Conteur fille | Jungkook

By mitsurine

15.2K 1.8K 2.7K

"Eğer ağlıyorsan ağacın üzerine çık ve onlara yukarıda yağmur yağdığını söyle." More

Conteur fille
Child garden¹
Angel Rosé²
Wings Trap³
Conqueror⁴
Tiny Parrots⁵
Simple deal⁶
Tea party⁷
Little talks⁸
Drunk rabbit⁹
That's amore¹⁰
Red note¹¹
Old giant¹²
Mighty oath¹³
Boring Rosé¹⁴
Song of the sea¹⁵
Heart waves¹⁷
Paper birds¹⁸
Rose-colored boy¹⁹
Delayed firsts²⁰
Broken roots²¹
Hey losers²²
Therapist eric²³

I love you my friend¹⁶

491 64 139
By mitsurine

İnsanların bana ne söyleyeceğini önceden tahmin edebiliyorum ben.
Yüzlerine baktıktan birkaç saniye sonra.

Bir medyum değilim, falcı ya da büyücü falan da. Ve tabii ki de zihin okuyamıyorum. Çocuklarla beraber Melek ve Lord gibi tuhaf hikayelere kapılıp onlara ayak uydursamda, öyle doğaüstü şeylere pek inanmıyorum.

Çocuklar ısrarla kanatlarımın olduğunu söylüyor fakat daha hiç rast gelmiş değilim onlara.
Eğer kanatları olan beyaz bir melek olsaydım her şeyi yapabilirdim aslında.

Bana ne söyleyeceklerini tahmin ediyorum çünkü bu zor bir şey değil benim için, her gün gördüğün insanlar her gün benzer şeyler söylüyorlar bana. Hiç değişmiyor bu.
Bazen yaşadığım günün dünden farksız olduğunu düşünüyorum. Bir döngüdeymiş gibi hissediyorum. Tekdüze devam eden hayatımın bir cilvesi belki de bu.

Mesela kıvırcık saçlı hemşire. Odaya her girdiğinde daha ağzını açmadan "Günaydın Rosé, serum takacağız," diyeceğini biliyorum.

Veya doktorun "Bugün nasılız?" diyerek neşeyle konuşmayı başlatacağını.

Kantindeki görevlinin yanına vardığım an bana "Rosé, şekerli mi? Şekersiz mi?" diye soracağını da biliyorum.

Ve Bayan Jeeun gözlüklerinin üzerinden bana baktıktan sonra iç çekeceğini, ardından, "Sessiz ol lütfen," diyerek beni uyaracağını tahmin edebiliyorum.

Bana sessiz ol demesi için gürültülü olmama gerek yok. Bayan Jeeun'un beni gördüğü anda aldığı bir önlem bu.

Belli bir zaman sonra herkesin tahmin edebileceği şeyler bunlar. Her gün gördüğüm belirli insanlar var ve ben her gün aynı şeyleri yaptığıma göre kantindeki adamın bana palyaçoları sevip sevmediğimi sormasını, kontrol için gelen doktorun benimle akşam televizyonda oynayan komedi programıyla ilgili konuşmasını bekleyemem.

Hemşire tabiki ki söze günaydın Rosé diye başlayacak ya da kantinci tabii ki kahvemi nasıl istediğimi soracak.

Çok zaman geçirdim burada.
Birçok gün ve bitmek bilmeyen birçok ay.

Fakat bugün bir istisna oldu ve Namjoon'un doktoru bana duymaya alışkın olmadığım bir ses tonuyla farklı bir cümle kurdu.
Hayat konfeti patlatarak beni şaşırttı.

"Rosé, bir ara odama gelir misin? Seninle konuşmam gereken şeyler var."

O bir defa söyledi ama ben bu kelimeyi defalarca içimden tekrarladım.

"Rose, bir ara odama gelir misin? Seninle konuşmam gereken şeyler var."

"Rosé, bir ara odama gelir misin? Seninle..."

Bu garip ses tonu ve ciddi üslup.  Göz göze geldiğimiz an bana söyleyeceğini düşündüğüm tek şey günaydın Rosé'ydi. Ama bu defa beklemediğim yerden gelmişti.

Kafamın içi ne düşüneceğimi şaşıracak kadar dolu, fakat bir cümleyi bana tekrar tekrar hatırlatacak kadar da tuhaftı.

"İyi öğlenler Rosé."

Yanımdan geçen hemşireye gülümseyerek karşılık verdim. "Size de."

Ve o kelimeye geri döndüm.
İçimden az tekrar etmişim gibi bir kere daha tekrarladım.
"Rosé, bir ara odama gelir misin? Seninle konuşmam gereken şeyler var."

Şu an düşündüğüm daha doğrusu düşünebildiğim tek şey bu cümleydi.
Hayatımda duyduğum en gerici ve en korkunç şeydi.
Ne ile, kim ile, ne ile ilgili konuşacaktı? Konu neydi ve söyleyeceği şey ne kadar önemliydi? Beni üzecek bir şey miydi? Yoksa sıradan mı? Şanslı günümdeysem iyi bir şeyler mi? Yoksa fark etmeden bir kural ihlali mi yapmıştım? Belki de hastaneye kaçak girişlerimi öğrenmişlerdi.

Ayak üstü söyleyemeyecek kadar uzun olduğuna göre önemli bir şeydi. Namjoon'un doktoru aklımı darmadağın edeli on dakika oluyordu. Yolda elime tutuşturulan tatlı dükkanı broşürünü farkında olmadan buruşturduğumu fark ettim. Mahvolan kağıda bakıp onu cebime tıktım.

Beni konuşmak için odasına çağırdığı nadir zamanlarda, gerilir ve korkardım. Belki de endişelenecek bir durum yoktu. Ama elimde olmadan kendimi içi endişe dolu bir havuzda debelenirken buluyordum.

Paniğe kapılmadan ilk önce Namjoon'la konuşmalıydım. Doktoru benimle her ne konuşacaksa o çoktan biliyor olmalıydı. Sabredemiyordum. Yeterince hızlı yürüdüğüm halde daha büyük adımlar attım. Midem ağrıyor, kalbim dengesizce atıyordu. Elimin birini pantolonuma sürttüm. Gerginliğim beni huysuz ve ters birine çevirmek üzereydi.

Odasının kapısına vardığımda bir an bile beklemeden kapıyı sertçe açtım. Bu sert girişimin Namjoon'u kızdıracağını bile bile hem de.

"Namjoon-"

İçeriye hızlı birkaç adım atıp öylece kaldım.
Ve hızlı girişim ani bir frenle başarısız oluvermişti. Sessizlik içinde birbirimize baktık.

"Hoş geldinn," dedi Seokjin sırıtarak.

Ve, "Selam," dedi bir diğeri olan Jungkook.

Asıl aradığım kişi olan Namjoon ise gülümsedikten sonra, "Hoş geldin, biz de seni bekliyorduk. Bak misafirimiz var," dedi.

Hayal kırıklığımı gizlemeye çalışarak gülümsedim. "Hoş geldin, ne hoş bir sürpriz."

Jungkook kafasını eğerek selam verip, kısaca gülümsedi sadece.

Üç çift göz bana kısa bir süre baktıktan sonra önlerine, önemli işlerine geri döndüler.
Oyun oynuyorlardı.

Namjoon ve Jungkook sehpanın ortasına koydukları satranç tahtasının iki tarafında oturmuştu. Ve Seokjin'de Namjoon'un arkasındaki komidine oturmuş yüksek sesle ve telaşlı el hareketleriyle taktik vermeye çalışıyordu.

"Hey Jungkook, filini yiyecek."

"Bir dakika... Neyi?"

"Yeter Seokjin ona yardım etmeyi bırak, bu iki kişilik bir oyun."

Seokjin gözlerini kocaman açtı. "Bu çocuk hayatında hiç satranç oynamamış. Ona nasıl yardım etmeyeyim. Oyuna zaten yenik başladı."

"Kale çapraz gidebiliyor muydu?"

"Ciddi misin sen!? Kalk oradan ben oynayacağım." Seokjin aşağı atladığı esnada Namjoon onu koluyla durdurdu.

Ciddiyetle Jungkook'a cevap verdi. "Gidemez."

Anladığını belli edercesine kafasını salladı. Ve çenesini eline yaslayıp taşlarından birini oynadı.
İkisininde yüzü ciddiyetle kaplıydı.
Seokjin nefes alıp tekrar yerine oturdu.

Kimse bana ikinciye bakma zahmetinde bulunmamış, sen miydin havasında çabucak önlerine dönmüşlerdi.

Nefes verip ne yaptıklarını bildiğim halde sordum ve yanlarına adımladım.
"Hepiniz buraya toplanmış ne yapıyorsunuz?"

"Oyun oynuyoruz. Daha doğrusu senin kankan Jungkook'a satranç oynamayı öğretiyoruz."

Boynumdaki atkımı çıkarırken Jungkook'a baktım. "Sahiden hiç oynamadın mı?"

Gözlerini tahtadan çekmeden, "Hiç," dedi.

"Ve ilk rakibin Namjoon öyle mi?"

"Evet, ama onu yenebilirim kavradım gibi."

Seokjin eline ramen kutusunu alırken gözlerini bana çevirip güldü. "Ona daha önce hiç oynayıp oynamadığını sorduğumuzda, bize Queen gambit izlediğini söyledi."

Namjoon, Seokjin'in söylediği şeye güldü.

"Sadece bir dizi izleyerek mükemmel satranç oynayacağını düşünüyor... Nesin sen Beth Harmon mu?"

Jungkook düşünceli gözlerle tahtayı izlerken mırıldandı. "İzleyince kolay gözükmüştü."

"Yine de komik dostum, bunu bizden başka kimseye söyleme."

Jungkook çıkıştı.
"Belki de zaten komik olması için söylemişimdir..."

Namjoon kaşlarını çattı ne hatırladığını biliyordum. Çünkü şu an onunla aynı şeyi düşünüyordum.
"Seokjin, yanlış hatırlamıyorsam seni hastanenin içinde kaykay sürmeye teşvik eden şeyde bir filmdi. Filmi izledikten sonra kaykay süremediğin halde sürebildiğini iddia etmemiş miydin? Yoksa yanlış mı hatırlıyorum..."

Boğazını temizledi. "İkisi farklı şeyler. Kaykay benim hobim."

"Öyle mi?" dedim lafa dahil olup. "Hobin yüzünden iki ay önce bacağını kırdın."

Seokjin bana bakıp ilk önce gülümsedi ardından dudaklarını düz bir çizgi haline getirdi.
"Neyse ne. Konumuz Jungkook ve oynayamayışı."

