Anılardan Anılara İnce Çizikl...

By mermaidsareal

109K 12.4K 23.2K

seni kendimden tanıdım çocuk; yüreği sürekli çiğnenen bir yol. gövdesi acılardan acılara köprü. biraz öfke, b... More

neden kimse sana benzemiyor?
susmak ve beklemek müthiş, genciz namlu gibi.
yıllar gözlerinden hiçbir şey eksiltmedi, ben biraz daha yenildim.
dayanamam, kıskanırım seni. paylaşamam.
içim çok özledi seni.
her cevabım sensin, hem de her bilmecem.
yokluğun da varlığın da yetmiyor.
ah içimizde ne aç hevesler. arada hicaz, arada caz nefesler.
bir küçücük kumru kuşu büyüttüm, göğsümün gizlisinde.
nasıl da yılları buldu, bir mısra dolu maceram.
biri gelişin, dünyayı isteyen sorular. öteki gidişin, kırılmış kirpik tufanı.
biz sadece aynı yere saklanan iki çocuktuk, sen benim en güzel rastlantımsın.
güleriz, unuturuz öleceğini annelerimizin. annem ölürse bana sarıl.
ismimi fısıldayan, bazen şarkı mırıldanan o ses yok, gülüş yok.
sözlerim acıtır, gözlerime bakma. tek bir söz söyleme, varsa az utanman.
ben böyle sığındım sana, böyle kuş gibi.
bir gülsen ağlayacağım, bir gülsen kendimi bulacağım.
korkular da benim, umutlar da. beni bırakma.
gitme, ölürüm. gözlerinden, gözlerinden olurum.
kaç ayva sarardı, kaç kız sevişti. gelmemiş kimselerin.
değiştim, sanki içimde bi şeyler öldü. istesem de dönemem geriye.
hangi kahpenin hançeri, saklı hançeri yaranda?
döşümde yıllarla büyüttüğüm acı, ben ki yıllardır bir seni bilirim.
sana gelicem beklemelerin bu acılı durağından. bu giz, bu karanlık biticek.
sargın yaprakmışım, dallarına. yangın toprakmışım, yağmurlarına.
ayyaş ruhum sayıklıyor, her zerrem sende çarpıyor.
sanırsın ki sende kendimden bir şeyler biriktirmişim.
bir sen varsın güvenebileceğim. bilen, anlayan, bağışlayan. gökyüzü kadar engin.

yanlış karar yok, işin özünde sen beni istemedin.

2.6K 396 937
By mermaidsareal


***

dünyanın en güzel yeri, senin yanın evet ama gelmek yasaktır bana.
sen dünyanın bi ucunda, ben ellerim avucumda, kaldım bu boş diyarda.

***

Hayatım tersine döneli, iki buçuk hafta olmuştu. Ne ev, cenazenin ilk günlerinde olduğu kadar kalabalıktı ne de ben bir daha o kadar dağılmıştım. Annemin yokluğunu, her geçen gün daha çok hissediyor olmama rağmen iğrenç bir yanım hayata tutunmayı başarmış, beni bir şeylere alıştırmıştı. Okuldan döndüğüm günlerin bazılarında anahtarımı cebimden çıkarmak yerine, annemin açacağı yanılgısıyla zile basıyor, karşılık alamayınca alıştığımı sandığım o yoklukla yeniden yüzleşiyordum ya da yemek yapmak zorunda olduğum her seferde, elimi kolumu yaktığım bahanesiyle ağlıyor, gözyaşlarım yüzünden hep, parmağımı kesiyordum ama yaşıyordum işte. Üstelik hiç, o günkü kadar kendimden geçmemiştim. Okula gidip geliyor olmam kafamı dağıtmama yardımcı oluyordu belki de.

Babam neredeyse, eve uğramaz olmuştu. Erken geldiği günlerde benimle eskisi gibi vakit geçirmeye çalışsa da aramızda garip bir soğukluk vardı. İkimiz de acımızı kabuğumuzda çekmeye karar verdiğimizden ne konuşacağımızı pek bilmiyorduk. Önemsiz şeyler için bile evdekilere mızmızlanan biri olduğumdan bu durum benim için diğer her şey gibi yeni ve tuhaftı. Ne yapmam gerektiğini bilmiyordum. Bunu ona hiç açmıyordum ama sanırım benimle dertleşmediği için babama kırılıyordum içten içe. Belki o da bana kırılıyordu, hiç söylemediğinden anlayamıyordum.

