Anılardan Anılara İnce Çizikl...

بواسطة mermaidsareal

109K 12.4K 23.4K

seni kendimden tanıdım çocuk; yüreği sürekli çiğnenen bir yol. gövdesi acılardan acılara köprü. biraz öfke, b... المزيد

neden kimse sana benzemiyor?
susmak ve beklemek müthiş, genciz namlu gibi.
yıllar gözlerinden hiçbir şey eksiltmedi, ben biraz daha yenildim.
dayanamam, kıskanırım seni. paylaşamam.
içim çok özledi seni.
her cevabım sensin, hem de her bilmecem.
yokluğun da varlığın da yetmiyor.
ah içimizde ne aç hevesler. arada hicaz, arada caz nefesler.
bir küçücük kumru kuşu büyüttüm, göğsümün gizlisinde.
nasıl da yılları buldu, bir mısra dolu maceram.
biri gelişin, dünyayı isteyen sorular. öteki gidişin, kırılmış kirpik tufanı.
biz sadece aynı yere saklanan iki çocuktuk, sen benim en güzel rastlantımsın.
ismimi fısıldayan, bazen şarkı mırıldanan o ses yok, gülüş yok.
yanlış karar yok, işin özünde sen beni istemedin.
sözlerim acıtır, gözlerime bakma. tek bir söz söyleme, varsa az utanman.
ben böyle sığındım sana, böyle kuş gibi.
bir gülsen ağlayacağım, bir gülsen kendimi bulacağım.
korkular da benim, umutlar da. beni bırakma.
gitme, ölürüm. gözlerinden, gözlerinden olurum.
kaç ayva sarardı, kaç kız sevişti. gelmemiş kimselerin.
değiştim, sanki içimde bi şeyler öldü. istesem de dönemem geriye.
hangi kahpenin hançeri, saklı hançeri yaranda?
döşümde yıllarla büyüttüğüm acı, ben ki yıllardır bir seni bilirim.
sana gelicem beklemelerin bu acılı durağından. bu giz, bu karanlık biticek.
sargın yaprakmışım, dallarına. yangın toprakmışım, yağmurlarına.
ayyaş ruhum sayıklıyor, her zerrem sende çarpıyor.
sanırsın ki sende kendimden bir şeyler biriktirmişim.
bir sen varsın güvenebileceğim. bilen, anlayan, bağışlayan. gökyüzü kadar engin.

güleriz, unuturuz öleceğini annelerimizin. annem ölürse bana sarıl.

3.1K 426 885
بواسطة mermaidsareal


***

Dokuzuncu yaşımın sonlarıydı.

Park Jimin, onu evde istemediğimi söylediğimden bu yana ilk kez, o düğün gecesinin ertesi gibi kapımızı çaldığında her şey aynıydı; babam işteydi, ben okuldan gelmiş ödevlerimi yapıyordum ve annem de televizyon seyrediyordu. Oysa birazdan kapımızı çaldığında Jimin'in hayatı, kökünden değişecekti.

O güne dair hatırladığım en belirgin şey, Jimin'in gözlerindeki ürkeklik, kendini belli eden çekingen tavırlarıydı. Yumrukları bile açtığım kapıya hafif hafif değiyordu, sanki burada olmaması gerekiyormuş gibi. Sanki yanlış bir şey yapıyormuş gibi... Kendimi çok kötü hissetmiştim. Onu evde görmekten rahatsız olduğumu söyledim diye, kaçıp kaçıp bize gelemedi diye o günden sonra da hep kötü hissedecektim.

Hava soğuk sayılmazdı ama, o, üzerinde sürekli gördüğüm kazağının sökülmüş kollarını bileklerine çekiştirerek bir süre ürkek bakışlarını benden kaçırmış, elleriyle ilgileniyormuş gibi görünürken cılız sesiyle "Annem beni duymuyor." demişti. Bu, o zamana kadar ağzından çıkan ilk kelimelerdi, sesini duyduğum ilk sefer. Oysa mahallemize taşınalı da onu evimden kovalı da aylar geçmişti. "Annem beni duymuyor."

İlk defa duyduğum sesinin; o ürkeklik ardına gizlenmiş yumuşaklığı beni şaşırttığından mı, yoksa söylediklerinin anlamsızlığından mı bilmiyordum boş boş bakmıştım suratına ama kalbim heyecanla çarpmıştı, bizi izlediği zamanlarda onunla göz göze geldiğimde olduğu gibi. Benimle konuşmuş olduğuna inanamıyordum, birkaç saniye sonra elleriyle ilgilenmeyi kesip gözlerini üzerime diktiğinde heyecandan titriyordum.