"Oyuncunun moralini bozmak çok kaba bir davranış."

"Tamam," dedi Jungkook oturuşunu düzeltip dizine vururken. Konuşulanlarla pek ilgili değildi gözlerini tahtaya dikmiş odaklanmaya çalışıyordu. "Halledicem... ciddiyim... Kavradım sayılır."

"Bu sekizinci yenilişin olacak, acaba tam olarak neyi kavradın?"

"Az önce sen de yenildin."

"Yenileceğimi biliyordum zaten, sana göstermek için oynadım.."

Yatağın ayak ucuna otururken kötü kötü Seokjin'e baktım. O, her daim gürültücüydü. Odaya ne zaman girse gürültü yapıyor, Namjoon onu kovana kadar da gitmiyordu. Hatta bazen odasına gitmiyor, burada tekli koltuklardan birinde uyuyordu.

"Jungkook! Jungkook ah delirdin mi sen? Şu tahtaya bir bak!"

Görünüşe göre Jungkook'la tanışmış ve çoktan samimi konuşmaya başlamıştı bile. Birisiyle yakın olması için adını öğrenmesi yeterliydi.

Namjoon, Jungkook'un filini yediğinde gülümsedi.
Adaletli bir oyun gibi gözükmüyordu. Namjoon yıllardan beri satranç oynardı. Orta okulda müsabakalara katılıyordu ve lisede az çok yarışmalarada katılmıştı. Yenildiğini pek hatırlamıyordum ve rakibinin daha önce hiç oynamamış bir oyuncu olduğunu varsayarsak, evet bu kesinlikle adaletsiz bir oyundu.

"Sana onu yiyeceğini söylemiştim."

Jungkook kolunu kaşırken gözlerini Seokjin'e çevirdi. "Tepemizde bağırıp durduğun için konsantre olamıyor olabilir miyim?"

"Yani suçlu benim öyle mi?"

Bugün üzerine siyah, kısa kollu bir tişört giymişti Jungkook ve boynunda ince zincir bir kolye vardı. Bu havada o incecik tişörtle üşümüyor muydu?

"Evet, sensin. Daha ne kadar açık konuşabilirim."

"Üç gündür gelmiyorsun," dedim yüzüne bakmaya çalışarak. "Bayan Jeeun hasta olduğunu ve izin aldığını söyledi."

Jungkook sonunda dikkatini bana verdi. Bir süre yüzüme baktıktan sonra belli belirsiz kafasını salladı.
"Evet, hastaydım. Ama şimdi iyiyim."

Gülümsedim. "İyi olmana sevindim."

Hastaneye gizlice girdiğimiz o geceden sonra hastalığı bahane edip gelmediğini düşünmüştüm. Hatta gelmeyi tamamen bıraktığını da. Jungkook benim için ertesi gün buraya gelmeyi bırakabilecek bir çocuktu hâlâ.
Her an bir daha burada göremeyeceğim biri.
Haklı sebeplerimde vardı. Şimdiye kadar çok kez yalnız kalmıştım. O burada benimle ve çocuklarla en uzun kalan kişiydi. O yüzden her an gidecekmiş gibi bir hisle doluyordum.

İkimizde garip ve zor bir sabah geçirmiştik. İnsanların birbirlerine içini dökmeleri ve hislerini paylaşmaları her şekilde zordu.
Özellikle buraya geldiğinden beri tüm hislerini içine gömen Jungkook için.

Birine pat diye kalbinizin parçalara ayrıldığını, acınızın bazen çığ gibi büyüdüğünü, nefesinizin çoğu zaman boğazınıza sarılı iki el varmış gibi çıkamadığı anlatamazdınız.

Ama o bir şekilde yapmış, bana açılmıştı. Şimdiye kadar sakladığı kardeşi, arafta kalmış hisleri, burada boğulmasının sebebi hepsi yavaş yavaş yerine oturmuştu. Bunda benim onu zorlamamın payıda biraz fazlaydı.

Fakat pişman değildim. Şimdi ona baktığımda onu görebiliyordum. Gerçek Jungkook benim onu eskiden gördüğümün aksine bencil değil, düşünceli ve bir o kadar da duygusaldı. İçine sıkışıp kaldığı anıları vardı ve birilerine anlatamayacak kadar susmaya alıştırmıştı kendini.

Göz yaşlarını görmüştüm. Ve bu ne hissettiğini tamamiyle anlamama yetip artmıştı.

Şimdi ne hissettiğini anlayabiliyor, en azından tahmin edebiliyordum.
Onun hisleri hakkında tahminde bulunmak bile beni umutlandırıyordu.
Jungkook adeta şeffaflaşmıştı. Ve ben onu gördüğüm için mutluydum.

Gülümsememe yarım yamalak karşılık verip başını salladı ve önüne döndü. Aramızda bir sorun olmadığını düşündüm.
En azından o sabah onu zorladığım için bana kızgın değildi.

Anlattıkları yüzünden benimleyken çekinmesini ve rahatsız hissetmesini asla istemezdim.
O sabahın aramızda bir sır olarak kalacağını normal davranarak ona gösterecektim.  Yeri geldiğinde acısını paylaşacak onu her daim dinleyecektim.
Burada bir arkadaş edinmişken onu kolay kolay kaçırmaya niyetim yoktu.

"Şöyle ki... ben Jungkook'u tutuyorum," dedim yatağın üzerine bağdaş kurarken.

Namjoon dahil üçüde bana baktı. Jungkook hariç iki erkeğin gözlerinde şaşkınlık belirtileri vardı. Bu balık bakışlarını şaşkınlığa veriyordum. Seokjin çubuklarından birini kutunun içine düşürdü ve göz ucuyla Namjoon'a baktı.
Namjoon'da Jungkook'a belki etmemeye çalışarak ona.

"Bir dakika. Teyit geçelim... sen Namjoon'dan başka birini mi tutuyorsun?"

Seokjin'in aşırı tepkisine aşırı tepki verdim. "Bu odada sen hariç herkesi tutarım."

Ramen kutusunu ağzına yaklaştırdı onu nerdeyse ağzına sokacaktı.
"Kıyamet yaklaşıyor... kıyamet yaklaşıyor... Namjoon benim duyduğumu sende duydun mu? Yeryüzü ikiye ayrılsa bile Namjoon diye bağıracak kız, başka birini tuttuğunu söylüyor."

Namjoon bana bakarak gülümsedi. "Her zaman beni tutmak zorunda değil zaten."

"Üzülme Namjooniii ben seni tutuyorum."
Tek kolunu yılışık gibi Namjoon'un boynuna doladı.
"Ben hep senin tarafındayım sonsuza kadar..."

Nefes aldım, kaşlarım ister istemez çatılmıştı yine.
"Neden boş bulduğun her an yerimi doldurmaya çalışıyorsun?"

Jungkook oturuşunu dikleştirdi ve parmaklarını masaya vurarak dikkati oyuna çekmeye çalıştı. "Tamam, hadi bitirelim şu oyunu. Çok uzadı."

"Taraftarın olunca yüreklendin bakıyorum."

Namjoon, Seokjin'in kolundan kurtulup arkasına yaslandı ardından nefes verdi. "Tamam, artık bitirelim."

"Yalnız arkadaşına sessiz olmasını söyler misin? Ciddi anlamda dikkatim dağılıyor."

"Jungkook bana Jin hyung diyebilirsin, çekinmene gerek yok," dedi ağzı dolu konuşurken.

Jungkook gözlerini kapatıp başının arkasını kaşıdı.
"Tamam Jin hyung biraz sessiz olur musun?"

"Ah tabii..."

Namjoon göz ucuyla Seokjin'e baktığında, Seokjin gözlerini büyüttü.
"Tamam, ağzımı bile açmayacağım."

İkiside Seokjin'e susması ile ilgili tekrar tekrar uyardıktan sonra o sonunda sustu.
Ve oyun sessizlik eşliğinde devam etti. Ben de sessizliğe ayak uydurup oyunu izlemeye karar verdim.
Bu şekilde biraz olsun kafamı dağıtacaktım. Sonuçta düşün düşün bir yere vardığım yoktu.

Taşların tahtaya vurduğunda çıkardığı sesi seviyordum. Tıpkı Namjoon'un ne yaptığını bilen parmaklarının, tahtanın üzerinde oynayışını sevdiğim gibi.

Etrafa bakındım biraz. Bulunduğumuz odanın içine. Bu odayı seviyordum. Sık sık sevmediğimi söyleyip, odanın her bir metrekaresinde kusur bulsamda, buraya farkında olmadan alıştığımı hissediyordum.

İki koltuğumuz, satranç tahtamızı koyduğumuz bir masamız, duvarda asılı, Namjoon'un aile seyahatlerinde çektiği birkaç resim, üzerinde bir kitap tepesi bulunan küçük bir çalışma masası.

Bunların hepsi bu odayı bizim için özel yapan şeylerdi. Uzun zamandır buradaydık ve artık evimiz bu küçük odadan ibaretti.

Nerede yaşarsanız yaşayın, oradan ne kadar nefret etsenizde, bir süre sonra bir eve dönüşüyordu o yer. Anıları, hüznü, korkuyu paylaştığınız yemek yiyip gülüştüğünüz bir ev.

Odada dolaşan gözlerim Namjoon'da durdu.
Bu odayı ev yapan etraftaki hiçbir eşya değildi aslında.
Asıl ev olan Namjoondu. Burayı güzel bir yer olarak görmemin, buraya her gün koşarak gelmemin tek sebebi.

Odadaki suskunluk dúşünmeme izin vermek istiyormuş gibi devam etti. Seokjin bile odaklanmış sessizce tahtayı izliyordu. Dikkatimi onlara ve oyuna vermeye çalışsamda ister istemez aklım cımbızla başka bir tarafa çekildi. Doktorun benimle ne konuşacağı aklımdan bir türlü gitmiyordu.

Beni sık sık odasına çağırmazdı. Birileriyle konuşması gerektiğinde annemi veya babamı tercih ederdi. Duygu yönetimim zayıf olduğundan doktorlar Namjoon hakkında benimle konuşmuyorlardı.
Fakat ben yinede haftada üç dört kere onun yanına gidip, bir sorun olup olmadığını soruyordum.

Emin değildim, içimde iyi hisler yeşermiyordu. Zaten bir hastanede iyi hisler yetiştirmek o kadar zordu ki, hep iyiyi düşünmeye çabalamaktan beynim patlayacak gibi oluyordu.
Namjoon'a tekrar dikkatlice baktım. Evet, bu günlerde biraz zayıflamıştı ve iştahı hiç yoktu. Ama keyfi yerinde görünüyordu. Gerçekten iyi miydi? Ben anlayamıyordum.