Çocuklar bizde yatmayı geçen hafta kesmişti. Hepsinin de okulu, işleri vardı bu yüzden ilk günler verdiğim tepkiyi vermek yerine daha olgun davranmıştım. Hatta onları evimden kovduğum bile söylenebilirdi. Yine de Namjoon, alarmla uyanamadığım için okula birkaç kere geç kaldığımı duyduğundan beri sabahları benimle birlikte yürüyordu.

"Senin başına böyle bir şey gelseydi, Rin yanında olur muydu?"

Yine o sabahların birindeydik. Okulun tatil olmasına birkaç ay kalmıştı, buna seviniyordum çünkü okulda neredeyse kimseyi tanımazken birden herkesin parmakla gösterdiği, acıyarak baktığı biri haline gelmiştim. Bu da insanların bana acımasından nefret ettiğim için sürekli tetikte olmamı sağlıyordu. Onlara iyiymişim gibi görünmeye çalışıyordum bu yüzden de sürekli gülüyordum. Rol yapmak zorunda olduğum için de Jimin, eve gelmediği gibi okula gelmediğinden de her şey iki katı berbattı. Hayatım tersine dönmüştü sahiden. İki buçuk haftadır çok yorgundum.

Aklım ben önleyemeden Jimin'e kaydığında, yanımda sessizce yürüyen Namjoon'a "Senin başına böyle bir şey gelseydi, Rin yanında olur muydu?" diye sormuştum. Bir an konuşmamı hiç beklemiyormuş gibi şaşırdıktan sonra şüpheli gözlerini üzerimde dolaştırarak ne cevap vermesi gerektiğini düşündü. Sorduğum soruyu hangi amaçla sorduğumu anlamaya çalışıyormuş gibi görünüyordu. Jimin'le ilgili sorduğumu bildiğine emindim, onu Rin ile metaforlaştırarak soruşum hakkında ne düşüneceğiyle de ilgilenmedim. Hatta güldüm bile. Hiç istemediğim halde sokağın ortasında bir kahkaha attım.

"Gelirdi, değil mi?" dedim. Namjoon, Rin konusu açıldığında onunla çok alay ettiğimizden bizimle ilişkisini çok paylaşmazdı ama bu kadar zaman ayrı iki ülkede, ayrı dilleri konuştukları halde bir ilişki yürütmeyi başardıklarına bakınca gayet iyi olduklarını kestirebiliyordum. Muhtemelen gelirdi, sırf Namjoon'a sarılmak için bile olsa gelirdi.

Namjoon yine bir cevap vermedi, ben de aldığım sessiz cevabın aklımdakilere karışmasına izin verirken yürümeye devam ettim. Rin Japonya'dan kalkıp gelirdi, Jimin'in nerede olduğunu bilmiyordum ama ülke sınırları içinde olduğuna emindim oysa bana sarılmak için gelmemişti. Yolunu gözlemeyi zaten bırakmıştım, sadece merak ediyordum.

Dönse bile bunu ona asla sormayacağımı bile bile böyle önemli bir zamanda beni yalnız bırakmasının sebebini deli gibi merak ediyordum.

Bazen, en büyük düşmanım olduğunu kanıtlamak ister gibi beynim, gezideki anılarımı çıkarıyordu çekmecelerinden. Kamp ateşinin etrafındaki flörtleşmemizi, kasığının kasığıma değdiğini hissettiğim andaki o elektrikli yabancı hissi, elimi tutuşunu, gözyaşlarımı silişini, ayak bileğime pansuman yapışını... Hepsini uydurduğumu sandığım kadar yoktu şimdi.

