Anılardan Anılara İnce Çizikl...

By mermaidsareal

109K 12.4K 23.4K

seni kendimden tanıdım çocuk; yüreği sürekli çiğnenen bir yol. gövdesi acılardan acılara köprü. biraz öfke, b... More

neden kimse sana benzemiyor?
susmak ve beklemek müthiş, genciz namlu gibi.
yıllar gözlerinden hiçbir şey eksiltmedi, ben biraz daha yenildim.
dayanamam, kıskanırım seni. paylaşamam.
içim çok özledi seni.
her cevabım sensin, hem de her bilmecem.
yokluğun da varlığın da yetmiyor.
ah içimizde ne aç hevesler. arada hicaz, arada caz nefesler.
bir küçücük kumru kuşu büyüttüm, göğsümün gizlisinde.
nasıl da yılları buldu, bir mısra dolu maceram.
biri gelişin, dünyayı isteyen sorular. öteki gidişin, kırılmış kirpik tufanı.
biz sadece aynı yere saklanan iki çocuktuk, sen benim en güzel rastlantımsın.
güleriz, unuturuz öleceğini annelerimizin. annem ölürse bana sarıl.
ismimi fısıldayan, bazen şarkı mırıldanan o ses yok, gülüş yok.
yanlış karar yok, işin özünde sen beni istemedin.
sözlerim acıtır, gözlerime bakma. tek bir söz söyleme, varsa az utanman.
ben böyle sığındım sana, böyle kuş gibi.
bir gülsen ağlayacağım, bir gülsen kendimi bulacağım.
gitme, ölürüm. gözlerinden, gözlerinden olurum.
kaç ayva sarardı, kaç kız sevişti. gelmemiş kimselerin.
değiştim, sanki içimde bi şeyler öldü. istesem de dönemem geriye.
hangi kahpenin hançeri, saklı hançeri yaranda?
döşümde yıllarla büyüttüğüm acı, ben ki yıllardır bir seni bilirim.
sana gelicem beklemelerin bu acılı durağından. bu giz, bu karanlık biticek.
sargın yaprakmışım, dallarına. yangın toprakmışım, yağmurlarına.
ayyaş ruhum sayıklıyor, her zerrem sende çarpıyor.
sanırsın ki sende kendimden bir şeyler biriktirmişim.
bir sen varsın güvenebileceğim. bilen, anlayan, bağışlayan. gökyüzü kadar engin.

korkular da benim, umutlar da. beni bırakma.

4.2K 396 1.1K
By mermaidsareal


***

ilk defa bölüm başına not bırakıyorum galiba, hoşlanmadım bundan. ama söylemem gereken iki şey var, ilki şu; birçoğunuza bildirim gitmedi, bir bölüm daha yayımlamıştım geçenlerde. okumayanlar önce onu okusun lütfen.

ikinci şey de şu; yazacağım iki farklı bölümü bir arada yayımlıyorum, bir şeyleri öne çekmek istediğim için. sanırım sonraki bölüm de öyle olacak, normalde yazdığım bölümlere göre epey uzun bir bölüm o yüzden ve duygusal yönden biraz dengesiz... umarım sıkılmazsınız ve umarım aynı şeyler tekrarlanıyor gibi hissetmezsiniz.

iyi okumalar. ♥️

***

"Oramı buramı öpüp duruyor." dedim, Taehyung'a. Gözlerini devirdi. Anlaşılan her zaman olduğu gibi sızlanmalarımın ardındaki mutluluğu sezmişti. Gözünden hiçbir şey kaçmıyordu. Ben sabahtan beri, ruhuma birkaç numara büyük gelen bedenimi kimse görmesin diye, yalandan homurdanırken Taehyung yaptığı işe devam ediyor, bir sinek vızıltısıymışım da katlanılmam gerekiyormuş gibi sabırlı sabırlı yemekleri pişiriyordu.

"Ne sanıyor kendini anlamıyorum ki."

Eh, beni duymazdan gelmesi çok da umurumda değildi. Biraz önce kanepede dilimi yutmuştum çünkü. Beni dinlemediğini bilsem bile konuşmam gerekiyordu. Kendi kendimi, bundan hoşlanmadığıma ikna etmem, onu hala affetmediğimi hatırlamam gerekiyordu.

Taehyung susmaya devam edince konuyu bir saniyeliğine değiştirip "Babam alışveriş yapmış sanırım." dedim, dolabı ağzına kadar dolu, Taehyung'un istediği her malzemeyi orada görünce. "Şu günlerde babalıktan anladığı bu, alışveriş yapmak. Cebime tomarla para tıkıştırmak."

Tae, yine yorum yapmadı ama eskisinden daha sessiz bir biçimde ocaktaki yemekleri pişirmeye devam etti. Tamam, suskun olması pek de sürpriz değildi. Yine de içimden sürekli konuşmak geldiği için onun susuyor olması biraz sinirimi bozmuştu. Kendi kendime konuşuyor gibi hissediyordum hatta bir duvara karşı konuşuyor gibiydim. Dinlenmiyor olmam konuşmama engel değilse bile sinir bozucuydu işte.

"Böyle yemek yapmayı nereden öğrendin?"

Başka bir konudan bahsetmemi de Jimin'den bahsetmem kadar önemsiz bulduğundan olsa gerek, sorduğumda sanki bolca sabıra ihtiyacı varmış da bu sabrın tamamı havadaymış gibi, içine derin bir nefes çekti. Sonra da doğrudan yüzüme bakıp "Çenen neden düştü senin?" diye sordu. "Jimin avucunun içini öptü diyeyse git onun başını şişir."

"İstemiyorsun resmen beni." dedim şaşkınlıkla. Konuşmamasının beni, başından savmak için geliştirdiği bir taktik olduğunu anlayacak kadar aklım yerindeydi ama bunu yüzüme öylece söyleyince bozulmuştum. Kollarımı gövdemde birleştirmemek için kendimi zor tutuyordum.

"Jungkook, cidden." dedi. Yine o aynı, sabır dilenir ifadeyle. Kaşlarımı havalandırdım, "Ne cidden?" diye sorarken. "Cidden, uyanalı yarım saat bile olmadı." diye cevap verdi. Tüm o pansuman sırasında da sonrasında da uyuyordu. Ben koltukta bir dondurma gibi erirken kim bilir ne rüyalar görmüştü. Bedeni ihtiyacı olan dinlenmeye kavuşmuştu, ben bir tur da Jimin'in dudaklarından dayak yemiştim. Haksızlıktı. Bunu anlaması gerekti.

"Avucumun içini öptü diyorum."

Benimle konuşmak zorundaydı, en azından bunu yapmalıydı. Beni orada, Jimin'e pansuman yapmak zorunda bırakıp gidişi, çenem gibi bir cezayı hak ediyordu. Ayrıca, gerçekten biriyle konuşmalıydım yoksa patlayacaktım. Konuşurken ruhuna sığmayan bedenim biraz daha küçülüyormuş gibi geliyordu bana. Sustukça daha çok sıkışıyordum. "Sence de konuşmamız gerekmiyor mu bunu?"

"Evet," dedi, anında başını sallayarak. "Evet, bence kesinlikle konuşmanız gerekiyor."

"Ben seni kastetmiştim." dedim, yanımdan geçip dolabı yeniden açtı ve evde soya sosu olup olmadığını sorarken beni bir defa daha duymazdan geldi. "Tae!" dedim, sosu eline sertçe tutuştururken. Kaşları inanılmaz çatık, en az ilk zamanlar olduğu kadar ürkütücü soğukluğuyla "Jungkook." dedi, usulca. Anlaşılan uyandığı ilk dakikalarda ona bulaşmamak gerekiyordu.

Ben de pes edip kaderimle yüzleşmeye salona geçtim.