Eğer bir şeyler yolunda değilse ve beni oyalıyorsa, bu benim için oldukça ağır olurdu. Sıkıntıyla boynuma dokundum.

Onun için endişe etmem normaldi. Bir süredir doktorlar oldukça sessiz ve sakindiler. Bu beni mutlu edeceği yerde daha çok bunaltıyordu.
Her sessizliğin arkasında bir fırtınanın beklediğine inanırdım ben.

"Sana masaj yapacağım Namjoon, güç verir."

Seokjin, Namjoon'un omuzlarını sıkmak için ayaklandığında daldığım yerden çıktım.
Namjoon onu başından kovmadı oldukça odaklanmış görünüyordu.

Omuzlarını ritimle sıktı.
"Kazan, kazan, kazan."

Jungkook kalan birkaç taşını savunmak için ter döküyordu. Bana göre ilk defa oynuyor olmasına rağmen iyi gidiyordu. Veya yüksek ihtimal Namjoon oyunun hızlı bitmemesi için ağırdan alıyordu.

Ağzı dolu olduğu halde konuştu Seokjin.
"Hişt, sen de kankana masaj yapsana. Benim gibi yararlı bir arkadaş olmalısın yoksa terk edilirsin."

Dik dik ona bakıp ayağa kalktım. "Yaparım tabii."

Jungkook'un yanına yürüdüm ve koltuğun arkasına geçip omuzlarına dokundum. "Senin için sorun olur mu?"

Jungkook bana bakmadan kafasını iki yana salladı. Gülümseyip onu rahatlatmak, kendime ise moral toplamak için omuzlarını sıktım. Güçsüz ellerimin becereceğini pek düşünmüyordum ama Seokjin'den de geri kalacak değildim.
Masaja ve tezahürata ihtiyacı olan asıl bendim. Kendime zor moral verebildiğim, ruhen çökmüş bulunduğum şu dakikalarda tam bir umutsuz vakaydım. Ama umursamadan Seokjin'in gazına gelip Jungkook'a masaj yapmaya kalktım.

Omuzlarını yavaşça sıkmaya başlayıp Seokjin'e ukalaca sırıttım.
"Jungkook birkaç kere daha oynadıktan sonra satrançta usta olabilir. Pratik zekası oldukça yüksek. Biz bir takımız ve ben onun arkasındayım."

"Hastanede bulduğun ilk arkadaşıda bu şekilde yanından kaçıracaksın. Zaten ilk gördüğümde inanmamıştım, nasıl seninle takılmayı kabul edebilir ki..."

Ona öylece baktım. Şaka yapıyor olsa bile beni sinirlendirebiliyordu. Jungkook omzunu fazla sıktığım için acıyla, "Ahh," dedi.

"Seokjin, Rosé'yi kızdırma."

"Jungkook öyle düşünmüyor," dedim ciddiyetle. "Değil mi Jungkook?"

Kafa salladı konuya ilgisiz olduğu halde.
"Evet, düşünmüyorum."

Seokjin cadı görmüş gibi gözlerini kocaman açtı.
"Ona büyü yapmışsın."

"Hâlâ bir iki tane kurbağa bacağım var. Sana da yapmamı ister misin?"

Namjoon düz bir sesle bizi uyardı.
"Sessiz olun."

Jungkook'a moral vermek için sessizce fısıldayarak tezahürat yapmaya çalıştım.
"Hadi Jungkook yapabilirsin, çok iyi gidiyorsun. Jeon Jackson, Jeon Jackson.."

Seokjin kıkırdadı.
"Namjooniii kız kardeşin düşman cephesinde tezahürat yapıyor. İkisinide tarumar etmelisin."

Namjoon bir sonraki hamlesinde Jungkook'un vezirini yiyecekti. Başka bir taşına odaklanmış Jungkook, bunun farkında değildi. Namjoon'u kontrol edip belli etmeden kulağına eğilip fısıldadım.
"Vezir, vezir, vezirini yiyecek.."

"Ne?"

Cidden nasıl anlamıyordu. Oda zaten sessizdi. Omzuna eğilip yüzüne baktım. "Vezir diyorum. Onu kaçır."

Jungkook ne söylediğimi duymak için kafasını bana çevirdi. Dudaklarım hâlâ kulağının yanında olduğu için kazara yüzlerimiz birbirine fazla yaklaşmıştı. Jungkook bir an için panikler gibi oldu. Hafifçe geri çekilip ellerim hâlâ omuzlarındayken gülümsedim.
"Korkuttum mu?"

Bu mesafeden gözleri çok ama çok parlak görünüyordu.
Yüzünü hızla geri çekip benden uzaklaştı.

"Rosé, ona yardım etme. Kaçıncıya söyleyeceğim size."

Geri çekilip ofladım. "Tamam, tamam..."

Jungkook'un duyabileceği şekilde, meraklıca saçına eğilip fısıldadım.
"Gözlerin ne renk?"

Sonra saçının çok güzel koktuğunu fark ettim. Gözlerim yavaşça büyüdü. Kaşlarımı çatarak hafifçe tekrar kokladım.
Bu nasıl bir ayrıcalıktı böyle.

"Nasıl. Saçların nasıl böyle kokabilir?"

Saçları benimkinden bin kat daha iyi kokuyordu. Daha önce böyle bir şampuan kokusu almamıştım. Ben saçlarımın güzel kokması için her sabah debelenirken, saçıma türlü türlü şeyler sıkıp başarısız olurken, onunki nasıl böyle kokabilirdi. Aklım almıyordu. Kıskanmadığımı söyleyemezdim.

"Sampuanın ne?"
Koklamak için burnumu saçına tekrar yaklaştırdım. Burnumun ucu saniyelik kafasına dokunduğunda, Jungkook elindeki taşı tahtanın üzerine düşürdü ve bununla beraber tahtadaki birkaç taşta devrildi.

Ellerimin altındaki omuzları kasıldı ve bana dönmeden ellerimi yavaşça itti. "Sanırım... bu kadar masaj yeter."

"İstemiyor musun?" Sürekli bir şeyler söyleyip kafasını karıştırmış olmalıydım.
"Seni rahatsız mı ettim? Üzgünüm."

Jungkook aceleyle elimi çektiğim omzuna dokundu. "Hayır... hayır... sadece dikkatim dağılıyor... Yinede teşekkür ederim."

"Peki," diyerek oturduğu koltuğun kenarına oturdum. Jungkook yanına oturduğumu fark edince önce yüzüme baktı daha sonra gözlerini hızlıca önüne çevirdi.
Garip davranıyordu. Gergin ve biraz ürkek. Eskisi gibi ters ve bilmiş bakmıyordu bana.

Yoksa hâlâ o sabah için mi çekiniyordu? Benimle bir sırrını paylaştığı için mi? İleri gitmiştim değil mi? Belki de bana gıcık oluyordu.
Hayatına karışılmasından hoşlanmayan tiplere benziyordu. Ve ben de onu sıkıştıran, sürekli rahatsız eden kız olmuştum o sabah.
Kahretsin dedim içimden. Tam her şeyi düzeltmişken mahvediyorum.

Bulduğum tek arkadaşı da bu şekilde kaybedeceğim. Sızlanıyordum ama bu sadece yüzüme yansıyordu.
Baş parmağımın ucunu ağzıma götürüp dişimle tırnağıma vurmaya başladım.

Bu sırada Namjoon yakındı. "İkinizde bir rahat bırakmadınız. Satranç oynayan iki insan rahatsız edilmemeli ve sessizce izlenmeli. Bu kadar... bu kadar basit. Başımızı şişirdiğiniz yetmiyormuş gibi masaj yapmaya çalışıyorsunuz."

"Sana yastık getirmemi ister misin peki?" dedim Namjoon'un söylediklerini yok sayarak.

"Gerek yok-"

Uzanıp Namjoon'un arkasındaki iki yastıktan birini çektim ve Jungkook'un arkasına koydum.
"Omuzların kaskatı biraz rahat otur."

"Ros-"

"Şimdi daha iyi."

Jungkook kafasını kucağına eğdiğinde
Namjoon ve Seokjin sessizce bana bakarak kafalarını salladılar. Ve aynı anda beni kınadılar.
"Bu çok bunaltıcı. Onu rahatsız etmeyi bırak."

Fısıltıyla, "Üzgünüm," dedim.

Şimdi biraz sakinleşmeliydim. Her şey yolundaydı.

Daha çok kendime moral vermek için yumruklarımı aşağı yukarı sallayarak ismini fısıldadım. "Jungkook, yapabilirsin."

Jungkook seslice nefes alıp devrilen taşlarını geri dizdi ve ben huzur verdikten kısa bir süre sonra oyun bitti.
Oyun Namjoon'un galibiyetiyle sona erdiğinde Jungkook acı bir şekilde gülümseyerek arkasına yaslandı. Ve ellerini önce alnına koydu sonra gözlerine kaydırdı.
"Sanırım ben gerizekalıyım, oyun bitti ama beynim tutuşmuş gibi hissediyorum."

"Merak etme gerizekalı değilsin. Ben de ilk başta öyle olduğumu düşünmüştüm. Ama sorun Namjoon'da, o beynini kullanıyor."

Jungkook elini uzatıp gülümsedi. "Tebrik ederim. Beni mahvettin."

Namjoon elini neşeyle tuttu. "Çok iyiydin, seninle oynadığım için mutluyum."

Elimi ortalarında sallayadım. "Kibarlığı bırakın kazanan kaybedene ezdim seni böcek demeli."

Jungkook dahil üçüde güldü.
Seokjin ikisininde dinlenmesine izin vermeden, Namjoon'u oturduğu yerden kaldırmaya çalıştı.
"Şimdi Jungkook'la ben oynayacağım. Namjoon kalk."

"Bence bugünlük bu kadar yeter, buraya beni ziyaret etmeye geldi. Bizimle oyun oynamaya değil."

"Onun adına konuşma, belki oynamak istiyor."

Jungkook saatine baktı. "Aslında hâlâ yirmi dakikam var. Sonra çocukların yanına gitmem gerek."

Ona bakarak yüzümü buruşturdum ve parmağımla Seokjin'i işaret ettim.
"Onunla oynamak zorunda değilsin... kendini zorlama."

"Sorun değil, biraz vaktim var."

Seokjin, Namjoon'u apar topar koltuktan kaldırdı. Ve onun yerine oturup taşları hızlıca dizmeye başladı.