Annem için ağlayarak kotayı doldurduğum için olsa gerek, Jimin'in yokluğuna ağlayamıyordum. Aklım sürekli ona kayıyor, gözlerim her yerde onu arıyordu ama ona o kadar kırgındım ki ağlayamıyordum. İçten içe ondan nefret ettiğimi, en azından nefret etmem gerektiğini düşünüyorsam da adı dilimin ucuna geldikçe artık aşinası olduğum o acının kucağında kıvranmaktan başka bir şey yapamıyordum. Ondan nefret etmekten fazlaca uzaktım.

Somut bir delile ihtiyacım varmış gibi sormuştum bu yüzden Namjoon'a. Evet deseydi belki Jimin'den nefret edecektim ama o sustu. Sanki evet demesinden korktuğumu bilmiş gibi, aslında istediğimin "İnsanların imkanı olamayabilir." cümlesini duymak olduğunu hissetmiş gibi sustu. Ne Jimin'den nefret edebilmem için somut bir delil tutuşturdu elime ne de umutlanmamı sağladı.

Yanımda sessizce, okul binasına kadar yürüdü, anca, ben kapıdan içeri girmek üzereyken derin bir nefes alıp verdikten sonra "Jungkook." diyerek beni durdurdu. Hangisini tercih ettiğinin merakı içinde, söyleyeceği şeyi duymak için bekledim. Bana umut mu verecekti, nefretin tohumunu mu?

"Rin gelirdi," dedi. Kalbimi alıp avucunun içinde ezdiğini biliyormuş gibi suçlulukla gözlerini benden çekmişti. Yutkundum. Ağzından ama ile başlayan bir cümle dökülsün diye, dizlerinin üzerine çömüş bekleyen içimdeki çocuğu, elinden yakalayıp okul bahçesine benimle birlikte sürükledim. Namjoon bize, böyle bir umudu vermeyecekti çünkü evrenin hiçbir köşesinde böyle bir umut yoktu.

Geçmişti. O korkunç günleri gerimde, Jimin'siz geçirmiştim. Hiçbir bağlaç o kolları, bedenime bağlayamazdı. Bağlasa bile bir önemi yoktu bunun çünkü geçmişti. Namjoon da durumun pekala farkındaydı, yalan söylemesi işleri daha da kötüleştirmekten başka bir işe yaramazdı.

Gelmek isteyen insan, dünyanın öbür ucunda da olsa gelirdi. Park Jimin gelmemişti. Bununla bir defa daha yüzleşmek zorundaydım. Artık büyüdüğümün ispatı gibi gözlerim bile dolmadan okul binasına doğru yürüdüğümü fark ettiğimde, aslında bununla çoktan yüzleştiğimi anlamıştım.

Bir bakıma, içimdeki o umut açı çocuğa istediğini vermediği için Namjoon'a minnettardım. Oturduğu yerden hiç kalkmadan Jimin'i bekleyen, söyleyeceği bütün yalanlara inanmaya hazır, döner dönmez onu affedecek bir çocuğu artık içimde istemiyordum.

Park Jimin'i artık istemiyordum.

Derin bir nefes alıp verdim, okula adımlarken sanki başka bir yerlere bakınca üzerimdeki bakışlar da çekiliyormuş gibi, dümdüz yürümeye devam ettim. Kapıdan içeri girmek üzereyken nihayet Taehyung'la karşılaştığımda omuzlarımın düşmesinden ne kadar gerildiğimi anlamıştım. İnsanların bakışından gerçekten nefret ediyordum.

Kısaca selamlaştıktan sonra birlikte kantine geçmiştik. Son iki haftadır, evde kahvaltı etmediğimi bildiğinden o da yurdundan bir şey yemeden çıkıyordu. Kantinde oturup dersten önce takılmak ikimiz için artık alışkanlık haline gelmişti.

Nasıl bir suratım vardı bilmiyordum ama masaya karşılıklı oturduğumuzda Taehyung, beni uzunca bir süre inceledi. Kaçmaya çalıştığım bakışlarına direnmeyi kesip "Ne bakıyorsun öyle?" diye sordum, omuzlarını silkeledi.