Jimin, avucumun içini öpüp beni gerçek bir dondurmaya çevirdiği ilk andaki gibi öylece oturuyordu. Başı koltuğun sırtlığına yaslanmış, gözleri kapalıydı. Benim kanımda yerimde durmamı engelleyecek güçte bir şeyler dolanırken ve karnımdaki o ağrı, orayı evi bilmişken Jimin'in böyle kaygısızca oturması, uyuyor olması sinirlerimi, Taehyung tarafından görmezden gelinmem kadar bozdu.

"Uyan." dedim, sertçe. Hoseok hala ortalarda görünmüyordu. Jimin'in de her zaman olduğu gibi ortalardan kaybolmasını beklerdim ama işte, buradaydı. Elimi, yasladığı yüzünden, aklım başıma gelir gelmez çektiğimden beri ki bu dakikalar almıştı, aynı yerde oturuyora benziyordu. "Uyan, Jimin."

Yerinde biraz kıpırdanırken gözlerini araladı ama kafasını koltuktan kaldırmamıştı. Suratıma dik dik bakmasını bekliyordum, bunun yerine gözlerine kadar ulaşan bir gülümsemeyle beni izlemeye başlayınca onu uyandırmamam gerektiğini anladım. Kaçmak için de çok geçti. İçimdeki enerjiye rağmen orada oturmayı başardım.

"Taehyung beni mutfaktan kovdu." dedim, belki Tae'ye sinirlenir de yüzündeki şu gülümsemeyi siler diye ummuştum. Oysa suratıma yine, beni öpmeyi çok istiyormuş gibi uzun uzun baktı. "Senin yüzünden!" diye terslendim. Kahkaha atmayı denedi, ona inanılmaz sinirli baktım, dudaklarını anında, birbirine kenetledi.

"Sadece uyumaya çalışıyordum!" diye karşılık verdi, yalandan bir şaşkınlık ve kızgınlıkla. Attığım bakışı sürdürürken "Niye öptün avucumu?" diye sordum. Kaşlarım çatıktı, ya da öyle olmalarını umuyordum. Avucumu öpmesinin beni çok mutlu ettiğini bilmesini istemiyordum. Aslında bunu kendimin de bilmesini istemiyordum. Şu affetme meselesi... İncecik bir bağ kalmıştı onu affetmediğimi söyleyen yanımla benim aramda. O kadar inceydi ki bir gülüşüne kopabileceğini düşünüyordum.

"Pisti hem ellerim, niye öpüyorsun oramı buramı?"

"İçimden geldi," diye mırıldandı. Onun da kaşları şimdi biraz çatılmıştı. Hala yaslandığı yerden doğrulduktan sonra biraz sinirliymiş gibi hissettiren bir bakış attı bana. Ama suratımda nasıl bir ifade vardıysa, o bakış anında dağıldı.

"İçinden, 'tutup şu oğlanın avucunu öpeyim' diye mi geçirdin yani?" dedim, terslenmeye çalışıyordum ama bir yandan da onu sinirlendirmeyi göze alamıyordum. Bana sinirlenme hakkı olmasa bile, her an yetti artık soruların, nazların deyip kapıyı çarpabilirmiş gibi geliyordu. Yani bir saniyeliğine öyle hissetmiştim.

"İçinden böyle şeyleri geçirmezsin." dedi, dudaklarının titrediğini gördüğümde gülmek mi üzereydi yoksa bana bağırıp çağırmak mı istiyordu çözememiştim. "O an öpmek istedim işte, ne var?"

"Ne mi var?" dedim, inanamaz bir bakışla ağzımı sonuna kadar ayırırken. Kollarımı neredeyse göğsümde bağlayacaktım. "Daha önce hiç avucumun içini öpmemiştin. Her zaman yaptığın şeymiş gibi konuşma öyle gevşek gevşek."

İçine derin bir nefes çekti, tıpkı mutfakta Taehyung'un içine çektiklerine benzeyen bir tane, sabır dilenir gibi. Bir saniyeliğine gözlerini de kapadı ve bir saniye sonra yeniden bana baktığında suratında daha önce gerçekten görmediğim bir ifade vardı. Kendini bir şeyler yapmaya zorluyormuş gibi hissettiren bir ifade. İçimde verdiğim tüm o kavgaları andıran, kendisine karşı geliyormuş gibi düşünmeme neden olan tanıdık ama üzücü bir ifade.

"Başka yerlerini öptüm ama."

Ağzımı ve gözlerimi az öncekinden de büyük açıp ona gerçek bir şaşkınlıkla baktığımda yanlış duyduğumu sandım çünkü sanki o cümleyi hiç kurmamış gibiydi; Utangaç değildi, aksine az önceki ifadesi dağılmış, yerini yine kocaman bir gülümsemeye bırakmıştı.

"Sen iyice terbiyesiz oldun." dedim, dudaklarımı birbirlerine değdirecek kadar birleştirmeyi başarıp kelimeleri çıkarabildiğimde. "İnanamıyorum bunu dediğine."

"Yanlış bir şey mi söyledim?" dedi, az önce arsızlığının sınırlarına ulaştığını düşünerek büyük bir hata işlemiştim belli ki. Arsızlığının sınırı yoktu. "Boynunu öpmüştüm bir keresinde."

Bunu ilk defa, kampta yapmıştı. Sanki kampta yaşananlar çok uzaktaymış gibi bahsetmesi gülmemi tetikledi ama Jimin gerçekten terbiyesizmiş de ben de ona çok kızmışım rolünü kesmek hoşuma gittiğinden kendime engel oldum. Ona ters ters, üstten bir bakış attım.

"İçinden geldi diye öptün yani elimi?"

Omuzlarını silkeledi, onu taklit ederek bir defa daha bu hareketinin nasıl sinirlerimi bozduğunu söyledim. Gülümseyerek gözlerimin içine bakarken "Belki canım da çekmiştir." dedi. Kaşlarımı daha çok çattım. Kalbimin, dediklerini daha duymadan hızlanmaya başladığını gördüğümde "Canın mı çekti?" diye sordum. Başını aşağı yukarı salladı. O kadar heyecanlanmıştım ki ve benimle flörleşmesine o kadar alışamıyordum ki saçmaladım.

"Dondurma mıyım ben nasıl canın çekebilir?"

Gülümsedi ve sanki çok ciddi bir soru sormuşum gibi yüzümün her köşesini incelerken "Vanilyalı bir taneyi andırıyorsun aslında." diye cevap verdi. Kolunu çimdikledim. Hep yaptığı gibi abartılı, gerçek dışı bir inlemeyle, acı çekiyormuş rolü kesti.

"İnsanları sırf onlar vanilyalı dondurmaya benziyor ve senin de canın onlardan bir tane çekiyor diye öpmemelisin." dedim, bana başka bir sebep vermesini ummuştum oysa "Öylece tutup öpmemeliyim seni," dedi. "Haklısın."

Ne dediğime tam da emin olmayarak "Hayır," dedim, suratı biraz asılınca refleksle konuşmuştum. Kırdığım potun üzüntüsü karnıma yerleşmişti. Onunla öpmek ve öpülmek üzerine bu kadar uzun süre konuşabildiğimize inanamıyordum ama kendime utanma fırsatı vermeden söyledim işte. "Öpebilirsin aslında, onu demiyorum."

Kafası yine, ben odaya girdiğimdeki yerine, koltuğun sırtlığına yerleşti ama bu defa bedenini hareket ettiren, enerji dolu gülmesiydi. Öyle yüksek sesli bir kahkaha atmıştı ki çok komik bir şey söyledim sandım. Benimle alay ettiğini bile düşündüm. Oysa ona attığım iğneleyici bakışların da içimden ettiğim küfürlerin de farkına varmadı. Gülmesini sürdürdü. Nihayet susma nezaketi gösterdiğinde az önce yapmaktan kendimi alıkoyabildiğim şeyi yapıyordum; kollarımı göğsümde bağlamıştım.

Beni görünce gülüşünün derinliği azaldı ama hala sırıtırken boğazını temizleyip "Şimdi seni öpebilir miyim, öpemez miyim?" diye sordu utanmadan. "Biraz kafam karıştı."