Elimi Seokjin'e bakarak Jungkook'un omzuna koydum.
"Ben yine ve yine Jungkook'u tutuyorum."

Seokjin'in karşısında kim olsa onu tutacaktım tabii ki.
Tanıştığımızdan beri onunla aramızda tatlı bir çekişme vardı. Tabii bu Namjoon'un fikriydi. Bu çekişmeye ben tatlı demezdim.
Namjoon'la benden fazla vakit geçirmeye başladığı an aramızdaki atışmalar başlamıştı. Hayır, tabii ki de bu kıskançlık değildi.

Jungkook taşlarını dizerken konuştu. "Bugün bana karşı normalden daha iyisin, şımaracağım."

Gülen tek kişi Seokjindi.
"Onun gösterdiği iyi yüzü aldatmaca, aklın varsa buna kanma derim. İlk tanışdığımızda bana çok komiksin oppa deyip duruyordu. Şimdi ise beni gördüğü an defol diyor."

"Yalan söyleme."

"Yalan mı? Bana geçen Namjoon'un hastane terliğini bana fırlattın." Gözlerini büyüttü. "Çok ayıp."

Gözlerimi kıstım.
"Hiç annenden terlik yemediğini söylemedin mi? Sana bu hissi tattırmak istedim."

Seokjin homurdanarak önüne döndü. Jungkook gülümseyerek taşı kaldırdı ve Seokjin'i işaret etti.

"Kızlar çok karmaşık, ama Rosé onlardan daha karmaşık."

İkiside gülmeye başladı. Mükemmel, Jungkook'u da kaybetmiştim.

"Size iyilik yaramıyor," diyerek elimi omzundan çektim.

"Kötü yönden söylemedim. İyi bir karmaşıklıktan bahsediyorum."

"Tabii kesin öyledir," diyerek yatağa yaslandım.

"Beni tutmandan tabii ki de memnunum." Oturduğu yerden eliyle prens selamı verdi. "Lord, büyük bir onur duyuyor."

Satranç tahtasından gözlerimi çekip ona baktım. Dudaklarım istemeden kıvrılmıştı.

"Jk, seni sevdim. Peki buraya yolun nasıl düştü anlatsana."

Mutluca taşları diziyordu.
"Yine aynı soru... ceza aldım," dedi. "Çok belli değil mi?"

Seokjin yumruğunu sıktı. "Tahmin etmiştim. Rosé'ye ve cücelere zorunluluk haricinde tahammül edemezsin."

"Senin taburcu olmana kaç gün kaldı. Ona göre kutlama için balon alacağım." dedim yüzüme memnuniyetsiz bir ifade kondurarak.

"Taburcu olsam bile benden kurtulacağını mı zannediyorsun? Namjoon'un yanında kalacağım. Onu senin eline bırakmak zalimlik olur."

Namjoon sıkılmış sesler çıkardı.
"Birbirinizi yemeyin. Jungkook'un yanında utanmıyor musunuz?"

"Rosé utansın, hep o bana saldırıyor. Ondan büyük olmama rağmen." Kelimelerin üstüne basarak konuştu.
"Pek terbiye almamış sanki..."

"Ne sinirsin."

Namjoon yatağına oturmadan önce bana baktı.
"Rosé, neden konuklarımıza birer içecek vermiyorsun."

Bizi ayırmak için ikimizden birini uzaklaştırması gerekiyordu. Beni seçtiği için ona kızamazdım. Oturduğum yerden kalkıp içecek depoladığımız dolabı açtım.
"Ne içersin Jungkook?"

"Su, su olur."

"Ben bir soğuk kahve."

"Sana sormadım, Namjoon konuklarımıza dedi. Ve her sabah uyandığın gibi buraya geldiğin için sen misafir falan değilsin."

"Roséé..."

"Tamam, şakaydı," dedim beni uyaran gözlere doğru.

Seokjin'in sesli söylenişlerini duymazdan gelirken soğuk kahveye uzanmak için eğildim. Dolabın dibinde kalan son kutu kahveye bir türlü uzanamamıştım. Dizlerimi yere koyup biraz daha eğildim. Kafam neredeyse yere değecekti. Ardından gözüme dolabın altındaki bir şey ilişti.

Başta onun bir çöp parçası olduğunu düşünmüştüm.
Kahveyi yavaşça çekip önüme bıraktım ardından yerde gördüğüm şeye uzandım. Beynim ilk gördüğümde idrak edememişti fakat elimdeki şey beni şaşırtmamıştı da.

İzmariti elime aldım.

Duyguları dorukta yaşayan biri olarak sinir ve üzüntünün ortak kapısı  burnumun hızla sızlamasıydı.
Yine ben engel olamadan birkaç saniye sızladı.

"Hadi ama, sanki marketten getireceksin."

Elimdeki şeyde gözlerimi gezdirdikten sonra onu cebime attım ve gülümsedim. "Geldim."

İçecekleri önlerine koyarken gülümsemeye devam ettim. Bunun için kendimi fazlasıyla zorluyordum. Üstüne sık sık nefes almayada başlamıştım. Her ne hissediyorsam yutmaya çalışıyordum ama dikenli bir çalıyı bile bile yutamazdım.

"Teşekkür ederim," dedi Jungkook uzattığım kutuyu alırken.

"Anlatsana buraya ilk geldiğinde ne düşündün? Rosé'nin çocuklardan oluşan bir tarikatı var sonuçta. Ve kabul etmesede biraz sıkıntılı bir kız."

Ağzımda geveledim. "Benim hakkımda konuşmayı kes artık."

Aklım çok uzaklardaydı.

"Zor olacağını düşündüm, hastane gibi ortamları pek sevmiyorum. Beni biraz... mutsuz hissettiriyor," dedi zorla. Ona bakmak istedim ama yapmadım.

"Hatta kimi zaman çocukça davrandığımı da itiraf ediyorum. Ama abartacak bir şey değilmiş."
Jungkook'un gözlerini üzerimde hissettim.
"Rosé bir şekilde kolaylaştırmama yardım ediyor."

Normalde duysam beni mutlu edecek şeyler söylesede, gülümsemekten başka tepki veremiyordum.

Cebimdeki şeyi düşünmeyi bırakamıyor, aklımı yüzeye çekemiyordum. İlk değildi yine yapmıştı. Söz verdiği halde tekrar ve tekrar.

"Değil mi Rosé?"

Jungkook'un ismimi söyleyişiyle ona baktım. Neyden bahsettiğini bile bilmiyordum.
"Evet, evet öyle."

Taşları dizdiklerinde oyuna tekrar başladılar bu sırada nefes almak için dışarı çıkacağımı söyledim.
"Ben biraz hava alıp geleceğim, oda biraz havasız."

Camlar açık olduğu halde uydurduğum bahaneyi Jungkook ve Seokjin fark etmedi. Dışarı çıkıp kapının yanına yaslandım ve bekledim.

Çok geçmeden kapı açıldı ve Namjoon dışarı çıktı. Geleceğini biliyordum. Benimle ilgili küçük bir değişimde ilk o fark ederdi. Gülümsememden, tuhaf cümle kuruşlarımdan, elimi koyduğum yerlerden bile bir sorun olduğunu fark ederdi. Birbirimizi ezberlemiştik.
Ona bakmadan önümdeki düz duvarı izlemeyi sürdürdüm.

Kapıyı kapattı ve tahmin edilesi o soruyu sordu.
"İyi misin?"

Dişlerimi sıktım. Namjoon etrafa bakındı ve ellerinden birini pijamasının cebine koydu.
"Biraz dalgınsın bugün, bir sorun mu var?"

Yaslandığım duvardan ayrılıp, önüne dikildim ve boştaki eline uzanıp cebimdeki şeyi avucunun içine koydum. Sonra kısa bir an ona bakıp yaslandığım duvara geri döndüm.
Gösterinin önemli kısmı bu kadardı.

Namjoon konuşmadı. Söyleyecek bir şeyi yoktu. Eğer akciğer kanseri olsaydım ve odada gizlice sigara içseydim benimde söyleyecek pek bir şeyim olmazdı. O yüzden benim konuşmama sessizleşerek izin veriyordu.

"Geçen haftalarda içmediğini söylemiştin. Çok dürüst görünüyordun."

"Dün gece bir tane içtim sadece. Abine bunun için kızacak mısın?"

Sesinin yaşlı çıktığı nadir dakikalardan birindeydik. Yorgun ve bitkin.
Duvardan ayrılıp elindeki izmariti yere attım. İzmarit parçası yerden sekip ortamızda durdu.

"Ciğerlerini bitirmek için mi içiyorsun bu şeyi? Yoksa beni delirtmek için mi? Yoksa tamamen keyfi mi?"

Namjoon yutkunup kafasını iki tarafa salladı. "Sıkıldığım için bir tane içtim. Fazlası yok."

Ona göre yeterli bir savunmaydı bu. Hep arkasına sığındığı, akıl erdiremediğim ve ona hiç yakışmayan bahanesi.

"Bu kadar mı? Yapacağın açıklama."

"Evet," dedi Namjoon. Gerçekten başka bir şey söylemeye niyetli değil gibiydi.

Elimi dudağıma götürüp etimi küçük küçük sıktım ve arkama doğru döndüm.

"Beni anlamıyorsun," dedi.

Gözlerimi kapattım. Yine birbirimizi anlamadan, pervasızca tartışacağımız bir kavganın içine girmek üzereydik.

"Anlıyorum. Ama sen beni bir türlü anlamıyorsun. Ondan uzak durman gerekiyor tamam mı? İlaçlarını içip bütün bu pisliklerden uzak durman gerekiyor sadece. Bu kadar kolay. Kimse senden daha fazlasını istemiyor."

"Şu an bu konu hakkında konuşmak istemiyorum Rosé, endişeli olduğunu biliyorum ama şimdi tartışmayalım olur mu?"

"Doktorun," dedim konunun gidişatını az çok tahmin ederek.
"Benimle ne hakkında konuşacak?"

Duraksayıp gözlerimin içine baktı. Fakat ifadesi düşüncelerini belli etmeyecek kadar iyi gizliyordu.
"Bilmiyorum."

"Emin misin?"

Namjoon umursamazca kafasını sallasada sıkıntılı görünüyordu.
Soğukkanlılığını korudu.
"Doktorla daha bu sabah konuştum. Bana olağan dışı hiçbir şey söylemedi."