"Kötü bir rüya falan mı gördün?" dedi. Kaşlarımı kaldırdım, Namjoon'un elime tutuşturduğu o somut delil içimi karartmıştı ama işi alaya vurmaya çalışarak "Herkesin bakışlarını üzerimde hissettiğim bir okul bahçesine giriyordum." dedim, bu beni çok geriyordu. Yalan sayılmazdı söylediğim. "Berbat bir rüyaydı."

Omuzlarını düşürdü. Yemediğini biliyordum ama üstelemedi. Nedense onunla az önceki düşüncelerimi, Namjoon'a sorduğum soruyu paylaşmak istemiyordum. Olanlardan sonra zaten Jimin'i, aramızda hiç konuşmamıştık. Her şeyden vazgeçtiğim şu günlerde de konuşup içimde yerini açmaya çalıştığım nefreti hemen def etmek istemiyordum. Jimin'i konuşup, yaşayıp, hatırlayıp yeniden istemek, özlemek düşüncesi yorucu geliyordu. Zaten yeterince yorgundum.

Taehyung da bu sessiz ricamı, cenazeden beri yerine getiriyordu zaten. Yine sustu. Sessiz bir biçimde kahvaltımızı edene kadar da konuşmadı. Kantinden çıkıp sınıfa girdiğimizde "Jaewon bugün okula gelmiş." dedi, omuzlarımı silkeleyerek "Biliyorum." diye karşılık verdim. Artık birbirimizde telefon numaralarımız vardı. Cenazeden sonra ilgisini kesmediği için onunla sık görüşmüştüm. Son sınıf olduğundan sınava hazırlanıyordu, okula sık uğradığı söylenemezdi. Geldiğinde mutlaka çıkışta bir şeyler yapıyorduk. Bundan rahatsız da değildim.

Bana Jimin'i hatırlatması dışında bir sorun yoktu. Benimle flörtleşmeye çalıştığı her seferde farkında olmadan ondan kaçıyordum. Rahatsız hissettirmiyordu dediğim gibi. Sadece... Bütün bunları Jimin'le yaşamak isteyen aptal yanım yüzünden aramıza istemsizce set örüyordum.

"Bana mesaj attı."

"Çıkışta onunla görüşeceksin yani."

Şakacı bir biçimde gülerek omuz attığımda Taehyung, gülüşüme karşılık vermek yerine bana kantindeki gibi uzun uzun baktı. Aramız soğuk değildi ama konuştuğumuz konulardan Jimin'i eksilttiğimiz için yine o eski, suspus günlerimize dönmüştük. Taehyung aramızda imzaladığımız sessiz anlaşmamızı da bu suskunluğu da ilk defa bozarak "Jimin'in inadına kendini üzecek şeyler yapma." deyince bu yüzden şaşırdım. Gülümsemem yüzümde dondu kaldı. Kaşlarımı çatarken onun inadına bir şeyler yapmadığımı söyleyecektim ama içimde biri bana engel oldu.

Jaewon'la neden görüştüğümü tam olarak bilmiyordum.

Aramızda hiçbir sınır aşılmamıştı. Arkadaşların yapmaması gereken hiçbir şeyi yapmamıştık. Sadece buluşuyor, bomboş şeylerden konuşuyor, vakit öldürüyorduk. O ara sıra benimle flörtleşiyordu ben de olması gerekenin aksine Jimin'i hatırlayarak kendimi geri çekiyordum. Saçma bir soğuklukla da birbirimizden ayrılıyorduk sonra. İki haftadır durum böyleydi. Jimin'in inadına olmadığını biliyordum ama boş olduğunu iddia ettiğim buluşmalara neden gittiğimi yine de tam olarak açıklayamıyordum.

Taehyung'un dedikleri canımı sıktığından günü pek bir şey konuşmadan bitirmiştik. Jaewon'u bir mesajla ekip eve yürümüştüm çıkışta da.

İçimde garip bir his vardı; Jimin'den nefret etme fikrinin bana bu kadar uzak oluşundan mı Taehyung'un uyarısı yüzünden mi bilmiyorum, garip hissediyordum. Kırgın olmaya alışmıştım artık ama nasıl kızgın olacağımı bilmiyordum.

Jimin'den nasıl nefret edilir, bilmiyordum.

