Conteur fille | Jungkook

By mitsurine

15.2K 1.8K 2.7K

"Eğer ağlıyorsan ağacın üzerine çık ve onlara yukarıda yağmur yağdığını söyle." More

Conteur fille
Child garden¹
Angel Rosé²
Wings Trap³
Tiny Parrots⁵
Simple deal⁶
Tea party⁷
Little talks⁸
Drunk rabbit⁹
That's amore¹⁰
Red note¹¹
Old giant¹²
Mighty oath¹³
Boring Rosé¹⁴
Song of the sea¹⁵
I love you my friend¹⁶
Heart waves¹⁷
Paper birds¹⁸
Rose-colored boy¹⁹
Delayed firsts²⁰
Broken roots²¹
Hey losers²²
Therapist eric²³

Conqueror⁴

611 93 76
By mitsurine

Ve şimdi Jeon Jungkook'ta manolya kokuyordu.

Tamamıyla mutlu ve yenilenmiş hissetmeyeli ne kadar oluyordu bilmiyordum.

Namjoon hastaneye yattıktan sonra bazı şeyler yarım gelmeye başladı. Bunu nasıl tarif edeceğimi bilmiyorum. Çünkü ben ilk defa yarımlaşıyorum.

Sabahları kafamı yastıktan kaldırırken güneşin doğduğuna sevinmemeye başladım ilk önce. Daha sonra sevdiğim o renkli gevrekleri yiyememeye.

Değiştik ve eksildik.

Değişen şey sadece hayatımız ve yaşadığımız yer değildi. Beraberinde sürüklediği birkaç şeyde vardı.

Mutluluk, hisler, heyecanlar ve hevesler.

Bunlar eskisi gibi ilgimi çekmiyordu artık. Hissettiğim bütün şeylerin yanında bunlar basit birer kelimeye dönüşüyordu.

Giderek eksiliyordum. Günden güne. Eksilmekle kalmıyordum, yağmalanıyordum da.

Hasta olan yalnız Namjoon değildi. Sanki ikimizde hastaydık.
Beraber geçirdiğimiz zamanında hastalıklı olduğunu düşünüyorum.
Kısıtlı ve belirsiz.

Bunları düşünmek bazen beni o kadar yoruyordu ki bütün bunlarla nasıl başa çıkacağımı merak etmeye başlıyorum.

Depresif duyguların esiri olmayacağıma dair Namjoon'a söz vermiştim.

Namjoon hissettiğim acıyı depresif duygular olarak adlandırıyordu.
Oysa bu acı düşündüğünden daha fazlasıydı.

Bana söz verdirmişti. Fakat kendi bir söz vermemişti. Bedeninde ve kalbinde bir acı olduğunu biliyordum. Bunu gizlemek için büyük bir çaba gösterse de...
Eskisi kadar gülmüyordu mesela. Gamzelerini haftada bir iki kere görüyordum. Sık sık uyuyordu. Uyanık olduğu zamanlar ise gözlüklerini takıyor ve şu sevdiği mitoloji kitaplarına gömülüyordu.

Her ne kadar ona bir söz vermiş olsamda Namjoon ve ben hastane odasının kapısını kapattığımızda bununla yüzleşmek zorunda kalıyorduk.

Okuldan çıktığım gibi koşarak buraya gelmemin sebebi de buydu aslında. Onu yalnız bırakırsam duvarlar onu sıkacak hasta olduğunu yüzüne vuracaktı.
Buna izin verirsem ben onun küçük kız kardeşi Rosé olamazdım.

Yanında olmazsam melek Rosé'nin kanatları bana lanet ederlerdi. Ne kanatlarım affederdi beni ne de kendim.

Herkes eksikleriyle savaşmıyor muydu zaten.

Beni eksilten şey aynı zamanda tamamlıyordu.
Küçük hasta perilerime kanatlarımı açıyor Namjoon'un o ilaç kokan odasında bütünleşiyordum.

Her şeye rağmen iyiydim. İyiydik.

Elimdeki pasta kutusuna tutunup gülümsedim. Yeni bir günde yeni bir tatlıyla hastaneye giriyordum.
Gözlerimin yanmasına engel olmak için bir pasta kutusundan yardım istiyordum.

Melek Rosé aslında güneşin doğduğu herbir gün bulutun bir köşesinden düşüyordu.
Sonra tekrar kalkıyor ve etrafındakiler için iyi olmaya çalışıyordu.