En az sesi kadar ürkek bakışları, heyecanımı kovalayıp yutkunmama neden olurken "Dediğini anlamadım." demiştim dürüstçe. Ve söylediklerinden sonra da dürüstlüğümden tiksindim.

"Annem ayakları yere değmeden uyuyor ve ona seslendiğimde beni duymuyor." dedi, saf saf. İlk defa gözlerime bu kadar uzun süre bakmıştı, yutkundum. Dediği kafamda bir şekil canlandırmasa da annesine seslendiği halde kendini duyuramayışının, hayra alamet olmadığının farkındaydım. Bu yüzden onu içeri davet ederken "Annemle konuş." dedim, "O ne dediğini anlar."

Kafasını sağa sola salladı ve içeri girmeyi reddetti, kalbim ezik büzük oldu. Onun sürekli gelmesinden rahatsız olduğumu söyleyişimin üzerinden aylar geçmişti oysa. Belli ki bunu unutmamıştı.

"Bekle burada o zaman." dedim, tüm pişmanlıklarım gözlerime birikmişti. Birden ağlamam geldi, onu bahçe köşelerinde, ağaç tepelerinde bizi izlerken görmeye, ona alışmış belki sevmeye bile başlamıştım. Ne beni, ne ailemi, ne de onunla paylaşmaktan korktuğum arkadaşlarımı rahatsız etmişti bunca zaman, dediğim gibi daha sesini bile duymamıştım ama hissediyordum bendeki bu değişimi. Birkaç defa yanına gitmek, tırmandığı ağaca tırmanmak, bahçeye, o gelmeden takıldığı yerlerde bulunmak için koşturmak istemiştim mesela, yine de bunları yapmaya o söylediklerimden sonra yüzüm olmamıştı. Keşke ondan özür dileyebilseydim.

Salona bu düşüncelerle gidip anneme Jimin'in bana söylediklerini aynen ilettiğimde annem öyle bir telaşla ayaklanmış, kapıdaki Jimin'i de alıp onların evine doğru öyle bir koşturmuştu ki duyduklarımın hayra alamet olmamaktan çok bir kıyamet olduğunu anlamıştım.

Jimin'in annesi, kendini asmıştı.

Jimin kim bilir o evde, ölü annesiyle ne kadar zaman harcamıştı. Ona kaç kere seslenmiş, soğuk ayaklarına kaç kere dokunmuş, bir tuhaflık olduğunu anlayana kadar kaç dakika beklemişti, bunları ona hiç soramadım.

Babası evde değildi, hatta başka bir şehirdeydi bu yüzden ona ulaşmaları biraz zaman aldı. Yarım saat içinde bir curcuna koptu; polisler, ambulans ve babam geldi. Bizi eve sokmadılar, Jimin'i de ne olduğunu anlamaz, şaşkın bakışlarıyla evin dışına çıkardılar. O karmaşada endişem dağıldı, daha önce o kadar üniformalı insanı bir arada görmediğimden macera dolu bir film izliyormuş gibiydim, polislerin gelmesine fena heyecanlanmıştım. Anca, densiz komşuların biri yanımda başka biriyle, "Yazık, sonunda astı, kurtardı kendini." diye konuştuğunda olan biteni anlamış, hızlı adımlarımla Jimin'in yanına gitmiş, ona sımsıkı sarılırken onun yerine ağlamıştım.

Kolları bedenimi, benim kollarımın, onun cılız bedenini sardığı kadar hızlı sarmamıştı üstelik biraz sonra geri çekildiğimde evden çıkarılırken olduğundan daha şaşkın görünüyordu, ya şoktaydı ya da sahiden hiçbir şeyi anlamamıştı. Bunu da ona hiç soramadım.

Annesini içeriden çıkarırlarken görmesin diye onu kolundan tutup bizim eve sürüklemiştim. Bu defa girmemek için direnmedi, odama bile geldi. Bütün oyuncaklarımı, nintendomu önüne serdim. İğrenç bir acıma duygusu muydu içimdeki, bu olay yaşanmasaydı da tüm bunları yapar mıydım, zamanı gelir miydi ona sarılmamım bilmiyordum. O günleri hatırlamak, gömdüğüm çukurlardan çıkarmak, tavırlarımı niye yaptığımı sorgulamak da istemiyordum. Çocuktum, saftım, acıma duygusuyla değil içimden gelen şekliyle davranıyordum belki. Buna kendimi inandırmam zaman aldı.