Derin bir nefes alarak rahatlamayı umdum. Fakat zerre kadar yardımcı olmamıştı. Çünkü Namjoon'un üstü kapalı cevapları beni boğuyordu.
"Ben iyi olmanı istiyorum... sadece bunu. Bilmediğim bir şey varsa lütfen bana söyle. Lütfen."

Namjoon başını yukarı kaldırıp sakinleşmek için bir nefes verdi.
"Konuyu artık kapatalım mı? Çünkü seninle bu konuşmayı her gerçekleştirdiğimizde camdan atlayacak gibi oluyorum."

Küçüklüğümüzdeki gibi onu ispiyonlayacaktım.
"Doktoruna içtiğini söyleyeceğim."

Sonra bunun beni, küçüklüğümüzdeki gibi mutlu etmediğini fark ettim. Gözlerim ağrımaya başlamıştı.

Namjoon gözlerini yumdu ve eliyle yüzüne dokundu.
"Yapma, bunun engel olamadığım bir şey olduğunu anlamıyorsun. Ne hissettiğimi anlamadığın gibi."

"Ortada bir şeyleri anlamayan tek kişi ben değilim!"

"Bunu şimdi konuşmayalım, bizi duyacaklar."

"Ne zaman konuşalım doktorunla konuştuktan önce mi? Yoksa sonra mı? Ya da sen o şeyi tekrar içerken kenarda izlememi mi istersin?"

"Hişt," dedi Namjoon sesim yavaştan titremeye başladığında. Devamında ne geleceğini çok iyi biliyordu. Kollarımı tutup sıvazladı.
"Konuşacağız ama şimdi değil."

Sakinleşmek adına ellerimi yanaklarıma götürüp, derin nefesler aldım. "Tam olarak neler olduğunu bana ne zaman anlatacaksın? Farkındayım her şeyin. Gizli gizli annemlerle konuştuğunun, doktorları tembihlediğinin..."

"Rosé, akşama-"

"Şimdi istiyorum."

"Rosé.. "

Odanın kapısı açıldığında Namjoon normal davranmaya çalıştı ve kollarımı bırakıp gülümsedi.
"Jungkook gidiyor musun?"

Çantasını tek koluna asarken gözlerini ikimiz arasında gezdirdi.
"Evet vakit geldi. Bugün bir oyun oynayacakmışız geç kalmamalıyım."

"Yine gel, seninle vakit geçirmek çok keyifliydi."

Başını eğip mahcupça güldü.
"Tabii, biraz satranç çalıştıktan sonra neden olmasın. Pestilimi çıkarmana birkaç kere daha katlanabilir miyim bilmiyorum."

Namjoon neşeden uzak bir gülüş bahşetti koridora doğru.

Ardından Jungkook bana baktı. "Rosé, sen de benimle gelir misin? Çocuklar seni de getirmemi istediler."

Normal gözükmek için kötü bir gülümsemeyle karşılık verdim.
"Namjoon'la biraz işimiz var o yüzden üzgünüm bugün size katılamayacağım."

Namjoon gözlerini Jungkook'tan çekip bana çevirdi. Dudaklarında zorlama bir gülümseme vardı."İşimizi sonra halledebiliriz. Jungkook'a yardım etmen daha doğru olur."

Güler gibi oldum. Beni başından savuşturuyordu demek. Beni Jungkook'la başından savacak, ona yönelttiğim bütün sorulardan kaçacaktı.
Gözlerimi ona dikerek gitmeyeceğimi gösterdim.

Jungkook, Namjoon'u tereddütle tasdikledi. "Evet çok iyi olur. Malum... onların oyunlarını başlamadan bozuyorum. Yardımın fena olmazdı."

Namjoon gülümseyerek ellerini çırptı.
"Katılıyorum, Rosé bugün sizinle olmalı. Çocuklar onu görmeyince üzülürler."

Ne güzel, kendine bir ortak bulmuştu.
Ellerini pijamasının ceplerine koydu. Ona bakıyordum fakat Namjoon bana hiç bakmadı. Şimdi gitmemi istiyorsa gidecektim.

Yanından geçip, "Pekala," dedim.

Madem beni başından atmak istiyordu istediğini yapacaktım. Geciktirmek istiyorsa buna izin verecektim.

Jungkook'un yanından geçip hızlı adımlarla yürümeye başladım. O da bir süre sonra beni takip etti.

Namjoon odasına girmedi hemen, arkamda kalan üzgün bakışlarını ona bakmasamda hissedebiliyordum. Tek istediğim yanına geri dönüp onunla konuşmaktı. Onun dediği gibi şu an zamanı değildi. Öfkeliydim ve ona ne diyeceğimi bilmiyordum. Ama doktorun söyleyeceği şeyi ilk ondan duymak istiyordum.

"Öfkeli misin?"

"Hayır," dedim. Fakat bunu söylerken hiçte öfkeli değilmişim gibi durmuyordum. Daha çok öfkeli bir boğa gibi solumuştum.

"Ona bu kadar kızma."

"Bizi mi dinledin?"

"Kapıya yakın bir yerde ayakkabımı bağlıyordum."

Yalanına inanmadığımı göstermek için birkaç saniye yüzüne baktım.
"Kaba olmak istemem ama sen karışmasan daha iyi olur."

"Ne?" dedi abartıyla şaşırarak. "Amma komiksin. Konu ben olunca sen gayet karışıyorsun, fakat sen olunca benim susmam mı gerekiyor? Hatırlatırım içimden geçen hisleri sesli söylemem konusunda bir nutuk çekmiştin bana... ve ben de sana içimdeki her şeyi ötmüştüm geçen günlerde."

Cevap hakkımı kaybettiğim için kendime kızdım.
"Özür dilerim tamam mı? Bir daha yapmayacağım."

"Bu özür dilemekle kurtulabileceğin bir şey değil, olan oldu artık. Bunun karşılığını benim gibi içinden geçenleri sesli söyleyerek telafi edebilirsin ancak."

Jungkook benden önce otomatik kapıdan çıkıp önüme geçti. Ve beni durdurdu. Kafamı yana yatırıp durdum.
"Bak," dedim gözlerimi yere dikip ellerimi onun göğsüne kaldırarak. "Tekrar özür dilerim. Seni bir daha o günkü gibi darlamayacağım. Sana hiç karışmayacağım da. O yüzden beni bugün rahat bırak olur mu? Konuşasım yok."

Nefes alıp boynundaki kolyeye baktım. Bana baktığını hissediyordum.
Jungkook sakinleşmemi beklermiş gibi ne yürüdü ne de konuştu.

"Ellerin," gözleriyle onları işaret ederek.

Onu susturmak için kaldırdığım ellerimin ufacık... Belli olmayacak kadar küçüçük titrediğini fark ettim.

Avuç içlerimi kendime çevirip zayıf titremelerini izledim. Ne oluyordu bana? Üzüntü, mutluluk, öfke. Evet bunların havasına fazla kapılıp bedenimin tuhaf tepki verdiği oluyordu.
Fakat bedenim ilk defa titreme gibi bir eyleme başvuruyordu bugün. Hiçbir zaman öfkenin, endişenin zindanına teslim olmamıştım ben.
Peki şimdi neyin nesiydi bu?

"Neye bakıyorsun? Bakmak daha çok titremesine sebep olur."
Jungkook izlemeye daldığım ellerimi tutup bir çırpıda iki cebime yerleştirdi.

Kafamı kaldırıp dalgınca başımı salladım.
"Şaşırdım sadece, daha önce hiç bu kadar öfkelenmemiştim ona. O yüzden... garip bir his bu."

Sonra ondan beklemediğim bir ses tonuyla konuştu.
"Ona biraz zaman ver. Senden istediği şey bu. Her şey zamanın esiri değil mi zaten. Çiçeğin büyümesi, yemeğin pişmesi, boyunun uzaması falan..." Aklına bir şey gelmiş gibi dirseğindeki kabuk tutmaya başlamış yarayı gösterdi. "Şu boktan yaranın iyileşmesi için bile zamana ihtiyacı var."

"Zaman, zaman, zaman," diye tekrarladı kendi kendine.

"Bir odaya tıkılıp bir şeylerin düzelmesini beklemek düşündüğümüzden zor olmalı. Ne kadar anlayabiliyorum desende asla empati yapamayacağın bir şey bu. Sadece hayal edebiliyorum," dedi arkamda bir yere bakışlarını dikerek.
"Bir kafesin içinde yaşamak gibi."

Hiç konuşmadan cebimdeki ellerimle oynadım.

"Düşün," dedi bana yumuşak gelen bir sesle. "Kafeste uçamayan bir kuş olduğunu. "

Kendimden emin olmayarak kafamı salladım.
"Onu anlıyorum. Tam olarak anlamasamda bir şeyler yapıyorum işte..." İç çektim omuz silkerek. "Bilmiyorum belki de yapamıyorum."

Gözlerini bir yere sabitlemiş yavaş yavaş konuştu.
"Camdan dışarıya bakıyorsun, biraz televizyon izliyorsun, canın sıkıldığı için biraz kestiriyorsun, uyanıyorsun, kitapta okuyorsun, ve sonra akşam oluyor. Uyuyor sabah kalktığında tekrar aynı şeyleri yapıyorsun. Dışarıdaki büyük dünya akıp giderken sen hep aynı ağacı izliyorsun."

Hızla kafamı yüzüne kaldırdım.
"Sen... nereden biliyorsun?"

"Fark ettim," dedi gözlerini bana dokundururken. "Konuşurken sık sık oraya bakıyor."

Namjoon'un penceresinin önünde, devamlı izlediği bir ağacı vardı. Ne ağacı olduğunu bilmediğimiz yaşlı bir ağaç. Namjoon buraya geldiğimiz ilk gün onu evlat edinmişti kendi kendine. Ve gözleri hep onun üzerindeydi. Bazen camdan saatlerce o ağacı izlerdi.

Nasıl fark etmişti?

Kollarımı bağlayıp ayaklarıma çevirdim bakışlarımı. "Haklısın. Bütün bu söylediklerini ben de biliyorum. Çünkü onunla beraber ben de bu kafesteyim. Yanlış anlama yakındığım falan yok, onunla olmaktan çok mutluyum. Sadece yoruldum. İyileşmesini beklemekten. Sanki akan saat onun için durmuş gibi, bir türlü ilerlemiyor."

"Öyle oluyor değil mi? Saat durmuş gibi."

Ayağımın ucundaki taşı öteye öylece ittim. "Akıp gitmesini istiyorum, bazen dolabını, kıyafetlerini, kitaplarını toplayıp buradan gitmek. Evimize dönmek istiyorum. Sonra dolabın önündeki bir yığın ilacı görüyorum ve Namjoon öksürmeye başlıyor... hiç bitmeyecek gibi. Her şeyin içinde yetmezmiş gibi o... o şeyi içiyor."
Ona bakıp elimi göğsüme koydum. "Beni anlıyor musun? Üzüntüden parçalanacak gibi hissediyorum."