Benim için hayatta şu an sadece iki şey vardı.

Namjoon ve çocuklar.

"Rosé, Rosé, Rosé!"

Yorgunluğumu bir kenara kaldırıp bana doğru koşan çocuklara gülümsedim.  Kötü ya da hasta hissetmek kimin umrundaydı. Buraya adım attığım anda hepsi rafın en arkasını boyluyordu.
Unutmuyordum fakat en azından düşünmeyi bırakıyordum.
Bu bedava bir ilaç gibiydi.

Bayan Jeeun masasında değildi. Elimdeki kutuyu masasına bıraktım ve onlara doğru adımladım.

"Evet, evet, evet."

Onları taklit ettiğimde gülüştüler ve sonunda bana ulaştılar. Çantamı omzumdan sıyırıp dizlerimin üzerine çömeldim. Onlar her zaman neşe doluydu. Bana güç veren şeylerden biride buydu.

Her seferinde hepsine birden sarılmak zor oluyordu. Kollarım onları aynı anda saramıyordu.
Küçük kollar bedenimi ele geçirdiğinde görüş alanım kapandı. Hepsi aynı anda bana sarılmaya çalışıyorlardı.
Bazen bu kadar sevilmeyi hak etmediğimi düşünüyordum.

"Hey.. nefes alamıyor gibiyim."

Miya saçımı geri itip kulağıma doğru konuştu.
"Sana bir sürprizimiz var Rosé."

"Hmm. Yiyecek bir şey mi?"

"Hayır."

Aralarından sıyrılmaya çalıştım. Nefes almakta zorlanıyordum. Beni kaçacakmışım gibi sıkıyorlardı.

"Gözlerini kapat Rosé."

"Tamam."

Dediklerini yapıp gözlerimi kapattım. Artık dizlerim yerle buluşmuştu. Ne derlerse sorgulamadan yapıyordum. Sesimi çıkarmadan oturmuş gözlerimi kapatmıştım bile.

Ben buna genç kızın masum bedenlere teslimiyeti adlı çalışma diyordum.
Daha sonra etrafımda bir hareketlilik olmaya başladı. Beni bırakmışlardı.

"Bakıyorsun ama Rosé."

"Hayır bakmıyorum sadece gözlerim... kaşınıyor."

"Hayır gözlerini kaşıma."

Gözlerimi aralamaya çalıştığımda Miya ellerini gözlerime kapattı.

"Bana bunu yapmayın. Meraklı ve sabırsız biri olduğumu biliyorsunuz."

"Biraz bekle lütfen."

Sürprizlerinin ne olduğunu merak ediyordum. Yiyecek bir şey değildi. Çünkü bana yiyecek aldıklarında gizlice çantama koyuyorlardı. Abur cubur ve yemek... benim zayıf noktamdı.

"Artık açabilir miyim? Uykum geliyor."

"Biraz daha..."

"Dev bir pasta? Elmalı çörek? Şekerlemeler?"

"Hayırr.."

Kıkırdadıklarında gülüp Miya'nın gözlerimdeki ellerini tuttum.
"Benimle dalga mı geçiyorsunuz? Bu bir şakaysa kasamızdaki bütün abur cuburları tek başıma bitireceğim."

İçlerinden biri beklemediğim bir anda eğilip kulağıma fısıldadı. Sesinden Chan olduğunu anlamıştım.
"Geldi Rosé. O, gerçekten geldi. Sana geldiğini söylemiştik."

Gülümsemem düşer gibi oldu. Ağzımı açacağım esnada devam etti.
"O, geldiğinde ne zırhı olacak ne de kılıcı. Melek Rosé'ye sarılacak ve onun bütün yükünü alacak."

Bunlar benim söylediğim şeylerdi. Unutmamışlardı. Masallarımızın sonları hep böyle bitiyordu.
O bir gün gelecek. Ve geldiğinde...

"Chan-"

"Sarıl ona Rosé senin için geldi. Sıkıca sarıl çok mutlu olacaksın."

"Korkma o anlattığın gibi. Dev gibi bir kalbi var."

"O da seni bekliyor."

Miya ellerini gözümden çektikten sonra minik kolları boynuma kaydı ve bana sarıldı.
"Seni seviyoruz Rosé. Bu sana verebileceğimiz en büyük hediye. Ve bir gün gitsek bile hediyemiz sana iyi bakacak."