O gün annesini morga kaldırdılar, Jimin, babamın mahalledeki tüm çocukları parka götüreceği ertesi güne kadar bizdeydi, geceyi bizimle geçirmişti, benden iki yaş daha büyük olduğunu, aklının her şeye erdiğini bilsem de ağlamasın, mümkünse anlamasın diye çabaladım, ona defalarca kez sarıldım, o uyurken ondan özür diledim. Suratındaki şaşkınlık silindi yavaş yavaş, yerini minnet dolu bir gülümsemeye bıraktı. Bu gülümsemeyi de bu hissi de Jimin, kendi parasını kazanmaya başlayana kadar hep orada bir yerlerde ağırladı.

Şimdilerde öyle özgüvenli, öyle yüksekti ki kahkahaları o günleri hiç yaşamamışız gibi hissediyordum. Oysa yaşanmıştı, tam altı sene geçmişti üzerinden üstelik. Yarın, annesinin ölüm yıldönümüydü, yeni hatırlamıştım.

"Suya dalacaksın," dedi Taehyung, ben Jimin'i, üzerinde durmaya çalıştığı denge tahtasıyla, yüzünde gülümsemesi, cebelleşirken izlediğim sıra. "Jimin'e değil."

"Çok komiksin."

Elimdeki havluyu kafasına atıp ayağa kalktığımda o da benim gibi kalktı ve birlikte çadıra doğru yürümeye başladık. Kahvaltımızı ettiğimizden bu yana neredeyse hiç konuşmamıştık. İçimde biri dün olanları Taehyung'a anlatmak için can atıyorsa da neler olduğunu ben bile idrak edemediğimden konuşamıyordum. Önce Jimin'le konuşmalıydım zaten ama annesini hatırladığımdan bunu da pek istemiyordum.

"Durgunsun." dedi, oysa Taehyung. Aklımda hem altı sene öncenin korkunç anıları hem de dün gecenin kızarık görüntüleri dolanıyordu, karman çormandım. "Hiç de Jimin'le uyuyup uyanmış gibi değilsin."

Omuzlarımı silkeledim o da "Hoş," diye ekledi. "Aynı evde kalıyorsunuz ya."

Ona, aynı evde kalıyor olmamıza rağmen aramıza, zamanında minnet denilen o duygunun girdiğini, Jimin'le o gece dışında hiç aynı yatakta uyumadığımı üstüne Jimin'in evi son yıllarda otel gibi kullandığını anlatmakla uğraşmayacaktım. Bunun yerine "Sence," diye sordum. "Jimin bana mesafeli mi davranıyor sabahtan beri?"

Omuzlarını silkeleyerek beni taklit etti, ıslandığından biraz koyu görünen kahverengi saçlarını az önce kafasına attığım havluyla kurulamaya başladığında "Bana öyle gelmedi," dedi. Sonra da kaşlarını havalandırıp "Alt tarafı beraber uyudunuz." diye devam etti. "Abartmasın bence."

Derin bir nefes alıp verdim, sanki Jimin'in kasıkları bir saniye önce kasıklarıma çarpmış gibi sıcakladım ve salak salak baktım Taehyung'un yüzüne. Önce yanaklarıma, sonra da kırpıştırıp durduğum kirpiklerime baktı.

"Alt tarafı beraber uyudunuz, değil mi?"

Aklına gelebilecek senaryoları düşündüğümde hem salaklığımı gölgelemesi için hem de o senaryoları kovalasın diye büyük bir kahkaha attım, yemedi. Dümdüz bir ifadeyle beni izlemeye devam etti ama o suratın kıvrımlarında sorgulayan birini görebiliyordum.

"Hem bir şeyler yaşandı, hem de yaşanmadı." diye itiraf ettim bir an sonra, konuşmadan önce etrafımızı kontrol etmiştim. Herkes sahilde, okyanusta ya yüzüyor ya da bazı sporları deniyordu. Ben de denemiştim, eğlenmiştim de. Ne yazık ki aklımdakileri umursamadan bir yere kadar direnebiliyordum. Yenilmiştim anılara yine.

"Dün Nora Jimin'i ebelemeseydi," diye devam ettim anlatmaya. Fısıldayarak konuşuyor, ikide bir etrafımızı kontrol ediyordum. "Galiba öpüşmüş olurduk."

