Yara Bandı (Tamamlandı)

By selinselne

925K 60.6K 54.1K

*Yetişkin içerik!* Yaralarından köşe bucak kaçmaya çalışan küçük bir kızın hayatına aniden kimliği belirsiz... More

YB | 1 | Diriliş
YB | 2 | Yasak Meyve
YB | 3 | Şeytan'ın Kara Gözleri
YB | 4 | Cennetten Düşüş
YB | 5 | Sırt Sırta
YB | 6 | Karanlıkların Efendisi
YB | 7 | His
YB | 8 | Yeşil Çeyreklik Dilim
YB | 9 | Kötülük Tohumları
YB | 10 | Hayat Elması
YB | 11 | Yalan Perdesi
YB | 12 | Sırat Köprüsü
YB | 13 | Umut Yıldızı
YB | 14 | Cehennem Planı
YB | 15 | Kırgın Ölüm Meleği
YB | 16 | Unutulmuş
YB | 17 | Nikotin Çiçeği
YB | 18 | Küçük Kıza Armağan
YB | 20 | Şeytan ile Dans
YB | 21 | Şeytan'ın İçindeki Melek
YB | 22 | Uçurum Kenarındaki Dal
YB | 23 | Sessizlik
YB | 24 | Kara İnci Taneleri
YB | 25 | Şeytan'ın Tuzağı - 1. Kısım
YB | 26 | Şeytan'ın Tuzağı - 2. Kısım
YB | 27 | Yara Bandı'ndaki Çiçekler
YB | 28 | Aile Gibi
YB | 29 | Sıcacık Bir His
YB | 30 | An
YB | 31 | Doksan Dakika
YB | 32 | Havva'nın Can Damarı
YB | Özel Bölüm | 21 Ocak 22:27
YB | 33 | Zaaf
YB | 34 | Bir An, Bir Gülücük!
YB | 35 | Çok Sevmek
YB | 36 | Yangın
YB | 37 | Tenin, Tenim
YB | 38 | Bataklığın Dibi
YB | 39 | Bir Tutam Hasret
YB| 40 | Beş, Dört, Üç...
YB | 41 - Ara Final | Havva'nın Cesedi
YB | 2 - 42 | İpek Urganın Dolandığı Gerdanlar
YB | 2- 43 | Şeytan'ın Şiiri
YB | 2 - 44 | Çırılçıplak
YB | 2 - 45 | Yaralar ve İzleri
YB | 2- 46 | Geçmiş Günlerin Arkasına Saklanan Duygular
YB | 2 - 47 | Nefs - 1. Kısım
YB | 2 - 48 | Nefs - 2. Kısım
YB | 2 - 49 | İntikam Oyunu
YB | 2 - 50 | Karanlık Gölgeler
YB | 2 - 51 | Ruhta Filizlenen Korkular
YB | 2 - 52 | Ölüme Kalkan Kadehler
YB | 2 - 53 | Hissiz Birileri
YB | 2 - 54 | Köküne Bağlı Bir Ağaç
YB | 2 - 55 | Gözyaşından Daha Acı
YB | 2 - 56 | Tehdit
YB | 2 - 57 | Ölümsüz Bir An
YB | 2 - 58 | Yıldızların Mezarı
YB | 2 - 59 | Kafesteki Kuşlar
YB | 2 - 60 | Acının Bağrında
YB | 2 - 61 | Yarına Adanmış Hayaller
YB | 2 - 62 | Kor
YB | 2 - 63| Kana Kan
YB | 2 - 64 | Güçlü Parmakların Yıktığı Prangalar
YB | 2 - 65 | Bağış Gecesi
YB | 2 - 66 | Kötülüğün Zihninde Gezinen Adımlar
YB | 2 - 67 | 09. 04. 2020 - Alaz Yargın
YB | 2 - 68 | Kanlı Kupa Kızı - Alaz Yargın
YB | 2 - 69 | Kırk Sekiz, Kırk Yedi, Kırk Altı... - Alaz Yargın
YB | 2 - 70 | Zamansız Zamanın Ölümü - Alaz Yargın
YB | 2 - 71 | Aslan, Kurt ve Kuzu
YB | 2 - 72 | Ölü Kızın Çığlıkları
YB | 2 - 73| Cehennem
YB | Final | Yara
YB | Özel Bölüm |

YB | 19 | Karanlık Azap

17.1K 1K 1.1K
By selinselne


~Unutmayın ki; gecenin en karanlık vakti, güneşin doğmasına en yakın olan vakittir~


Şeytan birinden;

Kaç dakika geçti? Kaç saat? Kaç gün? Kaç hafta? Hep sayardım çünkü saymam gerekirdi. Bu sefer korktum, sayamadım.

Kötülüğü doğuran anneler geçmişte bir yerde hala yaşamaya devam ediyorlar. Yeni doğumlar, henüz ölümler getiriyor peşi sıra, dönmekten asla vazgeçmeyen dünyanın akışına katılan hayatta... Benim kötülüğümü kim doğurmuş? Hangi baba katmış tohumunu anne rahmine? Kaç saniye sürmüş döllenmesi? Büyümesi kaç gün?

İlk defa sayılarla zihnimi bulandırmıyorum. Berrak mavi denizin rengi yeşile dönüşüyor, bir tek ona odaklanıyorum. Beşik sallanıyor, kız çocuğu içinde uyuyor, ben karanlığa pusuyorum. Gölgem karışıyor pencereden vuran gecenin ışığına. Gülümsemek istemiyor gibiyim, zaten dudaklarım kapalı tutuyor kendini mıh gibi. Bakıyorum ve görüyorum. En önemlisi anlıyorum. Net hissediyorum kendimi, içten içe emin olamıyorum. Deliriyorum. İkilimdeki aklıma zamanın kattığı sayılardan yenisi eklendikçe daha çok deliriyorum.

Kısacık saçları rüzgarı bir yel gibi estirmiş... Biliyorum aslında fırtınanın, benim dokunmaya kıyamadığım, saç tutamlarını okşadığını. Açsa harikaları yaşatan gözlerini rengârenk, belertse iri iri, ince kaşları bir yay misali yükselse... Dudakları büzülse, narin boynu yüzüme bakmak için geriye düşse...
Beyaz tenine, kızıl güneşin ışığı çarpsa...