Gerçekten uzun süreden beri ilk defa onu mutlu gördüğümden, aklımın buharlaşması konusunda kendi üzerime gitmeme kararı aldım. O kadar güzel gülüyordu ki karşısında dünyanın en zeki insanı da olsa mantığını bir köşeye bırakırdı. Ben de zaten normalde bile o kadar zeki sayılmazdım.

"Sen iyice terbiyesiz oldun gerçekten."

Gözlerini küçücük bırakan cinsten gülümsemelerinin biriyle beni izlemeye devam etti. Sorduğu sorunun cevabını bekliyormuş hissiyle, korkarak bakışlarına karşılık vermeye çalıştım ve sonunda o bakışlardaki ısrara yenildim.

"Öpebilirsin galiba." dedim, dudakları titredi, gülüşü sanki mümkünmüş gibi iyice yayıldı suratına. "Dudakların yumuşacık."

"Şu affetme olayı peki?" diye sordu. Kaşlarımı çattım, biraz daha ciddileşti.

"Senden daha çok çabalıyorum." dedim, ters ters. Normalde olsa uzanıp yanağımdan bir makas alırdı ya da cilveli, şen şakrak sesiyle bir şeyler mırıldanır aklımı dağıtırdı ama ikisine de cesaret edemedi. Az önce oynadığı hiçbir kozu oynamadı yani, öylece yüzümü inceledi. "Seni affetmek için senden daha çok çabalıyorum."

"Biliyorum." dedi, "Of!" diye patladım. "Sinirlerimi bozuyorsun gerçekten."

"Jungkook," dedi, göğsümde bağladığım kollarımdan birine usulca dokunup beni kendine çekmeyi denemişti. Ona direnmedim, gözlerime öyle ısrarlı, anlamlı anlamlı bakarken ona direnemezdim de zaten. "Seninle her şeyi konuşmayı istiyorum, tamam mı? Her şeyi."

"Konuşalım o zaman." dedim, kolumu usulca okşadı. Beni, kendini ya da dokunuşlarını kullanarak bir milyonuncu defa daha alt etmesini istemediğimden geri çekildim. İçine derin bir nefes aldı. "Bak her şeyi ne kadar çok konuşmak istediğimi sana anlatamam. Gerçekten." Omuzlarımı silkeledim, gülümsedi. Bu defaki gözlerine kadar ulaşmayan bir gülüştü, bir refleksmiş gibi. "Belki inanmayacaksın ama senden bile çok istiyorum bunu."

"Ee?" dedim. İkimiz de konuşmayı istiyorsak neyin bizi tuttuğunu merak ederek suratına baktım ama sorularımın cevabı orada değildi. Onun yerine, yaralı yüzünün ardında bu defa gerçek, sıcacık bir gülüş vardı. "Az kaldı." dedi. Sinirle, kendimi geri çektim. "Kaçıyorum sanma." diye ekledi. "Sadece bir şeylerin netleşmesini bekliyorum. Tamam mı?"

"Üstü kapalı konuşmak yerine bana ne boklar yediğini anlatsan daha mutlu olabilirdim, biliyor musun?"

"Biliyorum." diye mırıldandı yine. Ona kızmak istiyordum, terslenmek, orasına burasına vurmak... Gülüşünü görmek istiyordum. Sonra da tam o gülerken onu öpmek. Bir gün bunu yapacaktım. Tıpkı onun, avucumun içini benden izin almadan öptüğü gibi, karnımı ağrıtan gülüşleri içinde barındıran kıvrımlara, kendiminkileri bastıracaktım.

Her zaman hayal ettiğim gibi. Hep günlüğüme yazdığım gibi. Artık tüm o hayaller o kadar uzağımda değildi. Yapacaktım.

Bir süre ikimiz de sessiz kaldık, beni izledi, ne düşündüğümü orada okuyabildiğine emindim ama sesim çıkarmadım. Onun beni izlediği gibi onu izledim durdum. Benimkiler kadar açık seçik düşünceler gezinmiyordu orada, yine de yüzünün kıvrımlarına gizlenmiş duyguların arasında, söylediğini doğrulayan ısrarcı bir istek görür gibi oldum.

Sonra aklıma birden bir şey geldi. Ne zaman böyle konuşsak, bir şeyleri biraz önüme serse kaçıp gittiğini anımsadım. Suratım asıldı, onun da kaşları havalandı. Soru sormasa da "Yine gideceksin, değil mi?" dedim. Duymayı beklediği kadar kötü bir şey söylememiştim anlaşılan, bana gülümsedi.

"Jungkook, benim bir işim var. Para kazanmak zorundayım."

"Hayır, değilsin. Babam ikimize de yetecek kadar çok para kazanıyor zaten ve anlaşılan babalık etmenin yolunun da paradan geçtiğini düşünüyor. Yani sorun yok, gerçekten."

"O senin baban." dedi, bastıra bastıra. "Sana bakmak görevi, bana değil." Omuzlarımı silkelerken babamla benden daha samimi olduğunu söylemek istedim ona ama işe yaramayacağını biliyordum. Daha evimize geldikten birkaç ay sonra çalışmak istemişti. Buna alışıktı. Kendi parasını kazanmaya. Böyle rahat ediyordu. Rahatını bozmasını istemem bencillikti belki ama yine de ne iş yaptığını bilmemek, onu uzun süre görememek beni çileden çıkarıyordu.

"Gidecek misin yani?" diye sordum, omuzlarını silkeledi ve ulaşmak istediği her neyse ona bir an önce ulaşması gerektiğini söyledi. Gidebilirdi yani, bundan nefret ettim. Yine, bütün enerjim çekildi. Oysa tüm bu uzaklaştırılma süremizi birlikte geçireceğimizi sanıyordum.

Yine de bir şey söylemedim, zaten ne istediğimi ne düşündüğümü çok iyi biliyordu. Tıpkı onun gibi geriye yaslanıp kafamı koltuğa bıraktım ve Jimin beni izlerken gözlerimi tavana diktim. Uzun sürmemişti. Taehyung birazdan, mutfaktan salona "Birbirinizi yemeniz bittiyse bana yardım edin!" diye bağırarak girmişti. Jimin yaralı rolünü oynamaya çalışsa da bunu ona yediremedi ve birkaç saniye sonra Hoseok da dahil olmak üzere hepimiz, Taehyung'un dediğini yapmak için mutfağa geçtik.

"Burada bir orduya yetecek kadar yemek var." dedi, Jimin. Yemeklere, yüzünde inanamadığım bir keyifle bakıyordu. Belki de uzun bir sürenin ardından ilk kez kendisi dışında birileri yemek yaptı diye sevinmişti. Ona sarılmak istedim.

"Diğer çocukları da çağıralım."

Cümlesine paralel olarak önerdiğimde o keyifli ifade biraz daha genişledi ve telefonunu eline alıp içlerinden birini aradı. Telefonun öteki ucundaki her kimse birkaç saniye mırın kırın etti ama sonunda Jimin, Tae'nin yaptığı yemekleri sıralayınca konuşma birkaç saniyede bitti. Görüşmeleri olumlu geçmişti belli ki, hepsi de beş dakika bile geçmeden evdelerdi.

Belki de cenazeden sonra ilk kez o masada eğlenceli, insanı hiçbir şey olmadığı yanılgısına düşüren bir yemek yendi. Seokjin ve Yoongi, Namjoon'a sataşıp duruyorlardı. Namjoon o dağ gibi görüntüsüne rağmen onlara karşılık vermeye çalışırken gözümde ufaldı, küçük bir oğlan çocuğuna döndü. Biraz durgun görünmüştü gözüme zaten. Ona neyi olduğunu sormak üzereydim, lafım bölündü.

"Sizi kim benzetti böyle?"