Suratında, hem bunu bekliyormuş hem de beklemiyormuş gibi, ikilemli bir ifade belirdi. Sonra kaşları çatıldı, bir süre o da sahili izledi ve sonunda "Bir şeyler duydum." dedi, ne duyduğunu bilmesem de tavırları yüzünden anında kaygılı bir sancıyla titredim. Kaşları mümkünmüş gibi daha da çatıldı. "Dünkü gitar çalan çocuk ve arkadaşları konuşuyordu."

"Ne?" dedim, telaşlı. Aklıma Taehyung'un, Jaewon'un hayatını çok kolay mahvedebileceğini söylediği o anı geldi. Lisede homoseksüel olmak, kabusa dönebilirdi.

O da düşüncelerimi doğrular gibi "Saklambaç oynarken iç içe geçmiş birilerinden bahsediyorlardı." diye anlatmaya devam etti. Cümlesinde cinsiyet kalıplarını kullanmamış olması dikkatimi çekerken kendimi kuma bıraktım, yanıma oturdu. "Kim olduklarını görmemişler merak etme." diye acele acele ekledi. "Yüzün soldu,"

Daha Jimin, içinde bir şeyleri çözmekte olduğunu söylerken, onu öpmemişken, oturup hiçbir şeyi konuşamamışken bu, okulda duyulursa nasıl hissedeceğimi, nasıl davranmam gerektiğini bilmiyordum. Hem aynı evde kalıyorduk, insanların yönelimimiz dışında konuşabileceği çok şey vardı. Kusacaktım.

"Jungkook," dedi Taehyung, sorar gibi. Kafamı kaldırıp ona baktım, sıcacık gülümsedi. "Birilerinin bir şey yapacağından değil de, dikkatli ol sadece."

Gülümsemesine karşılık vermeyecek kadar telaşlı hissediyordum üstelik dediği gibi, birilerinin bir şey yapmasından korkuyordum. Nora asla, kimseye bir şey söylemezdi, bu konu hakkında ne düşünüyor bilmesem de onu çocukluğumdan beri tanıyordum, bana bunu yapmazdı. Onun dışında kimse de bizi net bir biçimde görmemişti. Görmemişti, değil mi?

Jimin'le konuşmam gerektiği gibi Nora'yla da konuşmam gerektiğini fark ettiğimde, babamdan bu izni koparabilmek için harcadığım enerjilere üzülmüştüm. Sırf eve döndüğümüzde konuşma sözü verdi diye Jimin, bir an önce eve gitmek istiyordum. Nora'dan uzaklaşmak, okuldakilerden kaçmak, eski, sakin hayatıma dönmek...

Aslında Taehyung konuşana kadar mutsuz değildim, gece Jimin'in yanına gitmemiş olsaydım belki mutsuz da hissederdim ama değildim çünkü onunla uyumuş, uyandığımda beni izleyen gözleriyle karşılaşmıştım. Üstelik gözlerinin içine dek gülümserken bana günaydın demişti. Ama günün kalanı, başladığı gibi gitmemişti işte. Kahvaltısını bile benden ayrı etmiş, su kayağı yapmayı denediği şu saniyelere kadar benimle göz göze bile gelmemişti. Üstelik görüldüğü üzere oldukça eğleniyordu.

Yanıma hiç gelmediği için bana karşı soğuk mu değil mi anlamasam da akşam yemeğine kadar sabahki birkaç saniyeye tutunarak moralimi bozmamaya çalıştım. Yemeği bizimle yedi, Nora da gelmişti. Havadan sudan konuştular, Jimin su kayağı yapmaya çalışırken ne kadar eğlendiğini gözlerinin içine kadar gülerek anlattı. Nora da yüzerken bir tane balık yakalamış. Anlaşılan ikisi de dün geceyi yok sayıyorlardı.

Dün gecenin yok sayılması, işime gelmişti. Nora'nın bakışlarına yakalanmamaya çalışarak ve arada sırada kısa yorumlar yaparak aceleyle yemeğimi yerken minnettardım bile bu duruma. Zaten birazdan uykum da geldi. Jimin'in bana soğuk davranmadığına emin olunca da çadıra gidip Taehyung'la birlikte uyudum. Ertesi gün biraz durgundum.

Geminin güvertesinde durmuş okyanusu izliyor, aklıma doluşan görüntülere direnmeye çalışıyor, Jimin'i yanımıza alana kadar karşımıza çıkan zorlukları hatırlayıp duruyordum. Her sene böyle olurdu. Her sene, ya mahkeme istediğimiz gibi gitmeseydi diye düşünür, üzülürdüm.

