aldı.
"Bizi kaçıracak fırtına ve rüzgarla savaşabiliriz. Biraz daha kalalım."

Jihyo aynı anda, "Roséé... lütfen içeriye girmeyelim," diye inledi.

Beklenti dolu oldukları biliyordum. Dışarıdan sırf onlar için buraya gelecek birisinin verdiği heyecan, kapıya atılan kaçamak bakışlar, bir misafirin anlattığı sıradan birkaç hikayeye duyulan merak, yeni biriyle tanışmanın verdiği o tazelik hissi ve sabırsız bekleyişler.

Onlar bu hislerle dolup taşarken, elimden bir şey gelmediği için kendimi şu ağaçlardan birine asmak istiyordum.

"Hem hâlâ serbest vaktimiz var, biraz daha kalabiliriz." Beresiyle kızaran kulaklarını gizledi. "Üşümüyoruz ki."

Montumun düşen kolunu çekip yanlarına doğru yaklaştım. Bir anlaşmaya yeltenmeliydim.
"Yarın bir saat fazladan beklemeyi teklif ediyorum. Uygun mudur?"

Conteur fille | JungkookWhere stories live. Discover now