Yoongi'ydi, dördümüzün suratında, bundan da en az Namjoon'u sinirlendirdiğinde aldığı kadar zevk alıyormuş gibi bakışlarını dolandırdı. Taehyung'a gelince sormuştu. Taehyung omuzlarını silkeledi. Konunun benimle ilgisi olduğunu bildiği için açıklamayı bize bıraktığını anladım. Cevap vermeyecekti.

"Jaewha'larla kavga ettik." diye araya girip, basitçe ben açıkladım.

Çocuklara kendimi açacağım günün geleceğini biliyordum. O günü düşündükçe, kulaklarına benimle ilgili, kimliğimle ilgili bir şeyler giderse neler olacağını hayal ettikçe gerilir, korkardım. Ama nedense o an, onlara her şeyi birazdan anlatacağımı anladım. Garip bir duyguydu, beni tedirgin eden, karnıma Jimin'in koyduklarına benzemeyen korku dolu ağrıları bırakan, kötü bir duygu. Boğazım kurumuştu.

"Evet, kulağımıza bir şeyler çalındı." dedi, Yoongi. Yerinde huzursuzca kıpırdanmış, soru sormamızı önlemek için hemen suyuna uzanmıştı. "İstersen Jaewon'u da Jaewha'yı da dövdürebilirim." dedi, Namjoon. Jimin, Tae, Hoseok ve benim yüzümdeki yaralara tedirgin birer bakış atarak. Jimin "Biz dövdük zaten." dedi, Namjoon masadaki herkes gülmeden hemen önce "İyi bok yediniz." diye çıkıştı. "Okul sınırları dışında kavga etmeye aklınız yetmiyor mu gerçekten?"

Kimse bir şey söylemeden önce bir süre daha gülmeye devam ettik. Yoongi ve Seokjin, yine Namjoon'a ne kadar cesur olduğuyla ilgili takıldılar. Birini dövdürecek kadar cesurmuş, Namjoon surat astı. Normalde olsa o da onlara çıkışırdı ama nedense o gün buna pek gücü yokmuş gibiydi.

Aslında olan her şeyi, diğerlerinden daha iyi bilmesine rağmen odada Jimin varken olanlardan bahsetmek istemiyordum. Kimliğimi açıklamaktan, onlara aslında gay olduğumu söylemekten, Jimin'e kendimi bildim bileli abayı yakmış olduğumdan... Hiçbirinden bahsetmek istemiyordum ama dediğim gibi içten içe bu anın, o açılma anı olduğunu fark etmiştim. Hazır yedimiz birden masadayken, konu kavgaya gelmişken ve suratımızda gülücüklerle birlikte sohbet ediyorken söylemeliydim onlara.

Bu yüzden cesaretimi topladım, içime derim bir nefes çektim ve gelecek tepkilerin hepsine kendimi hazırlamaya çalışarak "Homofobik şeyler söyledi bana." dedim, masadaki tüm başlar anında dönüp şaşkınlıkla bana baktı. Sanki bu konuda konuşmamı hiç beklemiyorlarmış gibiydi, bakışlarımı onlardan kaçırıp su dolu bardağıma diktim. Hepsi yüzüme bakınca biraz daha rahatsız hissetmiştim. Kalbim hızlı hızlı atmaya başladı. Ellerimi dizlerimin altına koydum ve dudaklarımı kemirme isteğimle savaşırken "Çok çirkin şeyler söyledi bana, kimliğimle ilgili." dedim.

Konuşurken biraz sesim titremişti. "Eh, hak etmiş dayağı." dedi Namjoon. Kafamı kaldırıp ona baktığımda sanki biraz önce onlara önemli bir şey açıklamamışım gibi davranıyordu. Hatta böyle davranmaya çabalamıyordu bile, doğaldı. Sanki az önce açıkladığım şey gerçekten de o kadar olağanüstü bir şey değildi. Omuzlarını silkeledi. "Yine de okulun dışında dövmeliydiniz onu."

Birden rahatlamayla birlikte garip bir duyguya kapıldım. Karnımdaki ağrı sönüp gitti. Sanki hepsi, adımla soyadımı bildikleri kadar net bir biçimde, beni tanıdıkları ilk andan beri, zaten gay olduğumu biliyorlardı. Jimin de Jaewon'un peşimde olduğunu anladığında, kapmta bana böyle davranmıştı. Ona daha önce eşcinsellikle ilgili bir tek kelime bile etmediğim halde benim eşcinsel olduğumu çoktan biliyormuş gibi uyarmıştı beni. Şaşkın şaşkın yüzlerine baktım. Sırıtıyorlardı. Jimin hariç. O sadece diğerlerinin keyfi yanında hüzünlü sayılabilecek bir ifadeyle ellerini izliyordu.

"Ama daha önce, böyle bir şey söylemedim ki." dedim. "Niye şaşırmıyorsunuz?"

Yoongi ve Namjoon, bunu önceden defalarca kere çalışmışlar gibi bir ağızdan "Söylemen mi gerekiyordu?" diye sordu. Namjoon sustu, Yoongi "Hiçbirimiz heteroseksüel olduğumuzu gelip sana söylemedik değil mi?" dedi. "Bu da aynısı, ekstra açıklama gerektirmiyor ki."

Böyle gitmesini ne kadar umsam da böyle gitmesini beklemiyordum. Bana berbat davranacaklarından değil, asla böyle bir şey yapmazlardı. Yine de en azından şaşırmalarını beklemiştim. Hiçbir şey değişmemiş gibi davranmalarını değil.

Açıkça şaşkın ve duygu doluydum. Birilerine kim olduğumu anlatmakta güçlük çektiğim için belki de onlar dışında yakınım diyebileceğim bir arkadaşım yoktu. Kendini anlatmayı, insanlara kendimi tanıtmaya çalışmayı her zaman çok zor bulmuştum. Bu da kendimi tanıtmam için olabilecek en büyük engeldi. Birilerine eşcinsel olduğumu söylediğimde alacağım tepkiler kadar bunu onlara nasıl söyleyeceğim de beni korkutuyordu ama onlara söylemek zorunda kalmamıştım. Hiçbirine.

Sanki altısı birden, üzerime yüklenmiş o koca kaya parçasını ben daha yardım çığlığı atmadan çekip almışlardı. Gözlerim doldu. Minnettarlıkla yüzlerine baktım.

İnanılmaz duygulandığımı fark etmiş olmalı ki Jin, açık açık sırıtmadan önce "Sizin ikinizin heteroseksüel olduğunuzdan biraz şüpheliyim." dedi, Yoongi ile Namjoon'a. "Bu arada kusura bakma ama Jungkook, bence grupta eşcinsel olduğunu bir tek sen bilmiyordun." diye ekledi. Kulaklarımdan ayaklarıma kadar kıpkırmızı hissettim. Jimin boğazını temizledi.

"Namjoon, senden istediğim belgelere ulaşabildin mi?"

Konuyu birden değiştirince ben de rahat bir nefes almıştım. Namjoon omuzlarını silkeledi. Yanında getirdiği kocaman çantadan bazı belgeleri Jimin'e uzattı ve "Hanbin'den bunları almak güç oldu." dedi. "Umarım gerçekten gereklilerdir çünkü senin yüzünden uydurduğum yalanı desteklesin diye o dosyaları rapor haline getireceğim. Sözde ödevim."

"Teşekkür ederim." dedi, Jimin. Dosyaları incelemeden götürüp odasına bıraktıktan sonra. Hanbin abi, Namjoon'un kuzeni aynı zamanda da babamın avukatıydı. Babamdan habersiz pek iş yapmazdı. Aslında sanki Jimin de babamdan habersiz iş yapmazmış gibi hissediyordum ama işte Namjoon'a yalan söyleterek bir şeyler yapmıştı ki bu, babamın bile durumdan haberi olmadığı anlamına gelirdi. Aralarında ne gibi gizli dosya alışverişi var merak ettim ama sormaya fırsat bulamadan Yoongi'nin cıvıldayan sesini duydum.