Sonunda eve geldiğimde dalgındım. Dediğim gibi, arada sırada aklımı kaybediyordum. Unutuyordum. Evren, annemin yokluğunu bana unutturup yeniden hatırlatarak her seferinde aynı acıyı çekmeme göz yumuyordu. Yine öyle olmuştu. Okuldan döndüğümde anahtarlarımı çantamdan çıkarmayı akıl etmek yerine zile basmıştım. Ama bu defa, ben olan bitenle sarsılıp anahtarıma ulaşmadan önce, kapı sonuna kadar açılmıştı.

Park Jimin, kolunu tuttuğu kapının gerisinde, hiç gitmemiş gibi bekliyordu.

Sanki karşımda duran bir hayaletmiş gibi, onun o yorgun kahveleriyle gözlerim çakıştığı an yerimde sıçradım. Titrek bir nefes çekti içine, belki nefesi titremese karşımdakini gerçekten hayalet sanırdım.

Gelmişti.

Daha bu sabah, ondan nefret etme kararı aldığım bu sabah sonunda onu bana getirerek bir çelme takmıştı ayaklarıma. Dizlerimdeki gücün çekildiğini, böyle kuvvetli bir çelmenin beni yere sermek üzere olduğunu fark ettiğimde karşısında düşmeyeyim diye Tanrı'ya yalvardım. Sanki bacaklarımdaki tüm kan, karnıma toplanmıştı. Ne dizlerimin varlığını hissedebiliyor ne de artık duymaktan nefret ettiğim o garip ağrıyı karnımdan def edebiliyordum.

Nefes almaya çalıştım ama Jimin yerine adını koymaktan nefret ettiğim hislerim gövdeme doluşmuştu. Her şey o kadar sıkışıktı ki doğduğumdan beri sahip olduğum refleksi yitirdim. Ciğerlerim acıyla kavruldu. Uzun bir süre boğuluyor gibi olurken nefes alamadım.

Titreyen ellerimle, güç bulmaya çalışarak okul üniformamın ceketine tutundum. Karşısında yutkunmamak için direniyordum. Gerçekten burada olup olmadığını test etmek istedim ama gücüm sahiden çekilmişti, bir adım bile atamadan orada öylece, onu izledim.

Zayıflamıştı. Karnım ağrıyordu. Elmacık kemikleri küçülmüştü, her zamanki beyaz tişörtü üzerinde, yakasını iyice açıkta bırakacağı kadar salaş duruyordu. Ellerim titremeye devam etti. Burun kemerinin üzerinde bir yarabandı vardı, alt dudağında ve sol kaşında da kurumuş bir yaranın izi. Hala nefes alamıyordum. Buradaydı. Kapının koluna tutunan elinin, sargılı olduğunu o an fark etmiştim. Dizlerimi hissedemiyordum. Her zamankinden daha kötü görünüyordu. En az benim kadar dağılmıştı sanki. Buradaydı.

"Gelmeyecek misin?"

Sesi bile dağınıktı. Bana yaklaşacağı zaman hep bu çekingen, kırık tonla konuşurdu ama bu defa sesine gizlenmiş bir soğukluğu da duymuştum. Birkaç adım ötemde olmasına rağmen aramızda engebeli yollar, sıradağlar varmış gibi hissettirmişti. Kaç adım atarsam atayım ona erişemeyecekmişim gibi.

Cevap vermedim çünkü cevap verebilecek bir durumda değildim. Ses tellerimin titreşebilmesi için havaya ihtiyacım vardı üstelik ağzımı açsam, gelmeyen sendin diyecekmişim gibi hissediyordum. Bakışlarımı ondan kaçırdım. Derin bir nefesi, ne düşüneceğine aldırmadan içime çekmeyi başardıktan sonra bir şey söylemek için kullanacağım enerjiyi, bacaklarıma gönderdim ve yanından öylece geçerken kendimi, ölüyormuşum gibi bir yorgunlukla içeri attım. 