Gemideydik, yalnızdım, bir süredir yanına gidip gitmeme konusunda kararsızdım, Jimin, kararsızlığımı sezmiş gibi neredeyse Miyazaki'ye varmışken geldi yanıma.

"Üç saatlik serbest aktivite var." dedi. Sesini duyduğumda irkilerek ona döndüm, benim aklıma gelen, onun aklına gelmemiş gibiydi, gülümseyerek bakıyordu bana ama yine de suratında garip bir ikilem vardı. Önüme geçip okyanusla arama girerken geminin demirlerine yaslanmıştı.

"Evet." dedim, sesim ne mesafeli ne de samimiydi. Aslında Jimin'e kırgın ya da sinirli değildim, her şey beklediğim gibi gitmese de Jaewha dışında ters bir durum da çıkmamıştı ortaya. Sadece durgundum, o umursamıyor gibi görünse de bugünün anlamını kavrayabiliyor, yanında olmam gerektiğini de biliyordum bu yüzden sesimi bilerek ayarlamamıştım hatta şaşırmıştım da böyle çıkmasına. O da bunu fark etmiş gibi bu defa gergince gülümsedi ve az önceki ikilemli ifadesini silip "Senin şu, geçenlerde okuduğun bir kitap vardı ya." dedi kararlı bir ses tonuyla. "Hangisini diyorsun?" dedim, omuzlarını silkeledi.

"Simon Homo Sapiens'e Karşı"

Bakışlarımı bakışlarından kaçırırken utançla "N'olmuş Simon'a?" diye sordum. İçeriğini bilerek almış, ayıla bayıla okumuştum ama bahsettiği gibi geçenlerde yaşanmamıştı bu. Jimin'in eve sık uğramadığı, burnunu bok çukurlarına sokup durduğu günlerde, aylar önce yaşanmıştı.

Güldü, bakışlarımı yakalamak için önüme geçip eğildi ve "Sinemaya uyarlanmış." dedi, hala gülerken. Bunu da biliyordum. Hatta, sinemaya uyarlanacağını duyduğum için okumuştum kitabı. Okuduğuma da değmişti, dünyanın en sevimli kitabı gibi bir şeydi. Tanıdıktı üstelik. İçimi boşaltıyormuşum gibi hissettirmişti.

"Miyazaki'ye gittiğimizde, izleyelim mi?"

Kitabın ya da filmin içeriğini biliyor mu, bilmiyordum ama sorduğu soruyla karnım ağrıdı. Çok değil birkaç hafta önce, onunla sinemada film izlemiş olmamla, şimdi her şeyin farklı ve gün yüzünde olduğu bir zamanda, gay filmi izleyecek olmam aynı şey değildi. Üstelik bunu, şehri keşfetmemiz için bize ayrılan kısacık bir zamanda yapmak istemesi karnımı ağrıtmıştı. Sanki bana çıkma teklifi ediyormuş gibi... Filmin son sahnesi de aklıma gelince bu ağrı katlanırken yanaklarım sıcakladı.

"Sadece üç saatimiz var." dedim, geminin burnuna doğru yürümeye başladığımda. Etrafa bakınıyor, Taehyung'u arıyordum. Onunla plan yapmamıştık ama Jimin'in teklifini kabul etmeden önce Taehyung'a sormam gerekiyormuş gibi hissediyordum. "Hem dilimiz altyazısını bulamayız hiçbir yerde."

"Ben bir tane buldum." dedi, kalbim hızlı hızlı çarpmaya başladı. Dönüp yüzüne baktım, beni titretecek kadar güzel gülümserken birkaç adımda yanıma geldi. Ekran kilidini açıp telefonunu elime tutuşturdu ve "Bak," dedi. Dediğini yaptım. Bundan sadece yarım saat sonra bir salonda film Korece altyazıyla oynatılıyordu sahiden.

"Jimin," dedim, telefonu eline geri verip. "Hmm"ladı, gülümsemesi hala silinmemişti yüzünden. "O kadar da önemli değil." dedim, bunu düşünmesi kalbimi okşasa da hayatımızda belki bir defa sahip olacağımız bir fırsatımız vardı. Yabancı bir ülkenin yabancı bir kentinde, adını sanını bilmediğimiz sokakları keşfedebilir, kimseden korkmadan el ele gezebilirdik de, ki ben bunu istiyordum.

"Kore'ye dönünce gideriz filme."