Jungkook dikkatle beni izleyip söylediklerimi dinledi.

"Tam çukurdan çıkmaya ümitleniyorum ki, Namjoon bir izmaritle bizi aşağı çekiyor."

"Seni anlıyorum," dedi. Maalesef anladığına emindim. Hislerim ona yabancı değildi.

Elini kararsızca kaldırıp, koluma  dokundu. "İyi olacak.. her şey."

Dalgınca kafamı iki tarafa salladım.
"Patlamaya yer arıyorum. Sabredemiyorum artık. Sabrım bitti, tükendi."

Elini çekip arkasına gizledi.
"Şu yeryüzünde bize yetecek kadar sabır var mı dersin, Milena?"

Göz göze geldik.
"Milena?"

"Demiş birisi Milena'ya."

"Kafka demiş olabilir mi?"

"Tabii ki de demiş olabilir."

Güldüm konunun dağılışına aldırış etmeden. Bu halde bile beni güldürmüştü.
"Okudun mu o kitabı?"

"Hayır."

Kendimi tutamayıp daha fazla güldüğümde, o da bana eşlik etti.

Gerinip yavaşça kaşlarını çattı. "Ama Jimin okudu. Ya da okumamışta olabilir. Evde sık sık kitaplardan alıntılar ezberler. Aptalın teki. Bunun bir tavlama sanatı olduğunu iddia ediyor. Kızlar çok etkileniyormuş."

Dudaklarımı birbirine bastırdım.
"Pek etkilenmedim."

"Ben de öyle düşünmüştüm. Evde seslice ezberlediği için Hoseok Hyung'la bizde ezberlemiş olduk. Bir tane daha biliyorum."

Hatırlamak için parmağını kaldırıp bekledi.
"Hah... Mektup yazmak. Mektup yazmak hayaletlerin önünde soyunmak demektir, ki onlar da aç kurtlar gibi bunu bekler zaten. Yazıya dökülen öpücükler yerlerine ulaşmaz, hayaletler yolda içip bitirir onları."

Şiir okuyan bir şaire benzeyen naif ses tonuna gülümsedim.

"Ben en çok bunu sevmiştim. Hoş değil mi?"

Gülümsedim.
"Evet, hoş."

"Çokta çekilmez değilim değil mi?" dedi bana çapkın bir gülüş atmaya uğraşırken.

"Eh çok değil."

Gülümsedi. "İyi."

"Teşekkür ederim. Yani benimle konuştuğun için... biraz olsun rahatlamış hissediyorum. Ne hissettiğimi, anlatmak istediğimi anlıyacak tek kişisin. Ve başka..." elimi devamını getirebilmek için salladım. "Ve başka tüm bunlar hakkında konuşacak birileri yok etrafımda."

"Anladım," dedi beni bu işkenceden kurtarmak için. "Sonuçta artık birbirimize içimizi döken iki... arkadaşız."

Yavaşça başımı kaldırdım.
"Öyle miyiz?"

"Tabii. Ben buradan gidene kadar birbirimizle ilgilenebiliriz değil mi? Zaman geçmek bilmiyor. Çocuklar beni mahvediyor. Senin gibi birine neden hayır diyeyim."

Ellerini yavaşça ceplerine koyup başka bir tarafa bakarak derin bir nefes aldı. "İhtiyacın olduğunda benimle konuşabilirsin. Akıl vermede iyi değilim... aslına bakarsan hiçte sevmem. Ben daha çok akıl verilen kişiyim. Böyle ciddi konuşmalar yapmak moral vermek falan, pek benlik değil."

Bana baktı. "Ama canın sıkkınken seni güldürebilirim. Bu benim herkese göstermediğim çarpıcı yeteneğim. Sonuçta oda bir şey değil mi?"

Gülümseyerek başımı salladım.
"Tabii ki bir şey. Güzel bir şey hem de."

"Bu konuda biraz iyiyim. Saçmalamayı Jimin'den öğrendim."

"Komik arkadaşların var sanırım."

"Öyleler."

Jungkook gülümseyip yola döndü ve yürümeye başladı. Sakinleşmiş hissediyordum. Daha çok... ferahlamış gibi. Namjoon birileriyle konuşmanın her zaman iyi hissettireceğini söylerdi.
Onu duymazdan gelmenin ve söylediklerine kulak asmamanın pek mantıklı olmadığını şimdi anlıyordum.

Konuşabileceğim biri bile olmasının ne kadar büyük bir ayrıcalık olduğunu yeni fark ediyordum.
Eğer Jungkook olmasaydı ve konuşmak için beni kendine döndürmeseydi olacak şey şuydu.
Direk tuvalete gidecek ve biraz ağlayacaktım. Rahatlamayacağım yetmezmiş gibi kendimi yok yere harap edecektim.

Ama şimdi hafiflemiştim. Hem de bir tane gözyaşı bile dökmeden.

"Namjoon sana hastalığı hakkında bir şey söyledi mi? Bana hiçbir şey söylemiyor. Belki sana..."

Cebindeki elleri kıpırdandı. "Hayır söylemedi."

"Onun avukatı gibi bir şey oluyorsun ya. Belki konuşmuşsunuzdur diye düşündüm."

"Namjoon cool bir adam onun avukatı olmaktan gurur duyarım."

"Birkaç günde başka bir çocuğa dönüştün. Değiştin sanki." dedim ona takılarak.

Bir elini cebinden çıkarıp göğsüne koydu.
"Her şeyimi buraya adadım artık. O yüzden elimden ne geliyorsa yapmaya çalışacağım. Her konuda."

"Tebrik ederim," dedim elimi ona uzatıp.

Jungkook önce elime sonra mutlu yüzüme baktı. Yüzüme yansıyan saf mutluluğu yakalamasını istedim. Çünkü onun adına çok mutluydum.

El sıkıştık.

"Teşekkür ederim." diyerek elini çekti.

"Geç mi kaldık? Umarım dışarıda beklemiyorlardır."

Jungkook'u geride bırakıp hızlandım. Hava soğuktu ve biz konuşurken zamanı geçirmiştik.

"Lord geldi! Lord geldi!"

"Sıraya dizilin!"

"Selam durun!"

"Çekilsene ben önde duracağım."

"Ahh..."

Jungkook dizlerini tutup başını yorgunmuş gibi aşağı eğdi. Çocuklar önünde durup onu asker gibi selamlamaya başladılar. Ellerini  alınlarına kaldırmış kıpırdamadan Jungkook'a bakıyorlardı.

"Bu... zor olacak," dedi başını yere eğmiş çocuk.

"Lordum suyunuzu ve kraker tabağınızı hazırladık. Ve Miya size bir battaniye getirdi. Prensesli olması sorun olur mu?"

Migrenden ölüyormuş gibi başını sıkıca tuttu. "Şimdi ne yapmalıyım? Kişilik değişimi yaşamak üzereyim."

Artık çocukların tarafına geçtiğimiz için az önceki ruh halinden sıyrılmak istercesine üzerimi silkeledim.

Onun yanından geçerken, "Birileri sana fazla ilgi gösterdiğinde memnun olursun, mutsuz değil."

"Belki de ben fazla ilgiden nefret ediyorum."

Chan bağırarak, "Rahat," dedi.

En arkada kalmış Hara'yı kucağıma aldım. Onu her yere peşlerinden sürüklüyorlardı. Üzerindeki topraktan diğerlerini takip ederken düştüğünü anlayabiliyordum. Onları takip edemediği yetmiyormuş gibi sık sıkta düşüyordu.

Yanağımı Hara'nın yanağına yaslayıp Jungkook'a baktım. Depresif bir korkuluk gibi orada dikiliyordu.
Her gün buraya geldiği halde aynı tepkileri vermeye üşenmiyor muydu?

"Lordum hoş geldiniz. İçecek bir şey alır mısınız?"

Jungkook kafasını tutup durduğu için saçları tuhaf bir şekilde karışmıştı. Her zaman oturduğumuz ağacın altına hiç konuşmadan yürüdü.
"İstemiyorum."

Miya hırkamı tutup gülümsedi.  "Jungkook seni gerçekten yanında getirdi. İşin bitti mi?"

"İş... ne işi?"

"Sabah Jungkook'u girişte gördük ve seni mutlaka getirmesini söyledik.  Senin önemli bir işinin olduğunu ve gelemeyeceğini söylemişti."

Ona bakarak gülümsememi bozmadan, "Yalancı," dedim. İyi bir çocuğa dönüşne fikrini yeniden değerlendirmeliydim.

Söylediğimi duymuş gibi bana baktı. Altıncı hissi kuvvetli olmalıydı.

"İşimi erteledim. Bir oyun oynayacakmışsınız sanırım kaçırmak istemedim," diyerek çenesine dokundum.

"Evet, çoook güzel bir oyun oynayacağız."

Miya'nın elini tutup kocaman gülümsedim. "Süper, oynamak için sabırsızlanıyorum o zaman."

Beraber Jungkook ve diğer çocukların yanına gittik. Kucağımdaki Hara'yı yere bıraktığımda birkaç kişi ismimi söyleyerek bana sarıldı.

"Rosé!"

"Sen de gelmişsin."

"Seni çok özledik."

Onlara sessizce sarıldım. Ne tuhaftı küçük bir sarılma başka bir boyuta geçmeme yetiyordu. Şimdi melek Rosé'ydim.
Abisiyle tartışan, asık suratlı kız D bölümünde koridorda kalmıştı. Hatta şu an hastanede bile değildi.

Sanki burada gerçekten kanatlarım vardı.
Onlarlayken bahçedeki peri kızı gibi hissediyordum.

"Jihyo," dedim sarıldığım kızdan ayrılırken. "Saçların."

Kulağıma yaklaşıp fısıldadı. "Evet, uzuyorlar Rosé. Rapunzel olur muyum sence?"

Kulağına fısıldadım.
"Tabii ki. Upuzun parlak bir saçın olacak."

Teşekkür etmek istiyormuş gibi bana tekrar sarıldı.

"Sejun, buraya gel."
Chan omuzlarına gere gere yardımcısını yanına çağırdı. Birkaç zaman önce Sejun'u yardımcısı yapmış çevireceği her işe ilk onu katar olmuştu.

"Herkesi yerine yerleştir."

"Peki efendim."