İnanamıyordum. Galiba vücudumun doğal olarak verdiği tepkilerin yanında, hareketlerimle bir tepki veremeyişimin sebebi, burada olduğuna inanamadığımdandı. Gelişini de tıpkı annemin gidişi gibi tam olarak anlayamamıştım.

Anlamak da istemiyordum. Daha gelmiş olmasına inanamazken yeniden gideceği anı düşünüyor, aynı yüklerin altına bir defa daha girmeyi göze alamıyordum. Gelmemeliydi. Beni, ondan nefret etmeye çalışırken yalnız bırakmalıydı. Onu affetmek için yanıp tutuşan içimdeki çocuğa, istediğini vermemeliydi.

Odama girip bir an önce ondan kaçmak istiyordum. Çünkü onunla göz göze geldiğim birkaç dakika bile beni inanılmaz yormuştu. Nefret etmeyi bile beceremediğim kadar sevdiğim birini bile, bana yaşattıkları yüzünden affedemiyordum. Bedenim iki ayrı parçaya bölünmüş gibi hissediyordum. Kalbim de o iki parçanın arasında hırpalanıyor, dayak yiyordu. Yorulmuştum. Ona kırılıp durmaktan da tüm bu karmaşadan da çok yorulmuştum.

Bu yüzden hemen odama geçmek istedim. Yorganımın altına girdikten sonra içimden geldiği gibi ağlarken Jimin'in yine gitmesini, varlığını unutmayı istedim. Oysa beni "Karnın aç mı?" diye sorarak yarı yolda durdurdu.

Sesindeki kırık tınının, soğukluğunu bastırdığını fark ettiğim an aptal kalbim bir saniyeliğine yerinde sıçradı, emretmiş gibi olduğum yerede kalakaldım. Boğazım kupkuruydu. Konuşmaya yeni başlayan bir bebeğe dönüşmüştüm sanki; ağzımı açar açmaz saçmalayacağımı bildiğimden bir süre ona cevap vermedim. Oysa sorduğu basit bir soruydu. O soruyu cevaplamaktan bile acizdim.

Yüzümü yüzüne dönmeden önce ciğerlerimi havayla doldurdum. O dağınık görüntüsüne bir defa daha şahit olmak canımı acıtmıştı. Kafamı sağa sola salladım. O saniyelerde içimdeki savaşın alevlendiğini hissediyordum. Bir yanım açmadığı halde kollarının arasına girerek iyi olmadığımı ona anlatmamı, belki biraz ağlamamı, ötekiyse önüme buzdan bir duvar örmemi söylüyordu. Gözlerimi yumdum.

"Aç değilim." dedim, kurumuş boğazımı temizlemem gerektiği için vücudumdan nefret ediyordum ama yine de ağlamadığım için şanslıydım. Sesini duyduğum an içimde biriken tüm o duygu yoğunluğu kalbime kadar tırmandığından ağlarım sanıyordum oysa. İçimdeki iki tarafın savaşında, ilkinin yanında olurum sanıyordum. Bana nasılsın diye sormasını beklediğim her gün kadar, başıma gelenleri anlatırım, kollarımı, parmaklarımı gösterir, nazlanırım, zamanında o üzgünken yaptığı gibi dizlerine uzanıp saçlarımı okşatırım, ona nerede olduğunu sorarım sanıyordum. İyi değilim demesem bile, en azından, gördüğün gibiyim dermişim gibi geliyordu. İyi görünmüyordum da zaten. İyi olmadığımı söylemenin, hissettirmenin, göstermenin bir yolunu bulurum sanıyordum.

Ama öyle olmamıştı. Sesim, beni inanılmaz şaşırtırken buz gibiydi. Aklım ilk defa kalbimden önce davranarak duruma müdahele etmiş, ben istemeden kelimeleri ağzımdan çıkarmıştı bile. Ona hep yaptığım gibi, yalan söyledim. Aksini adı gibi bildiğini göre göre yalan söyledim.

Kafasını aşağı yukarı salladı, ürkek bakışları misafir ettiği gözlerini benden çekip odada gezdirirken ona sarılmak isteyen çocuğun, kolları sızladı. Ona hala sarılmak isteyen bir yanımın olması, beni her şeyden çok yoruyordu.