"Çok sevmiştin," dedi. Omuzlarımı silkeledim. Benim için salon arayıp bulması, bunu düşünmesi bile çok güzeldi. Üstelik teklifini alıp bambaşka yerlere çekmiştim bile. Bize randevu ayarlamaya çalışıyordu. Kalbim tekledi.

"Miyazaki'yi keşfedelim bugün." dedim, omuzlarını silkeledi, teşekkür ettim. Okyanustan yüzüme vuran bir rüzgar saçlarımı dağıttığında kimseyi umursamadan gelip yüzümü elledi. Gözlerimi kapatan tutamlarımı geriye taradı alnımdan. Merhameti, ilgisi o kadar gerçekti ki gözlerim doldu. Yine de etraftakiler görmeden geri çekildim, anlam veremese de sormadı.

Birkaç dakika sessizce durup okyanusu izledik. Birazdan güvertedeki bankların biri boşaldı, geçip oturduk. İçimde öyle çok konuşmak birikmişti ki hangisinden başlayacağımı, ne söyleyeceğimi bilemeden orada, yanında sessizce oturmaya devam ettim. Taehyung'un söyledikleri de Jimin'in annesi de uzun uzun konuşmamız gereken konulardı. Ama cesaret edemiyordum. Jaewha ve arkadaşları konusunda korkmadığımı söylesem saçma olurdu, tabii ki korkuyordum yine de bunu Jimin'e nasıl söylemem gerektiğini bilmiyordum. Benim kadar o da tehlikede sayılırdı. Zaten annesi konusunda pek konuşmazdık, Jimin de sanki tüm bunları hiç yaşamamış gibi davranırdı, bazen kendimi tutamayıp o günlerin konusunu açtığımda sanki ölen benim annemmiş gibi, ben ağlardım. O günleri hatırlamak, vicdanımı bir kum torbası niyetine, yumrukluyordu. Yaşananları önleyemeyeceğimi bilsem de sancıyı azaltabilirdim ve bunu yapmamış olmak beni kahrediyordu.

O günden sonra bir sürü prosedür yüzünden Jimin bizim evde kalmaya, hemen başlayamamıştı.

Bir mahkeme olmuştu, bir şey anlamıyordum ama adı vesayet davasıydı. Uzun sürmüştü.

Babası, mahallede herkesin korktuğu iri yarı, tehlikeli biriydi. O komşuların Jimin'in annesi için neden kendini kurtardı dediğini de, Jimin'in suratındaki izlerin sebebini de günler sonra annemle babam mutfakta konuşurlarken anlamıştım. Babası onları dövüyor, jimin'in annesini, yani karısını pazarlıyormuş. Kadın kendini öldürmüş ama o ipi boynuna binlerce kilometre uzaktan kocası geçirmiş. Böyle demişti annem, "Görseydin," diye eklemişti. Perişan, ağlamaklı. "Eli yüzü nasıl yaralı, nasıl şişti."

Tüm bu iğrençliklere rağmen babası, Jimin'in velayetini kolay kolay bırakmak istememişti. Bir sürü şahit, bir sürü belgeye rağmen de hakim onun babasıyla yaşamasına neredeyse müsade edecekti ama bir mucize oldu. Babası, başka bir davayla, hapse girdi. Hakim vesayeti, babamın desteğiyle davayı açan teyzesine verdi, babam onlarla anlaştı, Jimin'i yanımıza aldı. Eve getirdi. O günden sonra da hep bizimleydi.

"Ne düşünüyorsun?"

Sorusuyla irkilip o anılardan çıktığımda Jimin'e bakmamak için özellikle çaba sarfetmiştim. Gözlerime bakarak içimden geçenleri okuyabilmek gibi bir yetisi vardı ve bu yeti, eğer benim aklıma gelenler onun aklına gelmemişse canının acımasına yol açmaktan başka bir işe yaramazdı, hatırlatmak istemedim. Zihnimi durdurmak istedim, hep olduğu gibi bu anıları kilitli odalarından çıkarmak, bir çöp kutusuna atmak...

"Birazdan benden yine özür dileyecekmişsin gibi hissediyorum."

Gülerek konuştuğunda bu defa şaşkınlıkla dönüp yüzüne baktım. İzleyip durduğum şu sonsuz maviliğin aksine kapkara bir suratla karşılaşacağım sansam da Jimin o mavilik kadar içtenlikle gülümsüyordu. Daha da şaşırdım. Omuzlarını silkeledi.

"O hikayedeki tek suçsuz sensin, artık bunu anlamanı istiyorum."