"Namjoon'un da bize itiraf edeceği bir şey var, değil mi Namjoon?"

Namjoon, ödevden bahsederken olduğu kadar ümitsiz bir biçimde omuzlarını düşürdü ve "Kes şunu." dedi, Yoongi'ye. "İnsanların üzüntüsüne biraz saygın olsun."

"Hadi ama, üzgün falan değilsin. Üzgün olduğuna kendini inandırmaya çalışıyorsun."

"Neden böyle bir şey yapayım?" diye terslendi, Namjoon. Taehyung'la birlikte gözlerimizi kısıp o ikisini izlemeye başladık. Namjoon köşeye sıkıştırılmış gibiydi, kızarmış ve tedirgin. Yoongi, yüzünün her yanında ışıldayan bir gülümsemeyle ona bakıyordu. Zafer kazanmış gibi.

Ne olduğunu anlamayan bakışlarımıza Jin, "Namjoon Rin'le ayrılmış." diye açıklama getirdi. "Rin, benden ayrıldı." diye düzeltti onu, Namjoon. "Artık uzak mesafe ilişkisini yürütemiyormuş, beni ne kadar sevse de." "Eh," diye araya girdi Yoongi. "Rin senden daha akıllıymış. Hem hayatında pek bir fark yok, değil mi? Telefonuna daha az bakıyorsun, o kadar."

Namjoon sinirli sinirli ona baktı ama sırıtmaya devam eden Yoongi ona hiç aldırmadı. Seokjin yemeğe dönmeden bir saniye önce "Söyledim size," diye fısıldadı. "Bu ikisinin, özellikle de şunun," eliyle Yoongi'yi işaret etmişti. "Heteroseksüel olduğundan o kadar da emin değilim."

Yemek böyle geçti. Yoongi'nin Namjoon'u sıkıştırması, Namjoon'un utana sıkıla ona laflarını geri sokuşturması, Yoongi'yle aynı fikirde olan geri kalanımızın Namjoon'la alay etmeye devam etmesi ve sonunda Namjoon'un hepimize darılıp eve gitmesi...

Zaten o gittiğinde gece yarısı olmak üzereydi. Babam son zamanlarda hep yaptığı gibi eve gelmemişti. Taehyung'a kalması için ısrar ettim ama beni dinlemedi. Jimin'le ikimizdik. Ona dosyaları sormama yetecek kadar oturduk salonda. Elbette soruma cevap vermedi. Bir gün anlatacakmış.

***

Ne zaman uykuya daldığımı, annemin yüzünün karşımda ne zaman belirdiğini, onun kucağına ne zaman uzandığımı hatırlamıyordum. Hatırlamıyordum ama beynim bana bunun bir rüya olduğunu bağırıp duruyordu.

İnsanların rüyaları neden gördüğünü anlamıyordum. Yani rüya görmeye bizi itenin ne olduğunu. O kadar mutlu geçen gecenin sonunda, annemin karşımda birden bire belirmesini hiçbir kelimeyle açıklayamıyordum. Birazdan uyanacaktım, belki bir saniye sonra belki saatler sonra... Ama uyanacaktım ve yine o hissi yaşayacaktım. O yokluk hissini, henüz kabuk bağlamamış yaramın yeniden kanadığını görecektim. Bu yüzden nefret ettim. Beynimin hızlı çalışıp bana bunun bir rüya olduğunu söylemesinden nefret ettim.

Eğer rüyada olduğumu anlamasaydım, en azından içinde bulunduğum saniyelerin tadını çıkarabilirdim.

Ama bir rüyaydı bu. Annem geri gelmemişti.

Bir bedenim var mıydı bilmiyordum ama suratımın asıldığını hissediyordum. Annem de, duymayı delicesine özlediğim o yumuşacık sesiyle, suratsızlığımı teyit ederek "Gülümsediğini görmek istiyorum." dedi bana, özlediğim merhametli dokunuşlarını, parmak uçlarımdan saçlarıma bırakıyordu. Beni dizine yatırmıştı ama uzanmak istemiyordum. Vaktim varken yüzüne bakmak, gözlerimi kırpmadan onu izlemek, özlediğim hatlarını zihnime kazımak istiyordum. Ona bir daha ne zaman geleceğini sormayı ya da... Ama dizinde uzanmaya devam ettim, onu alttan izledim. O da yaptığını yapmaya, saçlarımı okşamaya devam etti.

"Sen yokken gülümseyecek bir şey bulamıyorum, anne." dedim. Bu çok farklı olabilirdi. Japonya'dan döndüğümde yaşamış olabilirdik bu anı. Dizlerine yatmam gerekmezdi. Karşısına geçip çektiğim fotoğrafları ona gösterirken o fotoğrafların anılarından bahsetsem yeterdi. Bunları yaşamayı öyle çok istemiştim ki... Ona yeniden sarılmayı.

Bana cevap vermedi. Suratındaki o tatlı gülümsemeyle beni üstten seyretmeye devam etti. Burnumu çeke çeke, onu izledim. "Eskiden," dedim sonra, ya da dediğimi sandım. "Eskiden Jimin'i dizlerine böyle yatırırdın."

Kafasını aşağı yukarı salladı. Hep bunu yapmak istemiştim. Belki de bilinçaltım bunu yapmak istediğimin, çocuklarla konuştuklarımı söylemek istediğim bir kişinin daha olduğunun farkındaydı; annemin dizlerine uzanıp ona Jimin'den söz etmek istiyordum. Jimin'e aşık olduğumu söylemek. Üzerimden bir yükün daha kalktığını hissetmek, rahatlamak...

Vereceği tepki ne olurdu bilmiyordum ama bana asla kızmazdı bundan emindim. Ona ters bile gelse, bir gün durumu kabullenirdi. Ya da belki de onu hiç tanımamıştım. Belki de o kadar emin değildim. Bir kavga çıkarır mıydı? Bana bağırır mıydı? Bilmiyordum.

Asla da öğrenemeyecektim.

"Yaramazlık yaptığında kendini böyle affettirirdi." dedi bana. Sonra sustu, saçlarımı okşamaya devam etti. Dilimin ucuna kadar, Jimin'li cümlelerle doldum ama hiçbirini çıkarıp söyleyemedim. Annem bana baktı, uzun uzun baktı. Sanki söylemek istediklerimi çoktan duyuyormuş gibi...

Birazdan korkunç bir ağrı dağladı göğsümü, aldığım nefesler kadar sık kaygı çöreklendi ciğerlerime. Kendimi o dokunuşlara bırakmak istiyordum ama yapamadım.

Bir şey, kapalı bilincime rağmen davranışlarıma bir irade yüklemişti sanki. Annemin öldüğünü çok iyi bildiğimdendi belki de, bunun rüya olduğunu anladığım gibi birazdan biteceğini de anlamıştım.

Yerimden telaşla doğrulup "Lütfen gitme." diye mırıldandım, annem gülümsemeye devam etti. Eli yanağıma değdi, "Biraz zayıflamışsın."

Yüzümdeki yaraları görmediğini fark ettim, sanki annem gerçekten karşımdaymış gibi yüzümdeki yaraları gizlemeyi denedim hatta. Beni engelledi. Karşımda durdu, yüzüme uzun uzun benim onu özlediğim kadar beni özlemiş gibi baktı. "Lütfen gitme." diye mırıldandım yine, doğrulup ona sıkıca sarıldım. Göğsüm daralmıştı. Gerçekten kaygı soluyormuşum gibi göğsüm daralmıştı.

Ona sarıldım. Gitmesini önleyebilirmişim gibi sıkıca sarıldım ve onu ne çok özlediğimi bağırırken gitmemesi için yalvardım.

Bir saniye sonrasıydı. Gözlerimi, bir defa daha annemin yokluğuna, zifiri karanlığa araladım. Kollarımı yorganıma dolamışım.

Rüyamda, bunun bir rüya olduğunu bilmeme rağmen uyanır uyanmaz ne olduğunu kavrayamadım.