Yine de karşımda böyle çaresiz hissetmesine dayanamadım. Az önceki soğukluğu sildiğimi düşündüğüm gözlerimle bana yeniden bakana kadar onu izledim. Buradaydı sahiden. Gelmişti, değil mi?

Bakışlarımız kesiştiğinde gözü seğirmişti. Titrediğine öyle sık şahit olmadığım eliyle, mutfağı işaret etti. "Bir şeyler hazırladım." dedi, "Uyumadan önce yemek istersin belki."

İçimden gülmek geldi. Haftalar sonra karşıma çıkıyordu ve ağzından dökülenler bunlar mıydı yani? Haftalar sonra, annem öldükten sonra...

Benden özür dilemiyor, gelmeyişinin nedenini söylemiyor, annem için bana baş sağlığı bile dilemiyordu ama aç olup olmadığımla ilgileniyordu öyle mi?

Gözlerime az önceki soğukluğun geri döndüğünü hissettim. İçimdeki tüm öfkeyi bir anda kusmamak için durdum, kendime direndim. O öfkeye ihtiyacım vardı. Bunca acıya rağmen karşımda olduğunu bilmenin beni heyecanlandırdığına bakınca o öfkeye kimseye olmadığım kadar ihtiyacım vardı. Hepsini bir anda üzerine boca etmek istemiyordum.

"Aç değilim, dedim." diye tekrarladım, anlayışımdan değil de soğukluğumdan cesaret bulmuş gibi, her yanımı yakan bakışlarını üzerimde usul usul gezdirdi, bana böyle hissettirmesinden tiksiniyordum. Basit bir hareketle, her şeyi unutmamı sağlamasından, beni titretmesinden tiksiniyordum.

"Okuldan yeni döndün." diye üsteledi. Bu oyuna daha fazla katlanamayarak "Niye geldin?" diye sordum, sesimdeki soğukluk hiç geçmemişti. Sormamı beklemiyormuş gibi kaşlarını havalandırdı. "Alman gereken eşyaları alıp yine gidecek misin?"

Eski merakımla alakası bile olmayan bir soruydu. Eskiden böyle soruları kendime engel olamadan ama acı içinde kıvranarak sorardım. Neredeydin, neden gelmedin, yine gidecek misin? Hepsinde aptal bir samimiyet vardı. Acı yüklü de olsa bir duygu. Kelimelerim benden önce onu özlediğimi bağırırdı. Ama bu defa öyle değildi. O kadar ruhsuz o kadar basit sormuştum ki yine ben bile şaşırdım. Jimin de şaşırdı. Öyle ki sık rastlayamayacağım bir görüntüye şahit oldum; yutkunarak gözlerini benden kaçırdı.

Bir saniye sonra boğazını temizlediğinde "Kalacağım." dedi, onunla yeniden aynı çatı altında bulunma fikri, heyecanımı arttırınca midem bulandı. Bu defa boğazımdan yükselen o alaycı kahkahayı tutamadım. Gözümden yaş gelene kadar güldüm hatta. İşin ucunu ağlamaya vardıracağımı fark ettiğim anda da kendimi durdurdum ve odadan apar topar çıkmadan önce "Bu eve ikinci gelişin." dedim. "Yine annen öldü, Jimin."

***

Arkamdan gelmemişti ama bir daha uzun bir süre gitmemişti de. Ağlamıyordu. Özür dilemiyor, bana sarılmıyor, bahane sunmuyor, aramızdaki soğukluğu giderecek hiçbir şey yapmıyordu. Ona olan nefretim nihayet içimde filizlenmiş, öfkemle birlikte büyümeye başlamıştı. Ne hazırladığı yemekleri yiyor ne yüzüne bakıyor ne de onunla sohbet ediyordum. Aslında onu yok sayıyordum. Sabrının tükendiği yere kadar da bu işi götürecektim, sabrı tükenenin ben olacağımı hiç bilmiyordum.

Okuldan çıktıktan sonra istemeye istemeye eve döndüğüm o günlerin biriydi, yine Jaewon'u ekmiştim. Neden ektiğimi bile bilmiyordum. Eve gelmeyi istemediğim halde neden onunla takılmadığımı anlayamıyordum ama buradaydım işte.