Sejun diğer çocuklara onu takip etmesi için komut verdi. Ve beraber tek sıra halinde yürümeye başladılar. Bugün oldukça organizelerdi. Sejun sırayı bozanları ciddiyetle uyarıyordu.
Hatta Hara takılıp yere düştüğünde herkesi durdurup, onu kaldırmak için bağırarak arkaya koştu.

Gülümsemeden edemiyordum.

Chan, ikimiz arasında gözlerini gezdirdi.
"Rosé, lordum. Oyunumuza hemen başlayalım mı?"

"Ne oynuyoruz?" dedim hevesle.

Jungkook kollarını bağlayıp ağaca yaslandı.

"Körebe."

"Ne?"

Chan, kolunu karnına koyup önümde eğildi.
"Rosé sen hakem olacaksın. Bugün yorgun görünüyorsun o yüzden seni daha fazla yormak istemiyorum."

"Bak sen," dedim gülmeye başlarken. "Nereden öğreniyorsun bu süslü kelimeleri."

Miya oje sürtüğü daha doğrusu sürmeye çalıştığı tırnaklarına bakarak, "Benden," dedi. "Annem oğlan çocuklarının da kızlar kadar kibar olması gerektiğini söyledi. O yüzden Chan'i eğitiyorum."

"Beni kimsenin eğittiği falan yok, ben köpek değilim. Ben bu grubun kaptanıyım."

"Grubun kaptanı olabilirsin. Kızlara karşı pamuk gibi olmalısın."

"Pamuk sana derler!"

"Bana bağırma. Kibar çocuklar sesini yükseltmez."
Bunu söyleyen Miya'nın da bağırması dışında sorun yoktu.

Chan, parmaklarını gözlerinin altına koyup çekti ve Miya'ya gözlerinin beyazlarını gösterdi.
"Nee yoksa geçen seferki gibi ağlayacak mısın?"

"Rosééé!"

Kargaşa onlara çok uzak değildi. Günde birçok kez onları ayırmam gereken kavgalar gerçekleşirdi. Bağrışmalar ve eğer zamanında yetişemezsem biraz itişme. Bunun için tabiki de bir çözüm bulmuştum.

Sakince cebime uzanıp bir demir para çıkardım.
"Yazı mı? Tura mı?"

Onu atmak için hazırlandım.
Saniyesinde Miya bağırmayı bırakmış, Chan bana bakarak ağacın yanına, Jungkook'un arkasına saklanmıştı.
Bacağına tutunup Jungkook'un arkasına iyice gizlendi.

"Sihirli kelime bu muydu?" dedi Jungkook dikkatle bana bakarak.

"Bir sihirli kelime yok."

"Ama onlar..."

"Kavga kötü bir şeydir," dedim ikisinin yüzlerine tek tek bakarak. "Bağırmak, birbirine kalp kırıcı şeyler söylemek... bunlar hayattaki en kötü şeydir."

"Küçükken hep kavga ederdim."

"Jungkook." Gülümsedim. "Sen de birkaç öğretici bir şey söylemek ister misin?"

Söylediklerimi bozmaması için ona bakarak kafamı salladım. Jungkook tek kaşını kaldırdı.
"Kavga etmeyin."

"Teşekkür ederim."

"Yazı turaya hiç gerek yok Rosé. Şaka yaptık biz. Miya, Sejun'a yardım eder misin?"

"Tabii ki arkadaşım Chan." Miya gülümseyerek yanımızdan ayrıldı. Gitmeden önce Chan'a dik dik bakmıştı.

Jungkook'a neşeyle baktım. "Hadi oynayalım o zaman."

Ağaçtan yavaşça ayrıldı.
Ve beraberce çocukların toplandığı tarafa doğru yürümeye başladık.

"Taşları yan yana dizerek bir daire yaptık. Körebeyi o dairenin içinde oynayacağız ve kimse o dairenin dışına çıkmayacak Rosé."

Boynundaki düdüğü bana uzattı. Kafamdan geçirmesi için kafamı eğdim. "Birisi kuralları bozarsa bunu üfleyeceksin."

"Yeni," dedi telaşla gözlerini büyütüp. "Senin için onu yeni aldım. Kimse ağzına sokmadı."

İki yanağına ellerimi koyup gülümsedim. "Teşekkür ederim."

Bana kocaman gülümseyip Jungkook'a döndü. "Ebe Jungkook olacak."

"Neden ben?"

"Çünkü sen lordsun. Eğer içimizden biri ebe olursa seni hiç kimse yakalayamaz. O yüzden ebe sensin."

"Burnuma kötü kokular geliyor. Ama sorun değil hepinizi en fazla beş dakikada yakalarım."

"Öyle mi diyorsun?" dedim.

"Evet."

Chan gülümsedikten sonra koşarak bizden önce arkadaşlarının yanına gitti.

Kafamı onu onaylamazca iki yana salladım."O kadar kolay olmaz, iyi kaçıyorlar."

"Yapma, birkaç bücürü kolayca yakalayabilirim. İllaki gülüp ses çıkaracaklar."

"Sen öyle diyorsan."

Taşların dizili olduğu daireye geldiğimizde hepsi aynı anda zıplamaya başladı. Onları bu kadar heyecanlı görmeyeli uzun zaman oluyordu. Birbirlerinin kıyafetlerini tutuyorlar, yerlerinde zıplayıp duruyorlardı.

"Eric nerede?" dedim eksik olduklarını fark ettiğimde.

"Eric mızıkçı olduğu için gelmedi."

"O kelimeyi kullanmamanızı söylemiştim."

"Ama hep oyunu bozuyor ve bizimle gelmiyor Rosé. Biz hep Jungkook'un peşinde dolanıyormuşuz."

Jungkook güldü.
"Ama bu doğru."

Biri gözlerini büyütüp,"Çünkü o bizim lordumuz," dedi.

"Tabii ki onun peşinde dolaşacağız. Bir onun askerkeriyiz ve kraliçemiz melek Roséanne."

"Gidip ona bakacağım," diyerek arkamı döndüğümde Chan bacağımı aniden sıkıca tuttu.

"Chan.."

"Gitme Rosé o gelmeyecek."

"Neden?"

"Çünkü... çünkü... o ödülü..."

"Oyunu bize anlatmak ister misin Chan?" diye seslice konuştu Miya.

Chan beni dairenin yanına çekeledi ve bacağımı bırakmadan konuşmaya başladı.
"Tabii tabii anlatayım... Şöyle kii Jungkook ebe olacak. Hepimizi yirmi dakika içinde yakalarsa o kazanacak, yakalayamazsa biz kazanacağız. Ödüller ve cezalar olacak."

"Emin misin çakma superman velet. Bu oyun beş dakika bile sürmez."

"Eminim lordum, hepimiz çok çalıştık." Gururla Hara'yı işaret etti.
"Hara bu oyunda çok iyi."

Jungkook küçük kıza baktı ve, "Peki," diyerek ellerini çırptı.
"Görmezden gelmem, acımam, ezip geçerim ve bitirmeye oynarım. Ağlama, sızlanma, yedirememe istemiyorum."

Sejun beresini düzeltip kafasını hayranca salladı. "Tam bir lord gibi konuşmuyor mu? Cesur ve demir adam kadar sert."

"Aynen."

"Gerçek bir savaşçı gibi... Acaba kaç savaşa katıldı."

Biri onu tişörtünün ucundan tuttu.
"Jungkook kaç savaşa katıldın?"

Onu cevap vermesi için heveslendirmek adına kafamı salladım. Jungkook yüzüme bakarak belli belirsiz başını salladı.
"Emin değilim sanırım 100."

Fazla atmıştı. Ama bu sayı çocukların çenesinin aşağı düşmesine ve ona biraz daha hayran kalmalarına yetmişti.

Miya'nın elime tutuşturduğu bezi ve göz bandını bağlamak için Jungkook'un yanına gittim.
Çocuklarda dairenin içine girdiler.

Önce göz bandını kafasından geçirdim.
Jungkook elimi engelledi.

"Unicornlu göz bandı mı?"

"Niye gayet tatlı."

"Bunun tek boynuzu var harbiden."

"Ne güzel işte, çok gösterişli görünüyorsun."

Dudakları yavaşça aralandı daha sonra vazgeçip onları geri kapattı. Bezi gözlerinin üzerine getirip bağlamaya başladım.
Birkaç kere sıkıca bağlayacaktım. İlk düğümde Jungkook ellerini arkaya atıp benimkilere dokundu.
"Hop hop hop.. gözlerimi bir daha açamamamı mı istiyorsun?"

"Sadece oyunun kurallarına uyuyorum."

"Oyunun kuralları beni kalıcı kör etmek mi?"

Düğümü oflayarak geri açtım. "Mübalağa sanatında nirvanaya ulaşmışsın ve ayrıca çok mızmızsın."

"Mız mız mı? O kelimeleri kullanmıyoruz sanıyordum."

Beni taklit ettiğinde düğümü daha da sıktım. "Özür."
Ardından kolundan tuttum ve onu çemberin içine yürüttüm.

"Buna mızmızlık demen haksızlık bence. Yirmi küsür yaşlarındayım ben, körebede ebe olacak bir yaş değil bana göre."

"Ne kadar dar kafalısın oyun oynamanın yaşı yoktur."

Chan boynundaki kırmızı örtüsünün uçlarını beline bağladı. Sejun ise hiç çıkarmadığı beresini çıkarıp cebine koydu.
Miya, plastik tacını kafasına takarken, Jihyo ve Hara ağızlarına birer şeker attılar.

Hepsi savaş için hazır görünüyordu. Jungkook onların gözlerindeki oyun hırsını görseydi eğer, gözünü açıp buradan ayrılırdı. Bu bakışları biliyordum. Oyunu kazanmak istiyorlardı.

"Rosé, dönme dolap zamanı."

"Hay hay," dedim Jungkook'u buz tutmuş kollarından ortaya yürütürken.

Kafasını bana eğdi. "Oyun bahanesiyle beni idam falan etmeyeceksiniz değil mi?"

"Çok ilkel bir hayal gücün var," dedim gülümseyerek.

Onu ortaya getirdiğimde kendime döndürdüm. Gözleri bağlı, tedirgin hali komik görünüyordu. Omuzlarını düşürdü.
"Endişeliyim."

"Niye?"

"Bu bücürlere güvenmiyorum. Çok sessizler bir şeyler dönüyor."

"Bana güven o zaman. Hileye izin vermem."

Kafasını yana eğdi. "Evet, sana ve doğrucu kişiliğine güvenebilirim sanırım."

"Başlıyorum. Seni döndüreceğim."