Göğsüm hızlı hızlı inip kalkıyordu, boğazım kurumuştu ama kuruyan boğazımın aksine yanaklarım boyunca akan bir ıslaklık hissediyordum. En az, o alarmı duyduğumda olduğu kadar canım yanıyordu. Gerçekten boğazımın hemen aşağısında, göğsümün ortasında sıcacık, acı verici bir hissi duyuyordum. Kaslarım sanki erimişti. Göğsümdeki ağrı dışında hiçbir yerimi hissedemiyordum.

Derin derin nefesler alarak acımı geçirmeye çalıştıysam da olmadı. Ağlamamı durduramadım. Sanki annemi bir saniye önce gerçekten görmüşüm de yine kaybetmişim gibiydi. Ellerimin arasından kayıp gitmiş gibi, parmaklarım titriyordu. Onu tutamayışlarının suçluluğuyla belki.

Birkaç dakika öylece durup, ağlarken boşluğu izledim. Uzun bir rüya gibi gelmişti, belki yedi saniyelik bir şeydi. Yine de yedi saniyeliğine yeniden bir anneye sahip olup onu bir kere daha kaybetmiştim. Gerçekten annem sadece biraz önce ölmüş gibi hissediyordum. Canım ilk günlerde olduğu kadar acıyordu. Kendime gelemedim.

Su içmek için ayağa kalktığımda ne kadar terlediğimi fark etmiştim. Sırf kafam dağılsın, bir rüya gördüğümü anlayayım diye önce banyoya gidip üzerimi değiştirdim, sonra da mutfağa gitmek için ayaklandım ama daha odamdan çıkar çıkmaz bu fikirden vazgeçtim. Jimin'in odasına, kendi odamın tam karşısındaki odaya doğru ilerledim.

Kapıyı hala titreyen ellerimle vurduğumda içeriden ses gelmedi. Bir defa daha vurdum, bu defa bir homurtu duydum ve kapıyı açtıktan sonra, beni güçlükle taşıyan dizlerimi hareketlendirip içeri girdim.

Karanlıkta her şeyi seçmek güçtü, odada bir şeyleri devirerek yürüdüm. Jimin olduğunu düşündüğüm bir karaltı yatakta doğrulmuş bana bakıyordu. Bir saniye sonra da zaten o karaltıdan, pürüzlü bir ses yükseldi: "Ne oldu?"

Cevap vermek yerine ona doğru yürümeye devam ettim ve iznini almadan yatağının kenarına oturup yorganını kaldırırken ona iyice sokuldum. Uzanmama yardım etti, hala o kadar titriyordum ki beni yorganıyla iyice sardı ama bir saniye sonra yanıma uzanıp yüzü saçlarıma değdiğinde "Jungkook!" dedi telaşla. Yerimde sıçradım. "Terden sırılsıklamsın." ve beni yeniden soymaya çalıştı.

"Tiksinmezsen sana sarılabilir miyim?" diye sordum, çabasını önleyerek. Sesim bedenimden belki de on kat daha fazla titremişti. Bir an, sessiz bir biçimde durup yüzüme baktı. Sonra da fiziksel bir cevap vererek kollarını bedenime sardı. "Ne oldu sana?" diye sordu yeniden. Burnumu boynuna gömebilmek için yatakta biraz aşağı kaydım ve tıpkı onun gibi, kollarımı bedenine sararken gözlerimi kapadım. Cevap verecek halde değildim. Soru sorarken bile titreyen sesim, kim bilir anneme sarıldığımı gördüğüm o rüyayı anlatmaya kalksam ne kadar titrerdi. Konuşsam da anlayacağını sanmıyordum.

Biraz sonra kolunu boynumun altından geçirdi, ben de yorganın altında bedenim ona değene kadar iyice dibine sokuldum. Neredeyse bacaklarının arasındaydım. Elimi, getirdiği huzurun ihtiyacıyla beline iyice sardım ve kendime rahat bir pozisyon bulana kadar kıpırdandım. Boynumun altından geçirdiği eliyle, ense kökümdeki saçlarımı okşuyordu. Gerçekten tiksinmemişti terimden.

Ondan daha aşağıda yattığım için kafam boynuna geliyordu. Annemin kokusunu duyma ihtiyacıyla burnumu boynuna değdirdim, biraz gerildi. Ense kökümdeki dokunuşu bir saniyeliğine sertleşti. Ona sıkı sıkı sarılırken boynunu öptüm, nefesini içine çekti.

Birkaç dakika orada öylece durup benimkiler kadar hızlanan kalp atışlarını dinleyerek huzurla gözlerimi yumdum. Daha biraz önce annemi görmüştüm rüyamda, şimdi kokusu kollarımdaydı. Jimin, gerçekten annem gibi kokuyordu.

"Çok güzel kokuyorsun." diye mırıldandım, aklımdaki düşünceyle birlikte. Neredeyse uykuya dalmak üzereydik. İkimizin de göğsü daha yavaş inip kalkmaya başlamıştı. Hala ense kökümde saçlarımı okşayan dokunuşu yavaşlamıştı. "Annem gibi kokuyorsun."

Ne anlama geldiğini bilmediğim bir inleme bıraktı ortamıza. Sonra da beni az öncekinden de sıkı sardı. Göğsünün ortasına, kokusunu içime çektikten hemen sonra bir öpücük kondurdum. Onun da dudakları, saçlarımdaydı.

***

Bizimle yaşamaya başladığı ilk zamanlar, ben on birimin sonlarındayken Jimin, evde öyle rahat hareket edemezdi. Annem ona akşam ne yemek istediğini sorduğunda bir yemek ismi vermez, ne olsa yerim derdi ama önüne konulan tabağı bir kere bile tamamen bitirdiğini hatırlamıyordum. Annemle babamın bizim için aldığı yeni kıyafetleri öyle nadir giyer ve giydiğinde öyle özenli davranırdı ki kahrolurdum.

Sessiz sakin bir çocuktu, annemin, rüyamda sözünü ettiği yaramazlıkları yapmaya, anca babamın yanında işe girdikten sonra başladı ki bu da bize taşındıktan hemen sonraki birkaç ayda gerçekleşmişti.

İlk önceleri, Jimin daha küçükken babam ona sadece ayak işleri buyuruyordu. Bir yerden alınması gereken evraklar başka bir yere gönderiliyor ya da babam galeride önemli misafirler ağırlıyorsa Jimin, bu misafirlere yiyecek içecek falan ikram ediyordu, bunu Jimin'i çok özlediğim için yeri göğü yırtarak ağlayıp onunla bir günlüğüne işe gittiğim zaman öğrenmiştim.

Ne babam ne de annem onun saatlerce çalışmasına izin vermişti. Sırf, masada istediği yemeği gönlünce yiyebilsin, ona alınan kıyafetleri hak ettiğini düşünsün diye birkaç saatliğine galeride kalıyordu, o kadar.

Bu işe yaramıştı sahiden de. Annem akşam ne yemek istediğimizi sorduğunda bana fırsat vermeden istediği yemeği söylüyor, yeni aldığı kıyafetleri gelip bana gösteriyor, beni sinemaya götürüyor, hediyelere boğuyor ve zaman zaman bana, dondurma ısmarlıyordu.

Çok mutluydu. Onu hiç öyle, kaygısızca gülerken hatırlamıyordum.

Okulu olduğu için çalışma durumu da böyle sürdü gitti. Sadece hafta sonları, babamın yanında birkaç saatliğine takılıyordu ama bu onun için yeterliydi, aldığı paranın hakkını verdiğini, bu aileye olan borcunu biraz hafiflettiğini düşünüyordu belki de. Oysa hiçbirimize yük olduğu yoktu.

Annem onu çok severdi. Aramızdaki dengeyi öyle güzel kurmuştu ki ne dışarıdan bakan birisi Jimin'in annemin karnından çıkmadığına inanırdı ne de ben, Jimin'e olan ilgiyi aşırı bulup kıskanırdım. Hiç böyle bir dargınlık hatırlamıyordum.