Kalp atışlarımı bile duyamam onun hayalinin güzelliğine dalmaktan...

Ancak yine de yapamam, kötülüğün sevgisi olamaz, bilirim... Kalbi yanar, ruhu kırılır, umudu bölünür, kıyamam... Kötülüğüm bile onun acısına dayanamaz. Ağlarım. O rengârenk gözlerden süzülen bir damla yaş, kocaman acımasız bir adamı çocuk gibi ağlatır.

Benim acımın sebebi olur güzelleri güzeli suratının asılması... Yine de ifadesiz kalırım. Bilirim çünkü eğer uzak durmazsam, o benim ateşimde cayır cayır yanar. Kalbim parçalanır kırgınlığına, ben de susarım, saklarım gerçeği, yüreği daha çok sıkışmasın diye...

Kız çocuğu diyerek severim onu, büyüsün isterim ancak bir yandan da küçük kalması için dua ederim geceleri... Büyüyünce kötü olacak, gerçeklerle yüzleşmek zorunda kalacak, hayatın yükünü sırtlanacak, bilirim. Biraz daha çocuk kalsın... Kalsın ki ben onun hiç şımartılmamış çocuk duygularını şımartabileyim isterim... Fakat ben bunu beceremem. Sadece kötülüğümü bulaştırırım ona, o da benden gelen her şeyi kabullendiği gibi kötülüğü de kabullenir, ateşe atılır, yanar.

Bana sürekli 'ben cesur değilim, çaresizim' dese de ben bilirim aslında onun kız çocuğu yüreğinde cesaret olduğunu, kokusuzluktan gözünün dönebileceğini, hiç acımadan can yakabileceğini, umursamaz durabileceğini, bir gün hiç düşünmeden çekip gidecek kadar korkusuz olabileceğini... Kocaman adam küçücük kızdan korkar mı? Korkar, ben onun yokluğunu düşündükçe korkarım. Korkumu yenmek için uzak dururum çünkü bu yangın bizi küle çevirir ve eğer o geride kalırsa bensiz yapamaz. Ben onun bensiz acı çekmesine dayanamadığım için ona bağlanmaktan korkarım.

Düşüncelerimin kasvetine gece karardı. Ay ışığının yükü çöktü lacivert gökyüzündeki tane tane yıldızların her birine.

Zamanın kattığı sayılara şimdi bir yenisi daha eklendi. Akrep yel kovana vurdu. Tiz bir ses duyuldu. Beşik sallandı. Kız çocuğu uyumaya devam etti.

Aklımdaki ikilime şimdi bir yenisi daha eklendi. Kötülüğüm her yere sıçradı. Beşik karalara bulandı. Kız çocuğu uyandı. Büyüdü. Koca kadın oldu.

                                          •••

Küçük kız çocuğundan;

Karanlıkta oturan silueti fark edince şaşkınlıktan ''Alaz,'' diye fısıldayıverdim. 

Derin bir iç çekti, ''Eva,'' dedi. Sesi fazlasıyla dinç geliyordu. Sanırım uyanalı çok zaman olmuştu.

Yattığım koltuktan doğrularak bakışlarımı saate çevirdim. '6:00' Uykumun açılmaya başladığı sırada bacağımın arasındaki yastığı kenara bıraktım. 

''Ne zaman uyandın? Saat daha çok erken,'' diye sorarken koltuğun kenarına oturdum.

''Uykum yok,'' dedi yeterli bir cevap vermeyeceğini belirterek. Sesi buz dağına çarpıp yankı yapmış gibiydi. Soğuktu.

''Neden öylece oturuyorsun o zaman? Korktum birden, gördüğüm sanrılardan sandım seni.'' diye mırıldandım.

Düşünceli bakışlarını pencereden vuran ışıkta tutmaya devam etti. ''Sanrı mı görüyorsun?''

''Ara sıra... Çocukluktan kalma bir şey işte,'' diye yanıtladım. 

Ayağa kalkıp yanıma geldi fakat gözlerime bir an bile bakma gereğinde bulunmadan yatağıma yattı. Uyku mahmurluğuyla esneyerek ben de yanına uzandım.

''Ne görüyorsun?''

Bir psikolog edasıyla sorduğu soruya aynı onun gibi tavana bakarak cevap verdim. 

''Karışık... Bazen uzun kolları ve bacakları olan karanlık gölgeler. Bazen de çocukken karanlık odamda beni ziyarete gelen arkadaşlar.'' 

Dürüst bir cevap vermiştim. Ondan saklamak yersizdi. Hiç sesini çıkartmadı. Yüzüne bakmadım çünkü bu konuda hassastım. Düşüncelerini gözlerinden anlamak eğer olumsuzsa bana iyi gelmezdi, biliyordum.

''Hep karanlıkta mı kalırdın?'' diye soğukkanlılıkla sorusunu sordu.

Sessiz bir nefes aldım. ''Çoğunlukla... Karanlıkta aç, yalnız, soğukta... Ancak alışıyor insan bir müddet sonra. Hele açlığa, soğuğa ve dayağa bağışıklık kazanıyorsun. Yalnızlık ise... İşte o biraz zaman alıyor ama bağışıklık kazanmak yerine bağımlı oluyorsun,'' diye içimi döktüm.

Ellerini göbeğinin üzerinde bağladıktan sonra yutkundu. ''Bağımlılığını arıyor musun?'' 

"Şu sıralar hiç aramıyorum," dedim dürüstçe. "Şu sıralar, önceki geçmiş zamana dönüştüğünde evet, arayacağımı düşünüyorum."

''Hissizliğini özlüyor musun?''

Dudağımın kenarı bu soru ekini algılayınca kıvrıldı. ''Az önceki cevabın aynısı,'' dedim ve yüzü anından bana döndü. Tavana bakmaya devam ettim, dudaklarım yeniden ifadesizliğe büründü.

''Cevapların hepsini unut Eva, çünkü önceki geçmiş zaman bittiğinde asla böyle düşünmeyeceksin.''

Yüzüne bakmamak için çaba sarf etmeme gerek yoktu. Gözlerim ondan yana dönmüyordu. 

''Önceki geçmiş zaman bitsin istemiyorum Alaz... Hep önceki geçmiş zamanı istiyorum, hep şu sıralarda olmak istiyorum.''