Zile bastığımda kimse kapıyı açmadı, birkaç gündür anahtar kullanmamaya alışmıştım. Bu biraz canımı sıktı, eve anahtarımla girdiğimde her zamanki yerinde Jimin'i bulamayınca daha da sıkılmıştım. Yiyecek bir şeyler hazırlamıştı ama evde yoktu. Hazırladıklarına elimi sürmeden, odama geçtim.

Bir süre yatağıma uzandım. Sırtüstü tavanı izliyordum. Sonra telefonuma bir bildirim geldi, yerimde doğruldum. Instagram'dandı. Jimin gittiğinden beri ondan haber alırım umuduyla telefonuma yeniden yüklemiştim uygulamayı. Ve onun bildirimlerini açmıştım.

Hikayesine haftalar sonra ilk kez bir şey eklediğini söylüyordu bildirim, titreyen ellerimle üzerine tıkladım.

Elinde bir bardak içki, kalabalık bir ortamdaydı. Yüzü gülmüyordu ama süslenmişti, iyi görünüyordu. Kalabalık bir ortamda. Süslü. Ve içkili.

Ben burada, darmadağınıkken o bir yerde partiliyor muydu? Annem öleli, üç hafta bile olmamıştı daha.

Nefretim, öfkem, can sancım... Hepsi birbirine karışarak bir yumak oluşturup boğazıma tırmandı. Ona soğuk olduğumu sanmakla ne kadar yanıldığımı, banyoya giderek kustuğumda anlamıştım. Jimin'in, hala bedenimin kontrolünü, benden metrelerce uzakta bile elinde tuttuğunu fark ettiğimde tüm o duygu yumağını, üzerine kendime olan nefretimi de katarak kusmuştum.

Kendimden nefret ediyordum. O orada partilerken ben onun yaraları için bile endişelenmiştim. Böyle hissetmekten, böyle zayıf olmaktan bu aptallığımdan nefret ediyordum.

Park Jimin'den nefret ediyordum.

Aptalca bir hırsla banyodan çıkıp telefonuma sarıldım ve Jaewon'a benimle buluşması için mesaj attım. Üzerimi değiştirdim, dişlerimi fırçalayıp ağzımı iyice çalkaladım. Parfüm bile sıkmıştım çıkmadan önce. Bütün hırsımla, sanki ayağımın altında kalbimle birlikte Jimin'i dövüyormuşum gibi bir hırsla buluşacağımız yere adımladım.

Jaewon benden önce gelmişti. Kafenin önünde beni bekliyordu. Adım seslerimi duyduğunda bakışlarını telefonunun ekranından kaldırdı ve yakışıklı yüzünü daha da çekici kılan bir gülümsemeyle bana baktı.

"Fikrini ne-"

Söyleyeceği şey her neyse hızlı adımlarımla üzerine yürüyüp yarıda kestim. Onu yakasından yakaladım, sokak arasına çektim ve tüm hırsımı çıkarır gibi bir hızla dudaklarına yapıştım.

Onu öptüm. Onu Jimin olmayışının verdiği öfkeyle, hırsla öptüm.

İlkimdi, ilk öpücüğümü Park Jimin'den başkasına vermiştim.

Bunun için onu, hiç affetmeyecektim.

***


medya beni aşırı mazilendirdi, üzgün biriyim.

Continue Reading

You'll Also Like

12.2M 590K 87
18 yaşında genç bir kızın yolu çıkmaz bir sokakta hiç kesişmemesi gereken bir adamla kesişti. Adam hayata ve mavi renge küskündü. Genç kızla beraber...
43.6K 3.7K 13
Kim Taehyung öğrencisine fazla mı ayrıcalık tanıyordu? Daha ona sınav cevaplarını verdiği kısma gelmedik. Yaş farkı !
26K 4.5K 13
"Başka birine aşık olmaktansa, fazlasıyla senin olmakla meşgulüm." "Bebeğim, ikimiz de biliyoruz."
23.3K 6.5K 12
panik atak jisung & hallederiz minho