Babam da zaten Jimin'i çok seviyordu. Anasının kuzusu olmadığıma kendimi ikna etme çabalarım babamın tavırlarıyla eriyip gitse de, onu kıskanıyor sayılmazdım. Belki Jimin'i daha erkek gördüğünden belki de bambaşka bir sebepten, o, aramızdaki dengeyi annem kadar iyi sağlayamadı. Jimin'le hep, benimle olduğundan biraz daha yakındı. Bu zoruma gitmiyordu çünkü beni de sevdiğini biliyor, hissediyordum. Sadece bana onun oğluymuşum gibi davranırken Jimin'e arkadaş muamelesi yapıyordu ve ben nasıl başardıysam onu kıskanmıyordum.

Güzel günlerdi. Yani, Jimin'in kapımızı çaldığı ilk gece ve onu takip eden sessiz günlerimizde duyduğum korkuların hiçbiri gerçekleşmemişti.

Annem bana olan ilgisini eksiltmedi, abur cuburlarım öyle hemen tükenmedi, arkadaşlarım Jimin'i bulduktan sonra beni terk etmedi, oyuncaklarımla oynama yaşımı geçirdiğim için onların yokluğu da beni öyle çok üzmedi. Aksine, her şeyden fazla fazla edinmeye başladım. Diyorum ya, dondurmalar bile...

İyiydik, güzel bir aile olmayı başarmıştık. Her şey Jimin liseye başlayana kadar böyle gitmişti. Sonra her şey birden oldu. Jimin birden büyüdü, galeride daha fazla çalışmaya birden başladı, benimle daha az vakit geçirmeye, asileşmeye, başını belaya sokmaya ve annemin dizine kıvrılıp onunla özel bir şeyler konuşurken saçlarını anneme okşatmaya birden başladı.

Pek bir şey anlamıyordum doğrusu. Jimin'in annemi sevdiğini hep bilirdim. Onunla yakın olduğunu, pek beceremese bile annesinin yokluğunu annemle doldurmaya çalıştığını, onu üzmemek için çabaladığını bilirdim. Yine de ergenliği o kadar sorunsuz geçmemişti işte. Bir şekilde annemi üzdüğünü görüyordum. Annem üzüldüğünde çok belli olurdu bu. Ve her nasılsa, beni davet etmedikleri o, dize uzanmalı seansların sonunda ikisi de birbirlerini eskisinden daha çok seviyormuş gibi çıkarlardı odadan.

Bir defasında, doğru hatırlıyorsam eğer, Jimin'in babası hapishaneden evimize mektup gönderdiğinde annem Jimin'in, onun yanında sigara içmesine izin vermişti ve saçlarını okşamıştı. Jimin on yedi yaşında falandı.

O zamanlar anneme, yanında hüzünlenecek kadar kıymet verirdi ama ağladığını hiç hatırlamıyordum. Sonra da zaten annemle iletişimini azaltmaya, onun dizlerine artık uzanmamaya ve yemeklere öyle sık katılmamaya başladı.

Kendimi biraz daha büyük hissettiğim zamanlardı. En azından Jimin'i, artık çocuksu bir empatiyle değil de büyük birinin çözümlemeleriyle izliyordum. İnsan büyüdüğünü öyle kolay anlamazdı herhalde ama ben o gün anlamıştım.

Dizlerime başını yasladığı ilk seferdi. Onu, yüzünde neyin sebep olduğunu bilmediğim yara izleriyle, bize taşındığından beri ilk defa böyle görüyordum. Bahçedeydi, çöpü dışarı atmak için çıktığımda görmüştüm; içeri girmek yerine merdivenlere oturmuş, sigara içerken.

Başta ne olduğunu pek anlamadım, aptal aptal, içeri neden girmediğini sordum ona. Yüzüme baktı, sigarasından içine derin bir nefes aldı ve benim olmadığım bir yöne dumanını verirken omuzlarını salladı. Biz de biraz uzaklaşmıştık. O, benden uzaklaşmıştı ve bu beni kahrediyordu.

Jimin'i çok seviyordum.

Artık birlikte Harry Potter izlemesek de ya da öyle sık dondurma yemesek de onu çok seviyordum. Birlikte öylece oturup okuldaki öğretmenlerden bile bahsetmek, onunla yaptığım için dünyanın en keyifli aktivitesiydi. Bundan mahrum kalmıştım. Jimin'i o kadar çok özlüyordum ki o yanımdayken başını ne tür belalara soktuğunu sormak yerine, hiçbir şey olmamış gibi davranıyordum.

O gün, sigarasını bitirir bitirmez "Dizlerine uzanabilir miyim?" diye sordu. İlk defa bana sormuştu. Kalbim tekledi, o zamanlar ona soru sormaktan o kadar çekiniyordum ki başımı salladım. Eve girmek istemedi, orada, o merdivenlerin en üst basamağında, dizlerime uzandı.

Jimin'i çok seviyordum, Jimin'e aşıktım. Bunu, başını dizlerime koyduğu an anladım.

O senemiz böyle geçti, ödünç aldığı bir tişörtümü yanlışlıkla yırtıyor, dizlerime uzanıyordu. Bana verdiği bir sözü unutuyordu, ertesi gün gelip dizlerime uzanıyordu. Aramızda sessiz bir anlaşma imzalamış gibiydik. O ne zaman dizlerime uzansa, yaptıklarını affetmem gereken bir anlaşma. Dizlerime uzandıysa küslük bitti demekti. Dizlerime uzandıysa artık ona soğuk davranamazdım. Dizlerime uzandıysa yaptığını unutmalıydım.

Dizlerime uzanmasa da zaten bunları yapıyordum. Onu affetmek için bahane arıyor, barışmak için can atıyor, yaptığı hataları unutabilmek için yapacağı sıcak bir hareketi bekliyordum.

Ona çok aşıktım.

Jimin on sekiz yaşına gelene kadar bu böyle devam etti.

Geçtiğimiz seneden beri, yaptığı hataları dizlerime uzanarak bana unutturmak yerine, telafi etmeye başlamıştı. Zaten artık, birlikte o kadar az zaman geçiriyorduk ki bana karşı hata işleyebileceği öyle çok şey olmuyordu. Sürekli işteydi, sürekli çalışıyordu.

Son birkaç aydırsa hiç olmadığı kadar yakınımdaydı.

Kokusunu duyacağım kadar yakınımda...

İlk defa kollarının arasında uyandığım o sabah, rüyamı düşünüyordum, annemin beni neden dizlerine yatırdığını düşünüyordum, Jimin'in, anneme o günlerde neler söylediğini düşünüyordum. Jimin'i neden, annemi gördüğüm bir rüyada bile hatırlayacağım kadar çok sevdiğimi düşünüyordum.

Ben aklımda anılar, bir süre daha Jimin'in kollarında kalabilme ümidiyle, uyuyormuşum gibi yapmaya devam ettim. Oysa birazdan Jimin uyanıp rahatsızca yerinde kıpırdanmaya başladı. Başımı göğsünden kaldırıp ona baktım.

Biraz hüzünlü gibiydi. Ya da yeni uyadığından biraz mahmurdu. İkincisini düşünmek istedim. Her şey yeterince yorucuydu.

Göz göze geldiğimizde, ben ağzımın pis koktuğunu düşünerek biraz geri çekilmeye çalışırken "Seni boğdum mu?" diye sorup beni durdurdu. Sanki gerçekten böyle düşünmüş gibi hala boynuma ve sırtıma sıkı sıkı sarılmış olan kollarını, tutuşunu gevşetti. Hafifçe şişmiş, küçük gözleri, ne hissettiğimi okuyabilirmiş gibi yüzümde dolaştı.