Derin bir nefes aldı. ''Zaman... Beklemez.'' dedi ve sesindeki netlik beni kaskatı kesti. ''Zaman hiçbir yarayı da, herhangi bir acıyı da dindirmez. Zamanla geçmez, zaman sadece öldürür,'' dedi, sonrada nefeslenir gibi güldü. ''Zamanla geçmeyecek küçük kız, zamanla öleceksin. Hepsi bu.''

İşte şimdi gözlerim gözlerine değdi. Ona doğru döndüm ve bir elimi başımın altına koydum.

 ''Zamanla olan düşmanlığın, beni de düşman kesiyor. Aranızdaki husumetin nedeni umurumda değil, çünkü gereksiz soru ekleriyle aklından geçen cevapları kaçırıyorum,'' dedim sessizce. 

Gözlerinde söylediklerime hak veren büyük bir pay vardı.

Yüzü yeniden tavana döndü. ''Madem aklımdaki cevapları soru eklerinde aramıyorsun, o zaman bende cevap vermeden anlatayım sana...'' dedi ciddiyetle. ''...Yaşım on dört, aylardan Ekimin dokuzu, günlerden Çarşamba... Annem bana zorla piyano öğrenmem için hoca tutmuş geçmiş zamanın birinde, adı Işık... Benden tam on yaş büyük bir konservatuar öğrencisi, bölüm birincisi, ülke çapında ünlenmesine ramak kalmış. Parlak bir kariyer, parası pek yok ama annem tomar tomar önüne yığmış. Ben de o zamanlar evden çok uzaktaki bir mahalleye, durumu iyi olmayan ailelerin sahici çocuklarıyla futbol oynamaya gidiyorum. Annem üstümü başımı pis görünce beni, hep azarlıyor... Hep azarlıyor,'' dedi ama biraz hüzünlüydü.

Derin bir nefes alınca ilgiyle devamını bekledim. Kara gözleri tavanda, aklı geçmişteydi. 

''Kabul ediyorum piyona dersleri almayı hem de üç hafta edilen ısrarlarla, eğer kabul etmezsem bir daha mahalleye salmaz beni biliyorum. Hırsla çalışıyorum birkaç ay ama mümkün değil o tuşların hepsini o yaşta ezbere almam... Alıyorum, normalde bitmesi gereken süreden daha kısa zamanda çalmayı öğreniyorum. Bir an önce mahalledeki yırtık futbol topuna geri dönebilmek için gece gündüz piyano çalışıyorum ve dersler bitiyor... Son ders, az önce söylediğim tarih.''

Yutkundu, yutkundum. 

''O günün akşamüstüne söz vermişim arkadaşlarıma, futbol oynama geri döneceğim diye. Saat altı kırk, dersin bitmesine son yirmi dakika kalmış. Işık en son parçayı önüme koyuyor, normalde çalmam gereken on üç dakikada değil, on iki dakikada çalıyorum... Gözüm karşıdaki beyaz mermer saatte. Akşamüstü yaklaşıyor ve parça bitiyor. Ateş koca salonun üst tarafındaki merdivenden bir alkış tutuyor. Onu bile umursamıyorum, söylemek istediklerim aslında Ateş'e... Sonunda çaldım, öğrendim, dersler bitti demek istiyorum ama... Demiyorum. Zaman kaybedeceğimi biliyorum çünkü...''

Son cümleyi kurarken sesi titreyince kısık bir nefes almaya çalıştı. 

''Işık normalde evden gitmesi gereken zamandan tam üç dakika önce ayrılıyor. Hızla arkasından spor ayakkabılarımı giyiyorum. Kapının önündeki askılıkta...'' 

Devamını getiremeden gözlerini birkaç saniye yumdu.

''Askılıkta sarı şemsiyesini unutmuş. Ardından yetişmek için koşturuyorum. Evin ilerisindeki ana yolda duruyor öylece, karşı kaldırımda... Otobüse binmesin diye sesleniyorum, beni duyunca elindeki otobüs kartını yere düşüyor. Sakardı biraz... Arada yaptığı aksaklıklara gülerdim. Yine güldüm ama bana odaklandığı sırada otobüs geçti gitti... Cebimdeki telefon çaldı, mahalleden arkadaş arıyor. Işık'a elimle beklemesi gerektiğini işaret ettim, yolun karşısından kafa salladı. Tam yirmi iki saniye konuştum arkadaşımla, yolda olduğumu, geleceğimi söyledim. Telefon kapandı. Işık ben karşıya geçmemeyim diye bana doğru yürümeye başladı... Elimdeki şemsiye aniden yere düştü Eva, Işık...''

Konuşamadı, karanlıkla parlayan kara irislerinin sulandığını gördüm. Ses etmedim ancak içim cayır cayır yanıyordu.

Nefes alamayınca dudaklarını ıslatıp yutkunmaya çalıştı fakat ben bile yutkunamadım. 

''Eğer ben üç hafta ısrar etmeden dersleri kabul etseydim, eğer ben dersleri öğrenmem gereken zamandan önce bitirmeseydim... Eğer on iki dakika değil de on üç dakika çalsaydım o son parçayı, Ateş'le birkaç dakika konuşsaydım, Işık evden üç dakika önce ayrılmasaydı, otobüs saniye farkıyla kaçmasaydı, telefonda yirmi iki saniye konuşmasaydım ve onun yerine ben karşıya geçseydim...'' dedi ve durdu. ''Işık yaşıyor olurdu...'' diye fısıldadı.

Göğüs kafesimin sıkıştığını hissederken sesli nefesler almaya çalıştım. Islak gözleri bana döndü. Benimkiler ıslaklığına dokundu, yaşla doldu. 

''Zamanla bu yüzünden anlaşamıyorum... Zaman çok...'' diyemedi.

Yattığım yerden doğrulup yüzüne yaklaştım, gözlerine baktım. ''Zaman bizden çok daha güçlü, ona istesek de engel olamayız. Durduramayız, geri ya da ileri alamayız,'' dedim nazikçe.

''Işık...'' diye fısıldadığımda kirpiklerimi aşan bir damla yaş, yanağına düştü. Acımız ikiye bölündü. Onun acısından en büyük parçayı kendime kattım.