Sonra beni bıraktılar. Saçlarımdan bir tutam gözlerimin yarısını kapattı.  Anlattığım şeyler sadece bir masaldan ibaretti. Baş karakterin ben olduğum bir masal. Öylesine. Basit bir şekilde.
Kayıp Lord diye bir şey yoktu.

Etrafımı saran çocuklar farklı yerlere kaçıştığında olduğum yerde dizlerimin üzerinde kalakaldım.

Ortada çok büyük bir yanlış anlaşılma vardı. Ve yanlış anlaşılmada kurban sadece ben değildim.
Gözlerimi ileriye doğru çevirdim. Ve ilk bir çift bot gördüm.

Siyah kirpiklerle perdelenmiş siyah gözler.
Öylesine bakıyor. Baktığı şeyde hiçbir güzellik aramıyor.

O, bana bakıyor.

Saçları parmaklarının arasından yeni kurtulmuş gibi gözüküyor.
Koşmuş ve hırpalanmış sanki. Tişörtünün yakası hafifçe kaymış.

Kıyafetleri fazla siyah. Fakat ona yakışmış açık teniyle ve dudaklarıyla bir uyum yakalamış.

Asi ve serseri bir çocuk gibi gözükmek için giymemiş bu rengi.
Daha çok... sevdiği bir rengi giymiş gibi.

Gözlerinde birkaç saniye öylece oyalandım. Tutulmamıştım. Sadece gözlerimi kırpamıyordum. Ortasında kalakaldığım bu olaya şaşkındım hâlâ ve biraz endişeli. Buraya girdiğimde bunun olacağını tahmin edememiştim. Çocukların bu konuda ciddi olabileceğini bilmiyordum.

Ve bir süre bekledim.

Aslında beklememin bir sebebi vardı. Ben... kalbimin sesini duymayı ümit ettim.

Ama hayır. Duyamadım.

O, kayıp Lord değil.

Kalbim suskundu. Ve yaz günündeki deniz gibi durgun.
Gözlerine bakıyorum ama kalbim her zaman ki gibi atıyor, her şey yolundaymış gibi davranıyor.

Evet atış şeklinde bir sorun vardı fakat ne olduğunu teşhis edemiyordum. Galiba sadece masalımı bildiği için endişeleniyordum.

Çocuklar onun kayıp lord olduğuyla kafamın etini yiyip durduklarında şöyle düşünmeye başlamıştım.
Belki... belki onu gördüğümde kalbim dışarıya çıkmak için göğüs kafesimi zorlayacak belki nefes alamayacağım.

Bu olmamıştı.

O çocuğun kayıp lord olduğunu bana düşündüren ve ümit ettiren şey neydi bilmiyorum. Çocukların beynimi tırmalaması sonucu etkilenmiş olabilirdim. Ama sonuç olarak o da değildi.

Beklemeye devam edecektim.

Çocuk uzun süren kendimi sorgulama rituelimden sıkılmış olacak ki rahatsızca kıpırdandı. Hızlıca oturduğum yerden kalktım. Her şeyin ve başta benim garip gözüktüğüme emindim.
Ve etrafımızdaki meraklı gözler benim için büyük bir sorundu.

Beni o çocuğun önünde öylece bıraktıktan sonra saklanmışlardı. Birkaçı duvarın arkasına, biri lobideki koltuğun yanına ve diğer iki kişi ince bambunun arkasına gizlenmişti.
Hepsini görebiliyordum.

Kendi kendime konuştum.
"Mükemmel..mükemmel."

Onlara onun kayıp lord olmadığını defalarca söylesemde bir türlü inandıramamıştım. Bu defa ısrarcı ve ikna edilemezlerdi. Anlattığım hikakayeye bu kadar kapılacak ve takılacaklarını düşünmemiştim.
Aslında az kalsın ben de inanacaktım.
Boğazımı temizledim. Şu an onları hayal kırıklığına uğratmamak için masalımıza ayak uydurmam gerektiğini düşündüm. Ve yapabildiğimin en iyisini yaparak gülümsedim.

O, kıpırdamıyordu. Yakasının kaymış olmasından ve botunun içine soktuğu pantolonunun dışarı çıkmış paçasından iyi vakit geçirmediğini anlamıştım.
Oldukça bitkin gözüküyordu.

Arkadaş canlısı ol Rosé. Kendin ol. Sen neşeli ve konuşkansın.
Önyargıyı kenara at.

Belki de bu hastanede kafana göre bir  arkadaş edinmiş olursun.