"Jimin-" diye söze başlayacak oldum, o kadar çok, hatırlamamış gibiydi ki şaşkınlığımı üzerimden atamadığımdan, aslında ne diyeceğimi de bilmiyordum. Derin bir nefes alıp verdi, kot ceketinin cebinden sigara paketini çıkardı ve içinden bir dalı yaktı. Gözlerimi kırpmadan, içine çöken yanaklarını, dolgun dudaklarının incecik dalı kavrayışını, açığa çıkan elmacıklarını ve rüzgarı engellemek için sigarasının etrafına sardığı ellerini izledim. Çok güzeldi. Karnımı ağrıtmıştı.

"Hatırlamadın sandım." dedim, biri beni hipnoz etmiş gibi, gözlerimi dudaklarından çekememiştim. Sigarasından bir nefesi içine çekerken onu daha rahat izleyebilmem için belki dudaklarını yalnız bıraktı. "Az önce salon ayarlamaya çalışırken fark ettim." dedi umursamazca.

"Sekiz sene olmuş, Jungkook. Günlerin bir anlamı yok artık. Hepsi birbirinin aynı gibi."

Canı acıdığı zamanlarda her zamankinden daha umursamaz davrandığını, acıyarak o an anlamıştım. Elbette günlerin bir anlamı vardı, dediği doğru değildi, sayılar çok şey ifade ediyordu. Tamam, birinin yokluğunu sadece bir günde duyumsamazdınız. Hayatın herhangi bir anında da size bir yerlerden çıkıp pat diye o yokluk hatırlatılabilirdi. Ama rakamlar, tarihler, belirtilen o günler daha acımasız geliyordu bana. Senden oturup, özellikle o günü aklına kazıyan ne varsa yeniden yaşamanı istiyormuş gibi...

Ben bile baştan sona her şeyi, her sene yeniden yaşıyorsam, kim bilir o ne hissetmişti. Belli etmese de üzüldüğünü biliyordum. Belli etmemesine de çok üzülüyordum zaten.

Ben sessizce, kafamın içinde kendisiyle tartışıyorken sigarasını bitirdi. Dolu dolu olmuş gözlerime bakıp gülümsemeden hemen önce, "Hem," dedi. İlk defa duyuyordum bunu ağzından. "Soo Min anne var, değil mi?"

Ağzım beş karış açık yüzüne bakmaya devam ettim, gözlerimden birer damla yaş kaçmıştı, bir kahkaha attı. Yaşlarımı, sigara kokan parmağıyla usulca silerken "Şaşkın," diye mırıldandı. Sonra da manzara yerine, gemi limana yanaşana kadar beni izledi. Kızarıp bozarmalarıma hiç aldırmamıştı.

***

Sahiden hiç bilmediğimiz sokaklarda ayaklarımız acıyana dek yürüdük durduk, birkaç defa kaybolduk, onu bir köşeye sürükleme bahanesiyle elini tuttum, bırakmadım. Biraz koşturduk, iki bisiklet kiraladık, birkaç mağaza gezdik, ağız dolusu güldük, hep dip dibeydik. Bir ara rüyadayım sandım. Sonra da kaybolup gitmesin diye rüyamı fotoğrafladım. Bu anları zihnimde yaşamadığım bilinsin diye.

Üç saatin sonunda otele döndüğümüzde Bay Kang, hazırlanmamızı söyledi. Kore'ye yarın dönmemiz gerekiyordu normalde, ama uçuşumuz beklenen bir fırtına yüzünden bir gün geriye çekilmişti. Apar topar hazırlandık. Annemlere sürpriz yapma kararıyla da uçuşun öne çekildiğini haber vermedik.

Bir koşturmacayla havaalanına gelmiş, uçağa binmiş, aynı koşturmaca içinde okulun hazırladığı otobüsle okula dönmüştük. Ev az uzakta olduğu için de elimizde çantalarımız yürümeye başladık. Gecenin körü olduğundan sokaklarda kimse yoktu. Her yer inanılmaz tenhaydı, bir tek bavullarımızın tekerlek sesi duyuluyordu. Hava hafif soğuktu, üşüdüğüm bahanesiyle Jimin'e biraz sokuldum.

"Hala aynı günün içinde olduğumuza inanamıyorum." dedim, Jimin solumdaydı. Çantalarımı sağ elimle çekiştiriyordum. O da kendi eşyalarını sol elinde taşıyordu. Dibine kadar girmiştim, gerçekten de üşümüş kolum onun sıcak koluna sürtünürken elim eline değiyordu. Sabahtan beri elini tutan ben değilmişim gibi heyecanlandım. Karnıma bir ağrı girdi. Serçe parmağımı, parmağına doladım.