''Işık, senin zannettiğin nedenden dolayı ölmedi. Çünkü zamanı sen yönetmedin, zaman seni yönetti, yönlendirdi, can aldı. Sen saniyelerin ardından kovalasan da, kaçsan da... Zamanın istediğini asla değiştiremezsin. Işık öldü evet ama belki ölmesi daha iyiydi, belki de kötü bilemeyiz. Işık yaşasaydı, zamanın ona neler göstereceğinden asla emin olamayız. Belki yaşasaydı çok daha felaket olurdu, belki de mükemmel olurdu. Ne olursa olsun, Işık senin kontrolünün dışında öldü,'' dedim ama sesim buruktu.

Kirpiklerini kırpıştırarak bir elini yanağımın üzerine koydu. Okşadı, çok usulca... İçindeki ağrıyı bana aktarmak istediğini anladım, elimi elinin üzerine koydum. 

"Belki de haklısın," dedi sahici bir fısıltıyla. "Yıllardır zamanı kontrol etmeyi denesem de... Hiç başarılı olamadım aksine zaman beni yendi. Zamanın istediğini değiştirememeyi sende anladım. Tam şimdi.'' 

Burukça gülümsediğinde, yanağımda durmaya devam eden parmaklarını sevdim. ''Hadi gel Alaz, Işık için birer tane sigara yakalım. Onun ömründen çalan zaman, bizimkinden de biraz çalsın... Belki geçmişteki hesaplarınız kapanır, canından bir zamanı vererek ödeşmiş olursunuz.'' dedim anlayışla.

Hayran hayran gözlerime baktı, karalarındaki duyguların hepsini acıyan zihnimin bir köşesine kazıdım, sakladım. ''Eva sen...'' diyemedi.

İşaret parmağımı dudaklarının üzerine bastırıp sessiz olması gerektiğini belirttim. ''Kelimeler kimin umurunda? Ben seni gözlerinden çok iyi anlıyorum zaten.''

                                        •••

Son kez olması umuduyla bilgisayarın sesini en sona kadar açtım ve Nezaket Hanım'ın Alzheimer kliniğinde söylediklerini kaydettiğimiz ses kaydını dinlemek için yeniden tuşa bastım.

''Doktorum var benim... Doktorum nerede? Özledim doktorumu, doktorum bensiz üzüldü, kötülüğe kurban gitti... Ah canım doktorum benim, ah sana kıydılar. Öldürdüler seni... Gencecik kızımıza gitti doktorum benim, kızımıza kurban gitti... Gelmedi koynuma gitti.''

''Nezaket Hanım... Doktorunuz nereye gitti?''

''Doktorum gitti, uzaklara gitti. Kurtlara kadar gitti doktorum. Fikret'imin yanına gitti.''

''Kurtlar'da eşiniz mi var Nezaket Hanım?''

''Kurtlar, Kurtça... Biz geceleri orada uyurduk Fikret'imle... Fikret'im yanımda uyuyor. Tahta... Yorganlarda yatardık, yorganlara sarılırdık, çok sarılırdık biz...''

Alaz eliyle durmam gerektiğini işaret edince hemen tuşa bastım. 

''Eva bu son cümlenin başına sarsana,'' dedi çatık kaşlarla. 

Başımı salladım ve söylediği yere geri sardım.

''Kurtlar, Kurtça.''

"Dur," dedi ciddiyetle. 

Kaydı durdurdum. 

''Bir şey mi yakaladın?'' diye sordum merakla. 

Bilgisayar erkanını kendi önüne çevirip 'sürekli oynat' tuşuna tıkladı.

''Kurtça, kurtça, kurtça, kurtça.''

"Bahsettiği yer Kurtlar değil," dedim kayıtta ne söylediğini anlayınca. "Kurtça'dan bahsediyor."

"Evet," dedi Alaz. Kaydı ileriye sardırdı. 

''Doktor doktor, doktorum gelsin bana geri... Şarkılar söylesin Fikret bana, gelirken getir onları... Kurtça'da üşürler, Kurtça'da üşürler, Kurtça'da üşürler... Kurtça'da, Kurtça'da, Kurtça'da.''

Kaseti tamamen durdurup yüzüme baktı. ''Duyuyor musun? Biz tam giderken senin elinden yakaladıktan sonra söylemişti bunları. Sanırım bahsettiği yerin adını yanlış hatırlıyor,'' dedi kendinden emin bir şekilde. ''Neredeyse öğlen olmak üzere ancak biz, 'Kurtlar' diye bir yer bulamadık. Demek ki asıl söylediği 'Kurtça'... Kağıda yaz bunu.'' 

Hızla masaya doğru eğilerek kağıda not aldım. İşte şimdi elimizde daha çok ipucu vardı. Bu iyiydi. Sabah Alaz'la Işık hakkında konuştuktan sonra kahvaltı yapmış, işlere geri dönmüştük. Araştırmalara devam ediyorduk fakat Nezaket Hanım bizi biraz zorlamıştı. Şu an ise son detayı yakalamayı başarmıştık.

Son detay, on küfür!

Not kağıdını elime alıp Alaz'ın kolunu dürttüm. ''Nezaket Hanım'ın söylediği en önemli detayları okuyorum, dinle.'' dedim uyarırcasına. 

Bilgisayarı masanın üzerine bıraktı, koltukta bana doğru dönerken konuşmam için başını salladı.

''Öncelikle; bahsettiği yer 'Kurtça' diye bir yer. Tahta demişti, muhtemelen tahta eksi köy evlerinden bahsediyor diye düşünmüştük...'' dedim ve kağıtta yazanları inceledim. ''Hah şey, yorganlara sarılırdık, üşürdük diyor, yani aslında soğuk bir yer olduğunu söylüyor. Sonuç olarak...'' diyerek aklımdakileri açıkladım. ''...Fikret Bey, soğuk bir köyde mezarda... Bu köy onların yaşadığı ve büyüdüğü yerdir yüksek ihtimalle çünkü mezarını hep memleketlerine koyarlar. Mert Bey de köylerine, babasının yanına gitmiş olmalı. Köylerinde mutlaka evleri vardır... Önceden kalma falan yani, dedeler babaannelerden kalma evler falan işte.''

"Aynen öyle," dedi ciddiyetle. "Memleketleri olmalı. Mert Bey de, hem babasının yanına dönmüş hem de gizlenmek için en uygun yeri bulmuş...'' diye beni onayladı. ''Ben bu Kurtça'yı biraz araştırayım, sen de Asya hakkında bulduklarımızı araştır.'' 