Aramızda birkaç adım bırakarak karşısında durdum. Çocuklar saklandıkları yerlerden bize bakıyorlardı. Ne konuştuğumuzun önemi yoktu nasılsa duymuyorlardı. Gülümsemem yeterliydi.

"Merhaba," dedim sade bir gülümseme takınarak.

Onun yüzüne kondurduğu ifade o kadar isteksizdi ki tanışmak için elimi kaldırıp kaldırmama konusunda tereddüt ettim.
Ama bunu yapmam gerekiyordu öbür türlü garip hissediyordum.
Elimi kaldırdım ve ismimi söyledim.
"Ben Ro-"

"Rosé. Roséanne."

Adımı benden önce söylediğinde yavaşça gözlerimi kapayıp kafamı öne eğdim. Bunu yaparken gülümsemiştim. Tabii ki adımı biliyordu. Çocuklar kesinlikle ona ismimle işkence etmişlerdi.

Jungkook devam etti.
"İsmini biliyorum."

Ses tonu görünüşüne göre oldukça tatlıydı. Ona baktığımda huysuz bir çocuk görüyordum. Fakat konuştuğunda hoş tını bütün görünüşünü siliyordu.

"Jungkook. Değil mi?" Sıcakkanlı bir şekilde gülümsemeyi sürdürdüm. "İsim tekrarı konusunda biraz iddialılar. Gün içinde de sayamayacağım kadar Rosé diyorlar."

Gördüğü işkencenin aynısını bende görmüştüm.

Jungkook, Jungkook ve Jungkook...

"Ve bu aralar senin isminde oldukça gündemde."

Tepki vermedi. Bana lisede bir öğretmenimi hatırlatıyordu. O kadına ne söylersem söyleyeyim sadece yüzüme bakıyordu. Cevap vermemesi ise bana hep konuşamıyor olma ihtimalini düşündürmüştü.
İlk defa mezun olduğum gün konuşmuştuk bana doğru bakmış ve "sonunda mezun oldun" demişti.

Şu an Jungkook'ta öyleydi. Ve hâlâ uzattığım elimi tutmamıştı. Yine olacaktı elim havada kalacaktı. Ve bunu hiç sevmiyordum. Kim yaparsa yapsın ruhuma acı veriyordu.
Gözlerini etrafta gezdirdikten sonra tekrar bana baktı. Ben çoktan küçük düşmeyi kabullenmiştim.
Elimi indireceğim esnada onu yakaladı ve ellerimizi birleştirdi.

"Evet Jungkook. Jeon Jungkook."

Memnun olduğumu belli etmek adına kafamı salladım. Bugün diğer günlere göre biraz daha ılımlıydım.
Birkaç gün önce onun buraya çıkarları için gelmiş serseri, züppe fırsatçı bir liseli olduğunu düşünüyordum. Hâlâ neden burada olduğunu bilmesemde en azından liseli olmadığını biliyordum.

Bunları düşünmeyi bıraktım. Daha önemli problemlerim vardı. Ve bunu hızlıca halletmeliydim. Onları üzmek istemiyordum.

Gözlerimi kısıp yutkundum. Bakışlarının yüzümde gezindiğini hissedebiliyordum. Ve bu beni germiyor değildi. Ellerimiz hâlâ ayrılmamıştı.

"Çok garip olacak ama... senden bir şey isteyebilir miyim?"

"Ne gibi bir şey?"

Gözlerimi açıp etrafımızda saklanmaya çalışan çocukları işaret etmeye çalıştım.
İstediğim şeyi anlamalıydı. Bir masal kurgusu içinde olduğumuz barizdi. Eminim onunda başının etini yemişlerdi.
Çünkü ismimi söylerken ki bıkkınlığı tarif edemeyeceğim kadar dramatikti. Hiç bu kadar bıkkın Rosé diyeni duymamıştım.

"Biliyorsun... yani büyük ihtimalle şu melek ve Lord hikayesinden sana bahsetmiş olmalılar."

"Evet geceleri rüyalarımı meşgul ettirecek kadar."

Düz ses tonu beni vazgeçirecek gibi olsada sadece gülümsedim. Yine.
Omuz silkti.
"Rüya derken kabus şeklinde."

"Bazen abartabiliyorlar."

"Bazen mi?"