"Uzun bir gündü, evet." dedi, gülümseyerek. Ellerimizi sallamaya başlamıştı, güldüm. Gülüşüme eşlik etti.

İnanılmaz yorgundum, yastığa kafamı koyar koymaz uyuyacağımı da adım gibi biliyordum ama iki gün önce söz verdiği konuşmayı yapmayı da çok istiyordum. Bu yüzden korkarak "Hemen uyumayız, değil mi?" diye sordum. Soruş tarzımdan mı suratımdan mı bilmiyorum, neyi kastettiğimi anlayıp gergince gülümsedi.

"İstiyorsan uyumayız."

"Uyumayalım." dedim, dönüp yüzüme bakarken serçe parmağımı bıraktı ve beni çileden çıkaran bir yavaşlıkla parmaklarımı kavradı. Gecenin sessizliği içinde huzurla eve kadar yürüdük.

Eve geldiğimizde ikimiz de o aceleyle anahtarlarımızı almadığımızı fark edip, zile bastık ama kapıyı kimse açmadı. Muhtemelen uyuyorlardı. Birkaç kez annemi de babamı aradım, evden ses gelmediği gibi telefona da bakmıyorlardı. Bu saatte nerede olabileceklerini düşünmeye çalıştım ama zihnim çok uyuşuktu. Çoktan uyuyordu. Bir cevap bulamadım.

"Ben gidip galeriye bakayım." dedi, Jimin. Babam bazen çok geç saatlere kadar çalışırdı, onun beyni benimki gibi uyumuyordu anlaşılan.

Bavulları yere bırakıp beni üzerlerine oturttu ve itiraz kabul etmeyen sesiyle "Sen burada bekle beni." dedi, nedense biraz endişeli gibiydi. Sweatinin eteğine tutunup onu kendime çekmeye çalışırken mızmızlanarak "Çabuk olun," dedim. İçimden biri, gitmesini hiç istememişti.

Güldü, yanağımdan bir makas aldı ve hızlı hızlı iki sokak aşağıdaki galeriye, babamın galerisine yürümeye başladı.

Yürüdü, yürüdü, yürüdü.

Arkasından bakarken onu birazdan göreceğimi sanıyordum oysa benim kıyametim koptu.

O gece annem öldü, Park Jimin haftalarca ortalardan kayboldu.

***


öncelikle okuyan, yorum yapan, en azından oy veren, bekleyen herkese çok teşekkür ederim. ve özür dilerim bu kadar sürdüğü için. 🥺 bölüme gelince... bir an jikook'u bisiklete bindirdim diye hüzünlenip bir an gemiyi batırsam da titanic'e bağlasam mı diye düşündüm ksfhsdjkf şaka. yine sekiz trilyon şey döndü hiç sevmem böyle bölümleri ama yapacak bir şey yok. siz sevin nolur....... bu arada korkmayın, ben dananın kuyruğunu kopardım koparmasına da ne alakaydı bu bölüm diyecek olursanız diye uyarıyorum, polisiye ilerlemeyecek. ficin giriş bölümüne adım adım yaklaşıyoruz ama, kırılıcaz bir süre. bilginiz olsun 🥺 booolca öpüyorum.

bir de... bunu hiçbir ficimde yapmamıştım... kfldmfşs reklam yapıcam........ göğsünde ağır bir kelebek diye bir vmon fici yazıyorum, üç bölümlük. ikisi yayımda, finalini de hazır etmek üzereyim 🥺 birazınız okudunuz zaten, öpeyim gözlerinizden, başka gelmek isteyen varsa kapımı açtım bekliyorum 💜

iyi geceler 🥺🥺

واصل القراءة

ستعجبك أيضاً

172K 9.3K 60
Oynanılan her oyun er ya da geç bitmeye mahkumdur..
12.6M 605K 87
18 yaşında genç bir kızın yolu çıkmaz bir sokakta hiç kesişmemesi gereken bir adamla kesişti. Adam hayata ve mavi renge küskündü. Genç kızla beraber...
12K 1.8K 25
texting
115K 14.3K 23
Kim Namjoon, kendisine verilen görevi yerine getirmek için sahte bir aile kurmaya karar verir fakat birbirlerinden deli gibi nefret eden Taehyung ve...