İkimizde kendi bilgisayarlarımızın başına geçip araştırmaya başladık.

Başımızdaki onlarca bela, yüzlerce küfür!

•••

Neredeyse dört saatlik bir araştırma sonucunda bilgisayarı kapattım. Tableti elime alarak oturduğum yerden kalktım. Ben salonda volta atarken Alaz hala bilgisayar başındaydı.

''Eva, tamam mısın?'' diye sordu.

Hala not uygulamasında gezinmeye devam ederken, ''Evet, sen?'' diye yanıtladım.

''Evet, her şeyi buldum ve işim tamamen bitti. Önce sen anlat sonra ben anlatırım,'' dedi.

Yazdığım her şeyi kaydettikten sonra Alaz'a baktım. Kollarını göğsüne bağlamış, pürdikkat bana odaklıydı.

''Tamam... Anlatıyorum," dedim ciddileşerek. "Öncelikle Ateş'in hasta dosyalarının arasında bulduğum bir banka hesap numarası var demiştim ya... İşte az önce, senin cüzdanından eski ve kullanmadığın kredi kartını aldım.''

Bana anlamsızca baktı. Şaşırmışa benziyordu. 

"Sen gerçekten profesyonel bir hırsızsın ufaklık," dedi laf arasında. 

"Dinle," diye uyardım ve elime telefonunu alıp anlatmaya devam ettim: "Telefonuna bu bankanın uygulamasını indirdim ve senin kredi kartı bilgilerini girerek bulduğum hesap numarasına para göndermek için işlem başlattım. Hesap numarasının kime ait olduğunu bulabilmek adına havale yapma seçeneğine tıkladım ve adını soyadını sistem üzerinden öğrenince işlemi onaylamadan iptal ettim."

Şaşırmıştı ama daha çok durumdan memnun gibi duruyordu. Beni belimden çekip sağ dizinin üzerine oturttu. Heyecanımın arttığı sırda bana bakmadan telefonun ekranındaki uygulamayı inceledi ancak bir eli belimde duruyordu. 

"Güzel..." dedi telefondaki ekran resmine bakarken. 

Gözlerime baktı. Bakışları önüme düşen birkaç kısa saç teline takılınca kirpikleri hafiften kısıldı. Parmaklarıyla saçlarımı ağır ağır kulağımın arkasına doğru aldı. 

"Anlat hadi, devam et."

Kucağından kalktım ve, "Evet!'' dedim esas konumuza geri dönerek. ''Kim olduğunu sosyal medya hesaplarından buldum, tam da tahmin ettiğimiz gibi, polise yakalanmak üzere olduğumuz gece, parkta dövdüğümüz iğrenç çocuklardan biri.'' 

Zaten bunu beklediğini belirterek başıyla söylediklerimi tasdikledi.

Hızla tableti elime aldım. ''Neyse dur, dur!'' dedim konunun dağılmasına izin vermeden. ''Asıl önemli kısımlara gelmedim daha...'' diye uyardım ve tablete kaydettiğim dosyayı açtım. "Şimdi durum şöyle; Ateş'in not defterinden bir adres bulmuştum. Aceleyle yazılmış gibi demiştim ya işte o adres. Fotoğrafını çektim ama yine de tam okunaklı değildi. Ben de internetten fotoğraf düzenleyici uygulama indirdim ve...'' diyerek ekranı ona çevirdim. ''Ta da! Ateş Bey iki gün sonra bu adrese gidecek.''

Anlamıyormuş gibi kaşları çatıldı. Ekrandaki adresle, gülümseyen suratım arasında gidip gelen bakışlarına aldırmadan açıklama yapma gereğinde bulundum: 

''Nasıl anladın diyeceksin, hemen açıklıyorum. Adresin altına tarih karalamış, ben de resmi netleştirince gördüm Alaz. Üstüne üstelik aynı sayfanın kenarlarına kalemle daireler çizmiş birkaç tane. Biriyle buluşacak olmalı. Yani bu demek oluyor ki—''

''Demek oluyor ki, telefonla konuşurken yazmış adresi,'' dedi aklımı okuyarak. ''Aynen öyle küçük kız... Zekice, aferin. Mutlaka telefonda uzun uzun konuştuğu birileri olmalı, eğer Ateş buluşmaya arabayla giderse takip cihazından izleyerek ardından gideriz, arabayı almazsa da direkt adrese gideriz. Buluşacakları saati yazmış mı?"

Sorusuna olumsuz anlamda başımı salladım.

"Pekala," dedi düşünürken. "O halde erkenden gideriz biz de, ya da arabayla gitmesini umalım ki işimiz kolay olsun. Başka ne buldun?''

Tablete not ettiğim bilgilere göz gezdirdim. ''Senin bulduğun giriş-çıkış kaydı vardı ya hani, listede yazan isimlerin hepsi tanıdıktı. Asya'nın ailesi falan filan... Ama dikkatimi çeken bir isim oldu. Daha önce hiç duymadığımız için araştırdım ben de, adı Volkan Ardınçaka, kendisi eski bir polis. Ateş'le sosyal medya üzerinden arkadaşlar ve muhtemelen sen de tanıyorsun. Çünkü yıllar önce birkaç tane fotoğraf bile atmışlar Ateş'le beraber,'' diye belirttiğimde 'biraz' der gibi kafasını salladı. Salonun ortasında volta atmaya başladım. ''Can alıcı kısım ise Volkan Bey'in, Mert Bey'i tanıyor olması. Yıllardır birlikte iş yapıyorlarmış ve bir süre adli tıpta beraber çalışmışlar.''

Anlattıklarımı dinleyince tek kaşı havaya kalktı. ''Demek ki Ateş, Mert Beyi'i Asya yüzünden tanımıyor, Volkan Bey sayesinde de ortak arkadaşlar. Bu yüzden Ateş, Asya'yı kendisinin öldürüldüğüne dair kanıtları değiştirmek için Volkan Bey'den yardım istemiş. Kayıtlara bakılırsa Volkan Bey de yardım etmiş. Ama Mert Bey-''

''Ama Mert Bey böyle bir iğrençliği reddettiği için her şeyini kaybetmiş ve gitmek zorunda kalmış,'' diye lafını tamamladım. ''Aynen öyle Alaz.'' 