Bu can sıkıcı olmaya başlıyordu. Onlar çocuktular abartmak onların kanında vardı. Neden anlayışlı olmaya çalışmıyordu. Ellerim terlemeye başlarken sadede geldim. Eğer hızlı olmazsam onunla kavga etmeye başlayabilirdim. Ruh halim hızlı değişebiliyordu.
Mesela burada oluşundaki art niyeti sorgulamak başlı başına bir kavga sebebiydi.

"Bana sarılabilir misin?"

Önce elimi bıraktı. Elimi kendime çekip paltoma bastırdım.
Jungkook bu duyduğu şey oldukça saçmaymış gibi kaşlarını çattı. Ardından konuşmak için dudaklarını araladı. Ona izin vermedim.

"Lütfen beni yanlış anlama. Hikayede öyle... yani melek Roséanne ve Lord karşılaşır daha sonra sıkıca sarılırlar ve ve-"

Lafımı hızlıca kesti. "Ben Lord falan değilim."

Ciddi olamazsın. Olmadığını biliyorum.
Alttan almaya çalıştım.
"Evet evet... değilsin." Yalvarırcasına fısıldadım. "Ama onları hayal kırıklığına uğratmak istemiyorum."

Bana aptalmışım gibi baktı. Bu bakış elimi tutmamasından daha küçük düşündürücüydü. Yinede görmezden geldim.
Konuşmak yerine kafasını iki tarafa salladı.
Yapmayacaktı. O kadar ilgisiz bakıyordu ki. Yanımdan geçip gidecekti.

"Bununla ilgilenmiyorum."

"Üzülecekler."

Sesimi iyice kıstım. Chan bambunun arkasından kafasını hafifçe çıkarmıştı bile. Bir sorun olduğunu düşünüyordu.

"İşin komik tarafı bununla da ilgilenmiyorum."

Omuzlarımı düşürdüm ve dudaklarımı araladım. Şimdi ben hayal kırıklığına uğramıştım. Bir insan nasıl bu kadar umursamaz olabilirdi. Küçük bir iyilik bu kadar kolayken elinin tersiyle itmesi çok çok... zavallıcaydı.
Ondan büyük bir şey istemiyordum.

Düşüncelerim ve öfkem nefesime yansımaya başlıyordu. Ani öfkenin pişmanlık doğuran bir duygu olduğunu biliyordum. O yüzden kendimi frenledim.

Ve yanımdan geçip gitmeden önce gözlerinin içine bakarak konuştum. İşte şimdi gerçek Rosé'yle konuşuyordu.

"Niye buradasın?"

"Zorunluluk..."

"Eğer onların... üşüyen kalplerini örtmeyeceksen niye buradasın?"

Söylediğim şeye gülümser gibi oldu.

"Oyunlarının içine karışamayacak kadar bencilsen ve yeri geldiğinde bir masal olamayacaksan burada ne arıyorsun?

Yine tepki vermedi. Söylediklerime karşılık vermeyerek beni haklayacağını düşünüyordu.

Sende anlamıyorsun burada olması gereken tek duygunun neşe ve sevgi olması gerektiğini.

Sende getirmeye çalışıyorsun buraya umutsuzluğu ve nefreti.

İşte o zaman tek yapman gereken gitmen olacak çakma kayıp lord.

Tahmin ettiğim gibi yanımdan geçti ve gitti. Duyduğum kırıklık iki katına çıkmıştı.
İç çekip gözlerimi yumdum. Gerçekten üzüleceklerdi.

Bu sefer fazla inandıklarını görebiliyordum. Ve kabul etmek istemesemde onu sevmişlerdi.
Onlara mantıklı bir şeyler açıklamam gerekecekti. Doğruyu söylemem falan. Durumu toparlayacak, düşen hayallerini yerden kaldıracak başka bir oyun bulmalıydım.

Belki yarın saklambaç oynamaya söz verirsem biraz olsun yumuşarlardı.

Sejun ve Jihyo duvarın arkasından yavaşça çıkarken Miya, Chan'i saklandığı yerden itti.

Tam tahmin ettiğim gibi ifadeleri oldukça kötüydü. Sejun yine üzüldüğünü saklamak için maskesini ağzına çekti. Hiçbiri konuşmuyor sessizce yanıma yürüyorlardı.
Mahcuptular sanki bu onların suçuymuş gibi gözlerime bakmadan yürüyordular.
Bakışlarımı tavana çevirip abartılı bir şekilde gözlerimi devirdim.

"Hey toplayın şu suratlarınızı..."