Omuzlarımı silkeledim, belli ki ağzımın kokusunu almıyordu. Kaçmam anlamsızdı. Orada öyle, Jimin kollarını bana dolamış ve annem gibi kokuyorken kaçmayacaktım. Sorusuna ithafen kafamı sağa sola salladım ve yatakta biraz yükselerek onun hizasına geldim. Kafamı yastığına, onun kafasının birkaç santim ilerisine yasladım.

"Eskiden annemin dizlerine uzanıp bir şeyler konuşuyordun, hatırlıyor musun?"

Birden sormamı beklemiyormuş gibi önce bir saniyeliğine afalladı, sonra da kafasını aşağı yukarı salladı, hatırlamaması imkansızdı zaten. Sonuçta çok da eskiden değildi, iki üç sene önceydi sadece. Gerçi bazen her şey çok uzak geliyordu. Şu birkaç haftanın bile üzerinden asırlar geçmiş gibiydi.

"Onu özlüyor musun?"

Başını bir defa daha aşağı yukarı salladı ama bu defa bu cevapla yetinmek yerine "Çok özlüyorum." diye ekledi. "Dün gece annemi rüyamda gördüm." dedim ben de. Rüyayı anlatmak istemiyordum ama böyle bir rüyada bile onun olması artık içimde tutmaya dayanabileceğim bir şey değildi. Bilsin istiyordum. Kendini affettirme olayını bir kenara bırakıp, bana koşsun istiyordum. Onu istiyordum. Onunla böyle sabahlar istiyordum.

"Senden bahsettim ona."

Yüzünü buruşturdu. Anneme ondan bahsetme fikrinden nefret ettiğini sandım ama bir saniye sonra gözleri dolunca bu buruşukluğun rahatsızlık veren bir histen ziyade, acı veren bir histen kaynaklandığını anladım. Gözleri dolu dolu, bana gülmeye çalıştı. Beceremedi.

"Sanırım anneme, hep senden bahsetmek istemiştim."

Suratında o kendine has anlayışlı, merhametli ifade belirdi. Boynuma sardığı elini çıkarıp saçlarımı biraz alnımdan geriye taradı. Gözlerine daha geniş bir açıdan baktığım için mutlu olmuştum.

"Jungkook, benim yine bir süreliğine gitmem gerek." dedi. Bunu biri ona zorla söyletiyormuş ya da gerçekten işkence görüyormuş gibi zar zor söylemişti. Midem bir takla attı içimde, reflekse ona biraz daha sokuldum.

"Lütfen, gitme." dedim, bu bana rüyamı hatırlatınca yine ağlamak istedim. Anneme de böyle yalvarmıştım, gideceğini bile bile. Jimin de gidecekti. Biliyordum. Ona yalvarmam, beni önüne daha açık sermek dışında bir işe yaramayacaktı. Kendime engel olamadan ve yalvardığım için kendimi dövme isteğim gün yüzüne çıkmadan hızlı hızlı konuştum yine de. "Lütfen gitme, Jimin. Tüm bu uzaklaştırma süresini seninle geçirmek istiyorum."

"Çok sürmeyecek." dedi, dilimin ucuna kadar gelen tüm soruları yuttum. Onları sorarak vakit kaybetmek istemiyordum. Gitmemesini söyleyerek de... Sadece, Jimin'e sokulmak istiyordum. Ona sokulmak, kokusunu, sıcaklığını duymak...

Gözlerimden süzülen birer damla yaşı yakaladı. Baş parmağıyla usul usul sildi ve gözlerinin içine kadar gülümserken "Ağlamandan nefret ediyorum." dedi, iç geçirdim. "Ama ağlarken o kadar sevimlisin ki..."

Şakayla, omuzuna vurdum. Gözlerimi avuçlarımın içine bastırıp ağlamamı durdurmaya çalıştığımda kıkırdadı. Yorganın altındaki bedenimi, bedenine yaslayarak benimle alay etmesini durdurdum. Ellerimi gözlerimden çektiğimde bana inanılmaz bir ilgiyle bakıyordu. Gözlerini yüzümde dolaştırdı durdu, dudaklarıma gelince yutkundu.

"Oranı buranı öpmek istiyorum, yine."

Güldüm ama hala inanılmaz ciddi olduğunu görünce durmak zorunda kaldım. Bakışları bana, ağlayınca, dudaklarımın kızarıp şiştiğini hatırlatmıştı. Heyecanlandım. Uyanalı birkaç dakika geçmiş olmasına rağmen sanki sabahtan beri koşuyormuşum gibi kalbim hızlandı.

Bir saniyeliğine durup düşündüm. Hiç yardımı dokunmadı.

Çok konuştuğumu biliyordum yine de ağzımın koktuğundan endişe ediyordum ve doğrusu uyandığım ilk saatlerde ağzımın tadını pek sevmiyordum. Beni gerçekten öpeceğinden değil... Öper miydi bilmiyordum. Öpse bile ağzımdaki tadı alacak kadar ileri gider miydi?

Karnım ağrıdı, ona zar zor "Oramı buramı öpebilmen için," dedim. Bakışlarını, bunu yapmakta gerçekten güçlük çekiyormuş gibi gözlerime çıkardı. "Verdiğin sözü tutup işlerini hemen halletmen ve dönmen gerekecek."

"Seni tam şimdi öpmek istiyorum." dedi, kalbim o kadar hızlı atmaya başladı ki durdu sandım. Sanki göğüs kafesimden çıkıp derime yerleşmiş gibiydi. Hep oradaymış, oradan başka yere hiç uğramamış. Tenime öyle hızlı vuruyordu ki, vurmadığı zamanları seçemiyordum.

"Bana veda ediyormuşsun gibi geldi." dedim, sesimi bulmayı başardığımda. Gerçekten öyle geldiği için yeniden ağlamaya başlayıp tüm anı mahvettim. Ama bir yandan da buna sevinmiştim. Eğer beni gerçekten öpmek istiyorsa döner gelirdi. Eğer beni gerçekten öpmek istiyorsa bana veda etmezdi. Dönmesi için bir sebebi vardı artık, değil mi? Hem neden gitmesi gereken yer korkunç bir yermiş gibi davranıyordu?

Telaşla yaşlarımı silmeye, beni ona bakmam için ikna etmeye çalıştı ama hem ellerinden hem de bakışlarından kaçıp ona sarıldım. Başımı omuzuna yasladım. Sürekli ağlamaktan nefret ediyordum. Onun karşısında ağlayıp durmaktan nefret ediyordum.

Ben sakinleşene kadar bekledi. Saçlarımı okşadı, ikimize de ümit veriyormuş gibi hissettiren birkaç kelime etti. Uzun uzun sarıldı bana. Biraz toparlandıktan sonra kahvaltı edip birlikte birkaç saat geçirdik, öğlene doğru gitti.

Öteki gidişlerinden farklı bir şey oldu ama, bana mesaj attı. Bir şiir alıntısı;

"kalbinden gövdene yürüyen utangaç karıncayı seviyorum. senden ayrılanı seviyorum, sana kavuşanı seviyorum."*

İnternetten aratıp şiirin tamamını okudum, her mısrasında bulduğum umut, bana Jimin dönene kadar yetti.

***

* şükrü erbaş - cam ile taş şiirinden.

Continue Reading

You'll Also Like

95.5K 7.3K 45
Uyuşturucu bağımlısı bir kadın ve ona aşık olan Kerem Aktürkoğlu. • º • º • º • º • º • º • º • º • º • º • Başlangıç - 08.06.24 Bitiş - 1...
114K 13.3K 34
değişiyorsun, dayanamıyorum
115K 7.9K 39
"Bir bilsen ne kadar zamandır şunun hayalini kurduğumu." Şakağıma doğru bir öpücük daha kondurdu. "Seni doyasıya öpüp koklamayı." Ardından yanağıma i...
530K 47.5K 36
Kore'nin nesillerdir düşman olan iki sürüsü; Kim'ler ve Jeon'lar aynı davete katılır. Beklemedikleri şey ise attığı yumruk ile ruh eşi oldukları orta...