Sıkıntılı bir ifadeye de bürünse beni onayladı.

Aklımdakileri aktarmak için konuşmaya devam ettim: ''Volkan Bey felaket derecede titiz bir adam... Hastalık hastası gibi aynı, bunu internetten bulduğum bütün makalelerinden, fotoğraflarından ya da açıklamalarından anladım. Yani eğer Asya'yla ilgili bir belge varsa elinde, mutlaka saklıyordur diye düşünüyorum."

"Olabilir," dedi düşünürken. "Şansımızı deneriz."

"Benden bu kadar," dedim tableti kapatırken. "Sen neler buldun?"

Bilgisayarı önüne alıp sayfaları açtı. 

''Evet, ufaklık..." dedi dosyalara göz gezdirirken. "Önce iyi haberden başlıyorum. Kurtça'nın neresi olduğunu buldum. İnternette bu isim adına birçok mahalle, köy ve kasaba var. Ama Mert Bey'in dört yıl önce ölen babası için sosyal medyada iyi dileklerini ileten insanlar sayesinde aradığımız yeri buldum. Araştırdım, ailesinin geçmişine baktım ve sonucu doğruladım. Adres Karadeniz de, Bolu'da... Gerede adında bir ilçenin, Yağdaş köyündeki mahallenin adıymış Kurtça. Mert Bey'in memleketi orası, internetten birkaç akrabasını buldum ve emin oldum. Yüzde doksan ihtimalle Nezaket Hanım'ın da dediği gibi Mert Bey orada olmalı fakat... Biz yine de Enes'ten telefon numarasını alacağız ve ulaşmaya çalışacağız. Çünkü çok riskli, eğer Bolu'ya şimdi gitmeye kalkarsak ve Mert Bey orada değilse, biz yolda yakalanabiliriz... Sonu hiç iyi olmaz.'' 

Zafer sevicini yaşarken olduğum yerde zıplayıp heyecanlı çığlıklar attım. Güldü ama alaydan uzak bir gülüştü çünkü onun da sevindiğini biliyordum.

Ellerimi belime koyup, ''Alaz bu süper haber!'' dedim heyecanla. ''Mert Bey'e ulaşmak demek, cinayetin bütün gerçeklerine ulaşmak demek! Sonunda be... Gerçekten çok mutluyum. Çünkü artık kurtulabiliriz.''

"Dur, daha bitmedi," dedi ciddiyetini bozmadan.

Dikkatle onu dinlemeye koyuldum. 

''Sırada arkeolog Sevinç Hanım var," dedi gözleri bilgisayardan açtığı dosyadayken. "Biliyorsun, Hüseyin Bey'in torunu Eymen, bize mirasların arasına Osmanlı dönemi atalarından kalan bir broş olduğunu söylemişti. Bu broş saf altından yapılmış ve zümrütlerle işlenmiş bir broş. Sevinç Hanım bizimle buluşmak isteyince bizim için çok uygun bir yer ayarladım. Onunla buluşacağız ve broş hakkında her türlü bilgiyi öğrenmesini isteyeceğiz. Sonuçta arkeolog, bizim bulamayacağız her şeyi en iyi şekilde bulacaktır. Böylece Gölgeleri kandırmak daha kolay olacak çünkü biz onlara yemi attığımızda yem hakkında her türlü ayrıntıyı bilmek isteyeceklerdir. İnandırıcı olmalıyız. Tam da bu noktada Sevinç Hanım devreye giriyor ve sonuç. Gölgelerden de, cinayetten de, hırsızlıktan da aklanıyoruz."

Yeniden bilgisayar ekranına dönerek birkaç tuşa tıkladı ve anlatmaya devam etti. 

''Biliyorsun Rüzgar sayesinde Gölgelerin toplandıkları yeri öğrendik. Esas toplanma yerleri Antalya'da ve tam konumu bizim elimizde var,'' diye eski bir bilgiyi özet geçti. ''Zaten Rüzgar'la iletişim halindeyim, kendisi de tarihi eser kaçakçılığıyla uğraştığı için Gölgelerden bir üyeyi bulmuş. Bana bulabildiği bütün bilgilerini attı, araştırdım, kadın bu şehirde. Bil bakalım ensesinde ne dövmesi var?'' 

Bahsettiği şeyi anladığımdan dolayı gözlerim irileşmişti. Alaz, başını salladı. 

''Siyah bir kelebek dövmesi ufaklık, evet," dedi bana. "Ama önemli nokta, kadına ulaşabilecek olmamız... Ben zaten ulaştım. Kendisi İzmirli ve yan fakültemden mezun. Siması tanıdık geldiği için bulmak çok kolay oldu. Adı Derin... Ben Derin için herhangi bir planı kurmadım. Ancak polise ihbar ederken isim vermek, daha yararlı olur. Böylece elimizde kesin kanıtlar olmuş olacak.''

''Haklısın,'' dedim kaşlarımı kaldırırken. ''Bu oldukça işimize yarayacak.''

Bilgisayardan bir bildirim sesi gelince şaşkınlıkla ekrana baktı. Ardından hemen dudağının kenarı yukarıya kalktı. ''Eva, hazırlan çünkü Enes geri dönmüş,'' dedi.

İşte şimdi başlıyorduk...

                                        •••

Karanlık salonda yattığım koltuğuma doğru yürüyerek elimdeki soğuk su şişesini başucumdaki sehpaya bıraktım. Bugün çok erken kalkmıştım ve yorulmuştum.

Yatağa yattığımda aklımda yalnızca Alaz Yargın vardı. Gözlerimi kapatıp uyumaya çalıştım fakat bu sefer saydığım kuzular kara gözlü değildi. Tamamen kapkara kuzulardı.

Duyduğum kapı sesine gözlerimi açmadım. Ne yapacağını merak ettiğim için öylece bekledim, bekledim, bekledim...

Yeni bir kapı sesi... Kendisi için su almış olmalıydı. Gözlerim yine açılmadı çünkü açılası hiç yoktu. Uyumak ve unutmak istiyordum.