Miya hastane elbisesinin etek kısmıyla oynarken burnunu çekti. Ve konuşması için yanındaki arkadaşını dürttü. Sonra dürttüğü diğerini ve başka biri öbürünü.
Konuşmaya yeltenmiyorlar yere bakıyorlardı.

Üzgündüler. Benim için. Kayıp Lord, o geldiğinde mutlu olacağıma o kadar inanıyorlardı ki bu seferde olmayışı onları biraz daha yerle bir etmişti.

Ben üzgün değildim. Sadece öfkeliydim.
Değer verdiğim bütün bedenler hastane önlüğü giyerken böyle insanlarla tanışmak beni kahrediyordu.

Sadece kendini düşünen ve tarif edemeyeceğim kadar bencil olan insanlar hastene sınırları içerisinde dolaşıyordu. Ve bu beni daha da kahrediyordu.

Ellerimi çırptım.
"Tamam. Gülümseyin. Ben iyiyim."
Seslice kıkırdayıp saçımı geriye ittim.
"Hatta bugün hayatımın en mutlu günü çünkü bölüm birincisi oldum."
Bir tepki göstermediklerinde eğildim. "Ve...bugün kantinde sandalyeden düştüm. Yemin ederim şaka yapmıyorum."

Tek tek hepsine bakıp bana bakan bir çift göz yakalamaya çalıştım.
Chan'i önlüğünden çektim. "Hey Chan sen böyle şeylere çok gülersin."

Hara'yı çenesinden tuttum.
"Fena düştüm diyorum. Ve etraf çok kalabalıktı."

Yine gülmediler. Miya ağlamamak için kendini sıktığı için garip sesler çıkarıyordu.
Sejun gözlerinide maskesinin altına gizledi.

Ellerimi saçıma yerleştirip isyan ettim.
"Hadi ama hiç kimse bu düşen kıza gülmeyecek mi?"

O Jungkook denen çocuğu öldürmek istiyordum.
Sejun maskesini indirdi ve bana doğru bakan ilk kişi olarak gülümsedi. Altın bulmuş bir madenci gibi şakıdım.
"İşte bu Sejun. Aradığım ruh."

Sejun yanındakileri dürterken bir yandan hafifçe zıpladı.
Sebebini algılayamadığım bir şekilde teker teker gülümsemeye başladılar.
Fakat küçük bir sorun vardı. Bana değil arkama bakıyorlardı.
Ayağa kalkmam ve yüzleşmem gerekiyordu.

Karışık duygular kanımda gezintiye çıkmıştı. Endişeli aynı zamanda meraklıydım. Ayağa kalkıp bir kerede arkama döndüm.

İlk önce gözüme çiçekler takıldı.

Karahindiba.

Kışın başındaydık. Ve bahçede pek çiçeğimiz kalmamıştı.
Elinde tuttuğu saksı bayan Jeeun'un masasında duran çiçekleriydi. Ölmeye yüz tutmuş fakat hâlâ sarı kalmaya yemin etmiş çiçekler.

Saksıyı avuçlarının arasında savsakça tutuyordu. Onu geri döndüren şeyi merak ediyordum.
Gülümsemekle ifademi korumak arasında gidip geldim.

Jungkook elindekini uzatırken bana bakmıyordu. Utanmak değilde kızgın olduğu için bana bakmıyor gibiydi. Gözleri biraz etrafta gezindikten sonra bende durdu ve kısıldı.

"Ah Rosé... biliyorum manolya seviyorsun. Fakat bugünlük bu üşümüş çiçekleri kabul eder misin?"

Gülümsedim. Sesindeki tonlamalar abartılıydı ve inceden alaylı. Hâlâ yüzüne vurmak istiyordum ama şu anlık bunu boşverdim.

Çiçeği elinden sertçe aldım.
"Tabii ki de ederim."

Jungkook tek kaşını kaldırıp bir adım attı.
Kıvrılan dudaklarını görmezden gelmeye çalıştım.

Boşta olan elimi aldı ve dudaklarına götürdü. Kafamı buna gerek yok anlamında iki yana salladım. Gözlerini benimkilere değdirdi. O bu dolap çevirme işlerinde kesinlikle iyiydi.
Dudaklarını soğuk elime kondurduğunda çocukların gülüşmelerini duyabiliyordum. Elimi hızlıca çekip bu işi hızlıca bitirmeye karar verdim.

Çocuklar bizi yalnız bırakmak için saklandıkları yerlere geri döndüler. Gözlerimi çevirip sıkkınca gözümün üzerini kaşıdım. Tanımadığım birine nasıl sarılacağımı bilmiyordum. Jungkook az önce yüzüne kondurduğu yamuk gülüşü sildi ve dişlerinin arasından konuştu.

"Daha bekleyecek misin? Sarılacaksan sarıl."

"Senin sarılman gerekmiyor mu?'

Şaşkınca kaşlarını çattı.
"Hiçbir zaman ilk sarılan taraf olmadım."

"Sen çocuk musun?"

"Sana 5 dakika veriyorum."

Garip bir şekilde çekişmeye başlamıştık. Boğazımı temizleyip bekledim. Kendimi hazır hissetmiyordum. Ve birileri yani Bayan Jeeun görürse bu iyi olmazdı.

Dalga geçecek hatta bununla bana şantaj bile yapacaktı. Hastanede pek arkadaşım yoktu. Ve ilk arkadaş tercihimin Jungkook olması onu güldürebilirdi.

Kara kara düşünürken elimdeki saksıyı düşürme ihtimalime karşı yere bıraktım. Eğer Bayan Jeeun ikimizi görürse Seokjin'e, Seokjin Namjoon'a, Namjoon hemşire Sally'ye, hemşire Sally Jiu'ya ve oda bütün hastaneye...

Saksıyı koyduktan sonra doğruldum.
"Aslında-"

Yumuşak bir göğüse çarptığımda istemsizce gözlerim açıldı. İlk hamleyi o yapmıştı. Önce ellerimi nereye koyacağımı şaşırsamda kendimi toparlayıp ona sarıldım.

Bu garip hissettiriyordu. Yeni tanıştığım birine bu şekilde sarılmak. Kendime abartmamam gerektiğini hatırlattım. Sadece küçük bir sarılma.
Jungkook ellerini belime yerleştirdiğinde hatırlatmam yarıda kaldı.

"Ne yapıyorsun?"

"Ellerimi kafama mı koymalıyım."

"Tamam her neyse."

Beni biraz daha kendine çekti.
Birilerine sarılmak korkutucu bir şey değildi. Ve ben genelde şu etrafındakilere durup dururken sarılan kızlardandım. Hatta Namjoon ona sarılma değilde, Rosé yapışması diyordu.

"Gittiler mi?" Dedim.

İç çekerek bir süre bekledi.
"Biraz bekle..."

Burnumu çektiğimde garip bir şey oldu.

Jungkook, o ben kokuyordu.

Çocuklar için ayrılan oyun alanında öylesine kullandığım bir parfüm vardı. Arada sıkıyordum. Emin olmak için onu gizlice bir kere daha kokladım.
Kesinlikle oydu. Jungkook'un bu parfümü kullandığına ihtimal bile vermiyordum.
O, oyun alanında manolya gazabına uğramıştı. Çok ağır kokuyordu. Kaç kere sıkmıştılar ki?
Hafifçe güldüğümde geri çekilir gibi oldu.

"Ne? Neden gülüyorsun?"

"Sadece sen... ben gibi kokuyorsun."

Jungkook çocukların etraftan uzaklaştığına emin olduğunda beni hafifçe itti. Nazik olmaya çalışsada bu çok kabacaydı.
Boğazımı temizleyip paltomu düzelttim.

"Bununla alay etme. Beni parfümünle yıkadılar. Tıkandım ve ölebilirdim."

Yanağımı ısırdım.
"Onlar adına özür dilerim."
Buna daha sonra uzun uzun gülebilirdim. Öncelikle ona büyük bir teşekkür etmem gerekecekti. Elimi yanaklarıma götürdüm ve parmaklarımla baskı uyguladım.

"Ben çok teşekkür ederim. Çok ama çok."

"Önemli değil."
Sakin ve çekici ses tonu duraksamama sebep oldu. Nasıl bu ses tonuyla konuşabiliyordu.

"Duygusuz, vicdansız aptalın teki olduğunu düşünüyordum."

Yüzümü inceleyip kafasını salladı.
"Bence hâlâ öyle düşünüyorsun."

"Belki."
Onun gibi kısa cevaplar vermeye karar verdim. Genellikle çok konuşur yarısında konuyu saptırırdım.
"Ama yinede sana minnettarım."

"Onlara Lord olmadığını söyle. Buraya geldiğimde böyle şeylerle uğraşmak istemiyorum."

"Bu sandığın kadar kolay değil." Elimi karnımın üzerine koydum. "Onları inandıkları şeylerden vazgeçirmek zor olabiliyor."