Birkaç metre uzağımdaki masadan bir tıkırtı duyunca nabzım hızlandı. Buradaydı...
Heyecanla sesleri dinledim. Yattığım L koltuğun diğer tarafına oturdu. Bir şişe açtığını duyduğumda hareketsizce yerimde kaldım. 

Neden buradaydı? Uyuduğumu mu sanıyordu?

''Uyumadığını biliyorum,'' dedi kendinden emin olduğunu belirten güçlü sesiyle. Yine de gözlerimi kapalı tutmaya devam ettim. Belki inanırdı ve ben ne yapacağını anlayabilirdim.

Uzun bir süre hiç konuşmadı. Arada bir bardağın içine bir şeyler doldurduğunu duyuyordum sadece. Usulca tek gözümü araladım. Viski...

Koca bir viski şişesini masaya koymuş, elinde yarım bir bardak öylece karşıdaki duvarı izliyordu. ''Uyumadığını bildiğimi söylemiştim.'' dedi ama bana bakmadı bile. Şaşırdım.

Gözlerimi tamamen açıp karanlıkta bile kendi karalığını belli eden parlak gözlerini seyretmeye başladım.

Neredeyse şişenin yarısına gelince yattığım yerden doğruldum. Bana bakmamayı sürdürdü. Koltuğun ucuna gelerek sıkıntıyla elindeki bardağa baktım. 

''Alaz...'' dedim usulca. ''Fazla içtin, başın ağrır.''

Anlayışıma alayla gülümsedi ancak karşıya bakmaya devam ediyordu. ''Beni bu kadar düşünme Eva... Sen zarar görürsün.'' Kulaklarıma kar yağdıran sesi ruhumun buzlarını hiç acımadan kırdı.

Umursamaz gibi görünmeye çalıştım ama bu, sadece sinirlenmeme neden oluyordu. ''Seni düşündüğümden dolayı söylemiyorum. Yarın Enes'in yanına gideceğiz, unutma.''

Alayıma karşılık küçümseyici bir tonda güldü. ''Her şeyi vakti geldiğinde düşünürüm, şimdi umurumda bile değil,'' dedi umursamazlıkla. ''Uyu.''

Kaşlarım çatıldı, ayağa kalkıp karışında dikildim. Bir an bile yüzüme bakmıyordu. 

''Madem öyle, git odana o zaman! Tepemde içtiğinde uyuyamıyorum!'' Yükselen sesime karşılık ifadesinde büyük bir öfke belirdi. Direttim. ''Alaz git! Eğer bur—"

Elindeki bardağı hızla odanın köşesine fırlatınca lafım yarım kaldı. Şaşkınlıkla ne yapmaya çalıştığını anlamak için ifadesini yokladım ama öfkeden başka bir şey göremiyordum. Kendine öfkeliydi...

''Sesini kes!'' 

Daha da şaşırdım.

Masanın üzerindeki şişeyi elimin tersiyle ittirdiğimde kızgın bir nefes aldı. ''Kesmiyorum! Siktir git odan—"

''Eva! Sus!'' diye bir kere daha uyardı fakat benim susmaya hiç niyetim yoktu. Artık bu ikilemlerinden de, değişken ruh halinden de sıkılmıştım.

''Susmayacağım! Bıktım, anlıyor musun? Şu tavırlarından da, beni oyuncak gibi kullanmandan da bıktım! Artık bir karar ver ve ona göre davran, aklımı karıştırmaktan vazgeç! Yeter!'' diye bağırdım.

Hızla oturduğu yerden kalkınca boynumu yukarıya kaldırarak alev fışkıran gözlerine ateş saçan gözlerle baktım. 

''Küçük kızdan küçük bir uyarı ha! Ne çabuk bu kadar büyüdün—"

''Alaz!'' diye sinirle lafını kestim. ''Bana artık küçük çocuk muamelesi yapma! Sen...'' dedim işaret parmağımı göğsüne bastırarak. ''Sen katilsin! Bana yaptığın onca şeyden sonra bir de hala küçücük kalacağımı mı zannediyordun?'' dedim alay eder gibi.

Avucumun içiyle göğsüne sertçe vurdum. 

''Sen beni istemeden değil, bile isteye öldürdün! Belki ruhumu almadın ama bütün saflığımı kaybettim senin yüzünden!'' Bir tane daha vurdum. ''Önce yaralarımı sarıp sonra en kötülerini açıyorsun kendi ellerinle... Seni çözemiyorum! Beni kıskanıyorsun, bana sarılıyorsun ama sonra anında uzaklaşıyorsun! Anlayamıyorum! Artık beni oyuncağın olarak kullanmana izin vermeyeceğim Alaz Yargın! Duydun mu beni?''

Omuzlarımdan kavrayıp karşıdaki koridorun duvarına sırtımı yaslayınca nefes nefese gözlerine baktım. Elleri sıkı değildi, sadece tutuyordu. Ancak benim öfkem damarlarımdaki kana sıkı sıkı dolanmıştı.

''Beni öldürmek mi istiyorsun? Durma!" dedim bağırarak. Artık canıma tak etmişti. Aslım halanın evindeyken söyledikleri aklımdan çıkmıyordu. "Bana yaşattığın her duyguyu kabullendim! Mutlu ettin, acı çektirdin ben yine de hepsini kabul ettim. Gel dedin geldim, git dedin gittim ve bir kere bile keşke demedim ben! Her zaman iyi ki bu adam bana hissettirdi dedim! Ama sen..." dedim acımı belli eden boğuk ses tonumla. "Sen her zaman ikilemdesin Alaz Yargın. Çünkü sen Alaz Yargın'sın, bunu yapabilecek kadar güçlüsün tabii." 

Dalga geçer gibi kurduğum cümleleri dinlemekle yetindi. Gözleri gözlerimden bir an bile ayrılmıyordu ancak buğulaşan irislerim, karalarındaki duyguları görmeme engel oluyordu.

Yeniden göğsüne vurdum. Kalbi benim kalbim kadar acısın istiyordum. "Şimdi beni öldüreceksen sakın durma! Ben bunu da kabul ediyorum çünkü...'' dedim ve yutkundum.
''Çünkü artık ölmek, bana senin yarattığın ikilemde kalmaktan daha az acı verir.''

Kıpkırmızı gözlerinin ardında yatan anlamı çözemiyordum. İçimdeki hınçla göğsüne bir kere daha vurduğumda sağ yumruğunu havaya kaldırdı. İrkilerek sıkıca gözlerimi yumdum.