"Sadece doğruları açıkça söyle. Bence gerçek hayatla tanışmaları gerekiyor." İmayla konuştu.
"Oldukça geç kalmışlar."

Hayretle dudaklarımı araladım. "Onlar daha çocuk. Gerçekleri pat diye söyleyip onları kıramam."

Jungkook saatine baktıktan sonra gözlerini yumdu ve derin bir iç çekti.
"Bak onların meleği Roséanne. Onları kırmamak için saçma uydurmacalarına inandırıyorsun. Ve bu onların gerçek yaşamını etkiliyor."

"Uydurmaca değil masal."

"Her neyse... İnan hayatta daha önemli şeyler var. Hem onlar hem de senin için."

Namjoon gibi konuşmaya başladığında kollarımı göğsümde bağladım. Burnumdan çıkan soluklarım göğsümün hızlıca inip kalkmasına sebep oluyordu.

"Gidiyorum. Sana küçük bir tavsiye. Onlara şimdiye kadar anlattığın her şeyin bir uydurmaca olduğunu söyle."
Bir adım attı.
"Herkes bu şeyden kurtulsun."

"Senden tavsiye istemedim."

"Ama gözlerin ihtiyacın olduğunu söylüyor."

Afalladım. Okunu dart tahtasının tam ortasına atmış gibi bakıyordu.
Ağzımı açıp nefesimi dışarı verdiğimde kollarımı çözdüm. Ve delici bakışlarından kaçtım.

"Sana iyi akşamlar."

Ondan önce hareketlenip yerdeki saksıyı aldım. Yerinden kıpırdamadı. Yanından geçerken duyabilmesi için sakince fısıldadım.
"Umarım bir daha karşılaşmayız."

Saksıyı Bayan Jeeun'un masasına bıraktıktan sonra pasta kutumu kendime doğru çektim ve derin bir nefes aldım. Pasta kutunun içinde kayar gibi oldu.
Boynumdaki atkıyı çekip koluma attım.
Otomatik kapıdan çıktığımda D bölümüne doğru yürümeye başladım.

Adımlarım hızlı ve dengeliydi. Normalde yavaş yavaş yürür bahçenin keyfini çıkarırdım.

Şimdi ise bir an önce Namjoon'un odasına gitmek istiyordum. Yeterince uzaklaştığımda onu görmek için hafifçe geriye döndüm.

Jungkook oldukça uzaktaydı. Büyük demir kapıya doğru yavaşça yürüyordu. Arkası dönük, elleri cebindeydi. Onu izledim.

Bana akıl vermesi tuhaf bir şekilde beni sinirlendirmedi. Sadece yapmam gereken şeyi bana hatırlattı. Yinede bunu yapmak istemiyordum. Küçük bir masalın kimseye zararı yoktu. Çocuklarında bunu sadece bir oyun olarak gördüklerine emindim.

Jungkook birden duraksar gibi oldu ve durdu. Hızlıca tekrar yoluma döndüm.
Bu şekilde göz göze gelmek istemezdim.
Taşları ezerek yürümeye devam ettim.

Onunla ne yapacaktım bilmiyordum. Arkadaş olamayacak gibiydik.  Hastaneye girdiğimde de kendi kendime düşünmeye devam ettim.

Zaten arkadaş olmak için fazla gariptik.

Fikir ayrılıklarımız vardı.

Ama her şeye rağmen mutlu ve garip iki arkadaş olabilir miydik?



-sevgilerle

Continue Reading

You'll Also Like

387K 31.8K 26
Melez Kaplan Taehyung, Melez Tavşan Jungkook ile sevgili olmak istiyordu Ha birde onu altında inletmeyi... [texting+düz yazı] #3 - taekook [13.08.202...
90.5K 10.9K 49
Jungkook, erzağının bitmesiyle kendine yiyecek birşeyler ararken, Taehyung'un liderlik yaptığı bir küçük bir şehirle karşılaşır. Jungkook, açlığını d...
326K 20.9K 33
Karanlığın travmasını yaşayan Jungkook ve onu karanlık bir odaya kilitleyerek cezalandıran Bay Kim. Seme~Taehyung Uke~Jungkook •Mpreg•
65.1K 2.9K 26
Yabani evrenindeki çiftimiz Asi ve Alaz'ın hayatları farklı bir şekilde kesişeydi, mesela Asi, Soysalan Üniversitesi'ne bomba gibi düşseydi, nasıl ol...