''Eva...'' dedi hayal kırıklığına uğramış gibi.

Yaslandığım duvara sert bir yumruk atınca gözlerimi daha sıkı yumdum. ''Sarhoş olup beni döveceksen korkmuyorum! Ben alışkınım vur hadi!'' diye bağırdım. Fakat yüreğim sıkışıktı.

Beni bırakıp tamamen geriye çekilince gözlerimi açtım. Yüzündeki hayal kırıklığının gerçekliğini algıladığımda içimdeki öfke ateşi aniden söndü.

''Sen!'' dedi hüsrana uğramış ses tonunun altındaki hiddetli tınıyla. ''Eva sen benim sana bunu yapacağımı nasıl düşünürsün?''

Gözlerindeki kırgınlık beni afallattı. Duvara yaslanmaya devam ettim çünkü çekilirsem yere yığılacağımı biliyordum.

Sinirle yüzünü sıvazlayarak salonun ortasında volta attı. ''Benim sana sen istemeden dokunacağımı mı düşündün? Senin canını yakacağımı... Hatta döveceğimi mi sanıyorsun?'' diye kükredi.

İşte şimdi sesinin çarpıp yankı yaptığı duvarın bana buz dağı gibi gelen tuğlalarından çekildim. Sırtımı üşüttü. 

''Ben senin gözünde böyle bir adam mıyım? Bana hiç mi güvenmedin?'' dedi bağırarak. Elleri bedeninin iki yanına düşerken ifadesizliğini zorla koruduğum suratıma acıyan gözlerle baktı. ''Ama ben sana... Sana güvenmiştim,'' dedi kısıkça. ''Gerçekten diğer aptallardan daha farklı olduğunu sanmıştım.''

İşaret parmağını göğsüne yaslayarak kendini işaret etti. 

''Beni bambaşka bir adam olarak gördüğünü sanmıştım! Kimsenin görmediği yüzümü gösterdim sana ben! Kimseye göstermediğim kadar sabır gösterdim..." dedi kırgınca. "Değer...'' diyemedi. Değer verdim diyemedi ama onun yerine ciğerimi yakan titrek havayı içine çekti.

''Git, Eva! Git çünkü ben artık içimde yaşadığım bu şey her neyse, silip attım!''

Pişmanlığıma camlar titredi, hayal kırıklığına ise bütün camlar kırıldı. Yanına doğru yürüdüğümde eliyle durmamı işaret etti. Gözlerini sinirle kapatıp derin nefesler almaya çalışınca pişmanlığım bir dağ kadar büyüdü.

''Alaz...'' diyemedim.

''Git...'' dedi tek nefeste.

''Git ve sakın... Sakın bir daha...'' Kendini sıktığı için kızaran gözlerini açıp suratıma yaklaştı. ''Bir daha bana yaklaşma. İkilemden kurtulmak mı istiyorsun? Peki, sana istediğini veriyorum,'' dedi ciddiyetle. ''Artık sadece Alaz Yargın var karşında! Yanında olacağım, arkada duracağım dedim. Dediklerimi yapacağım. Bütün her şey bittiğindeyse...''

Kaşları kırgınlıkla büküldü, dolan gözlerimin içine baka baka canımı alacak kelimeleri söyledi.

 ''Birbirini hiç tanımamış iki insan olacağız.''

Birbirini hiç tanımamış iki insan... Bunu duyan ruhum isyan etti. Kalbimin duvarları bana ağladı. Gözleriyle, sözleriyle, elleriyle yıktığı kalbimin o kalın tabakası hıçkırarak ağladı. Ben şimdi yeniden bir duvar örsem kalbime kaç zaman alır? Yeter mi parmaklarımın gücü? Kalbim bunu ister mi?

Hangimizin canı daha çok yanıyordu? Bilinmez... Bildiğim tek şey şu gözlerin gerçek, sözlerin sahici olduğuydu. Sarhoşluk dürüstlüğü diye anımsadım bu söylediklerini kendi içimde. Bu kadar doğru olmasına kırıldım.

Küçük kız çocuğu ölmüştü ya bende, onda da öldü artık. Melek tarafını yaşatmıştı ya bana, onda da yaşamıyor artık.

Bunca anı geçti birlikte, bunca zaman... Kırıldım, ağladım, mutlu oldum, güldü, sinirlendi, mutlu oldu. Ben onun yara bandı olamadım, yarasının kanını durduramadım. O benim suyum olamadı, susuzluğumu gideremedi.

Ben bu adamın ilk defa canını yakmıştım. Yeni yarattığı kötü kadın bile üzüldü...

Sustu, sustum. Arada bir yaptığımız gibi sessizdik fakat şimdiki sessizlik, kelimelerin canını yakıyordu. Sessizlik bile acıdan ölüyordu.

Gözlerimden akmak için çırpınan yaşları nefes alarak durdurmak istedim ancak nefesim ince cam kırıkları misali yüreğime batıyordu. 

''Birbirini hiç...'' diyemeden yutkundum. ''Hiç tanımamış iki insan,'' dedim bu sefer tek nefeste.

Gözlerinden duygularını göremeden geriye çekildi. Yüzüme bile bakmadan pencerenin kenarına gidince yanında durmanın ikimize de daha çok acı vereceğini düşünerek odaya gittim. Kokusunun dolu olduğu yatağa yattığımda turkuaz gözümden bir damla yaş aktı.

Bu karanlık gecenin sabahı olur muydu?

Continue Reading

You'll Also Like

1.7M 110K 59
Wattpad de bu isim ile yayımlanan ilk ve tek hikayedir. Çalınma durumunda yasal yollara başvurulacaktır. Mine MUTLUÇAY, otuz yaşında arşiv memuru ke...
1.3M 44.6K 70
"Sessizliğin bu kadar gürültülü olacağını senden önce bilmezdim." (Kitap yetişkin içeriklidir.) 02.12.21
2.8M 149K 17
Maça Kızı 8 serisinin devam bölümlerini içermektedir.
16.5K 1.1K 32
Kleopatra: Pekala, madem gerçekten aşıksın, o zaman, ne kadar, onu söyle! Antonius: Ölçülebilen aşk zavallı bir aşktır. Kleopatra: Peki, ya ben ölçme...