Jungkook teslim olurmuş gibi kollarını iki yana açtı.

Onu döndürmeye başladım.
"1, 2, 3, 4, 5, 6, 7, 8, 9..."

Çocuklarda bana eşlik edip saymaya başladılar.

"10, 11, 12, 13, 14.."

"Kaça kadar sayacaksınız?"

Kafamı iki yana salladım.
"15, 16, 17, 18, 19, 20, 29, 24, 26, 10,"

"Ne?"

"21, 22, 24, 30, 33, 39, 29, 49..."

"Şaka mı?"

"0, 1, 2, 3, 0."

Çocukların rastgele saymaları başlamıştı. Jungkook söylenmeye başladığında onu bıraktım ve yavaşça daireden çıktım. Jungkook yürümek yerine eğildi ve ellerini toprağa yasladı. Baş dönmesinin bitmesini bekleyecekti. Gülmemek ve sessiz olmak için yanağımı dişliyordum. Çocuklar çıt dahi çıkarmıyorlardı.

Jungkook başının dönmesi bittiğinde yavaşça doğrulmaya çalıştı. Ve ayağa dikilip bekledi.
İlk hamleleri iyiydi birkaç tarafa yönelip, sesleri dinledi. Fakat beklediğini sonucu alamamıştı.
Çocuklar sürekli sessizce yer değiştiriyorlardı.

"Size anlattığım hikayeyi hatırlıyor musunuz? Parmak yiyen Jack hakkında."

Etrafta dolaşmaya başladı. Oyun alanı çok geniş değildi. Fakat çocukların avantajı büyüktü. Onlar heykel stratejileriyle kendilerine bir yer seçiyorlar, ebe onlara yaklaştığında ise çabucak kaçıyorlardı.

Artık yerlerini ezberlediğim için benimle körebe oynamak istemiyorlardı. Şimdi Jungkook onlar için yeni bir avdı. Chan yuvarlağın içindeki ağacın üzerine çıkıp gülümsedi.

Jungkook birkaç kere elini savurdu.
"Size yeni bir tane anlatmamı ister misiniz?"

Beklediği cevabı alamadı.

"Bu hikayenin ismi diş canavarı. İsmi komik görünebilir ama hiçte komik olmayan bir canavar o, acımasız ve tehlikeli."

Hara, dikkatini kaybedip Jungkook'u dinlemeye başladı. Gözü bağlı çocuk yavaş hareketlerle geziniyordu.

"Dişleri çıkacak her çocuğa görünür. Yatak altlarında, kıyafet dolabında ve çocukların yastık altlarında saklanır ve gece olunca çocukların dişlerini kerpetenle çeker..."

Çocuklardan birkaçı aniden çığlık attılar.
Yerden bir avuç toprak alıp Jungkook'un yüzüne attım.
Ve boynumdaki düdüğe üfledim.

"Ah demek Rosé burada."
Baş parmağını bana doğru kaldırdı.
"Hallediyorum."

"Hikayenin devamını getirirsen şu idam fikrini düşüneceğim."

İlerleyip başka tarafa yöneldi. "Neyse bu hikayeye sonra devam ederiz."

Onu oyun sonrası öldürmekle ilgili düşüncelerle boğuştum.

Chan diğerlerine doğru bir ıslık öttürdü. Ve sonra Sejun'da ıslık öttürmeye başladı. Jungkook sese doğru dönüp hızlı adımlarla o tarafa yöneldi. Fakat diğerleride ıslık öttürmeye başladığında kafası karışmış uzandığı yerden eli boş dönmüştü.

Bu oyunda en çok eğlenen taraf bendim sanırım. Taşların etrafında dönerken gülümsüyordum.

Hepsi birlikte ıslık öttürdüğü için Jungkook'un kafası biraz daha karıştı. Hara, karşıya koşarken Jungkook'un bacağına dokundu.

"O bacağıma dokunan fare hanginiz?"

Düdüğü üfledim.

"Yani ayağımın altından tatlı bir fare mi geçti demek istiyorum."

Hara kıkırdadı. Jungkook dikkat kesilerek kendine en yakın sese doğru atıldı. Fakat küçük kız Jungkook'un bacak arasından kolayca sıyrılmıştı. Ona yakın olan Jihyo ise belli etmeden karşıya adımlamıştı bile.

Her ne kadar ses yapıyormuş gibi gözükselerde küçük bedenleri deneyimsiz ve fevri hareket eden Jungkook için çok hızlıydı.
Ve sonra bitmek bilmeyen bir kovalamaca başladı.

Etraflarında dolaşırken düdüğü öttüremeyecek kadar gülüyor, Jungkook'un dudaklarının söylenmekten hızlıca oynayışını izliyordum.
Söylensede halinden çok mutsuz değildi.

Hissedebiliyordum burada geçirdiği vakitten yavaş yavaş zevk aldığını.
Onların attığı her küçük kahkahada ruhunun ilmek ilmek iyileştiğini.

Chan, ağaçtan atlayıp Jungkook'un sırtına dokundu ardından arkadaşlarından birinin elini tuttu.

"Biz melek Roséanne'nin yardımcı askerleriyiz Jungkook, bu oyunu onun için kazanacağız."

"Lord'a ne oldu? Ben de lordunuzdum."

"Ama Rosé... biz kazanınca daha çok seviniyor. Onun gülümsemesi için kazanacağız. Bize güzelce gülmesi için."

Jungkook etrafında döndü.
"Bakın melek Roséanne kaybetsenizde gülümseyecek." Kollarını iki yana açtı. "Hadi gelin ve bana sarılın. Kaybedersem ağlayacağım."

Ağlama kelimesini duyduktan sonra çocuklar birbirine bakmaya başladı. Düdüğü üfledim. "Kural ihlali. Kimse kimseyi tehdit edemez."

Jungkook sesin geldiği tarafa baktı. Dudaklarından memnuniyetsiz olduğu anlaşılıyordu.
Gülümseyerek saatime baktım.

"On dakikan neredeyse geçti Jungkook. O yüzden acele etsen iyi edersin."

"Biraz konuşabilir miyiz?" dedi biraz sağıma bakarken.

"Tabii, baktığın yere doğru dümdüz yürü."

Jungkook temkinli adımlarla yanıma geldiğinde onu kendime döndürdüm. Çünkü bana değil boşluğa bakıyordu.

"Başlıcam şimdi," deyip gözündeki bezin yarısını kaldırdı.
"Bu oyun bitmiyor."

"Daha on dakika oldu. Onları yakalarsan bitecek."

"Fark ettim de her oyun ve zor iş bana düşüyor."

"Zor iş? Körebe oynamak zor bir iş mi?"

"Karınca gibiler onları nasıl yakalayacağım. Yoksa dairenin dışına mı çıkıyorlar."

"Tabii ki hayır. Onlar küçükler, bu yüzden kaçmada iyiler. Odaklanırsan yapabilirsin."

Tek gözünü imayla kaldırdı.
"Saol. Müthiş deşarj oldum şu an."

Gözünü geri kapayıp çocukların yanına ilerledi.
"Hadi bakalım."

Kovalamaca birkaç dakika daha devam etti. Bir komedi filmi izlesem bu kadar zevk almazmışım gibi geliyordu. Bunun yanında hissettiğim mutlulukta vardı tabii.

Jungkook arada elini yere koyup vuruyor sonra sakince onları yakalamaya çalışıyordu. Oldukça terlemişti ve bitkin görünüyordu.

Chan, oyunun şeklini değiştirmek için ağaca geri tırmandı.
"Lordum. Size bir teklifim var."

"Nedir?" dedi Jungkook yere oturup pes ederek.
Saçları nemliydi ve kesinlikle üzerine bir şey almalıydı.

"Kazanman zor görünüyor. Sonuçta beş dakika falan kaldı. Bir teklif ister misin?"

Sessizliğini korudu, ardından pes ederek, "Evet," dedi.

Diğerleri sessizce izliyorlardı.

"Sana sorduğumuz soruları doğru yanıtlarsan, her doğru cevap verdiğin soruda birimiz sana yakalanacağız."

Boynuna dokunup oradaki teri silmeye çalıştı.
"Ben bebek miyim de oyunu kolaylaştırıyorsunuz."

Chan yaşına zıt olarak akıllıca konuştu.
"Bir de şu taraftan bak, eğer doğru cevaplarsan oyunu sen kazanacaksın."

Jungkook önüne baktı. Gözlerini göremediğim için ne düşündüğünü anlayamıyordum.
"Kabul ediyorum."

Chan, diğerlerine doğru sırıtırken ben de Jungkook gibi yere oturup bağdaş kurdum.

"İlk soruyu Sejun soracak."

Sejun konuşmak için hazırlandı.
"Rosé'yi siyah atınla her gün okuldan alıyor musun?"

"Delireceğim," dedi Jungkook eliyle alnını sıvazlarken. "Bu nasıl soru?"

"Kolay bir soru işte. Rosé kanatlarıyla uçarak okula gidiyor ve sen dönüşte onu siyah, parlak tüylü atınla alıyorsun. Rosé böyle anlatmıştı. Fakat hep ayrı ayrı geliyorsunuz. O yüzden sana soruyoruz. Onu her gün alıyor musun?"

Chan'in sesi ciddi ve beklenti dolu çıkmıştı. Ona bakıp şefkatle gülümsedim. Uyduruk bile olsa benim anlattığım her şeye yürekten inanıyorlardı.

"Alıyorum. Fakat... atım biraz hasta o yüzden bu sıralar onu okuldan alamıyorum."

"O zaman Rosé'nin kanatlarıyla gelin," dedi yandan Jihyo. "Neden onu yalnız bırakıyorsun?"

Jungkook kulağının arkasını kaşıdı.
"Ne kadar ağır olduğumu biliyor musunuz siz? Melek Roséanne'nin kanatlarını kırmak istemiyorum."

"Ama..."

"O yüzden melek Roséanne ve ben şu aralar ayrı kalıyoruz." Sesini titretti. "Ben üzgünüm."

Burnunu çekerek noktayı koyduğunda hızlıca.
"Cevabın kabul edildi Jungkook," dedi Chan.

Jungkook sırıttı.

"Ama ne olursa olsun onu okuldan al olur mu?"

"Tamam," dedi Jungkook sakince. "Beraber yürüyerek geleceğiz her gün. Anlaştık mı?"

Çocuklar birbirine bakıp başlarını sallayarak onayladılar bunu.
Jihyo ve Miya hayranca iç çektiğinde Jungkook sesin geldiği tarafa baktı.

"Sejun."

Sejun yavaşça arkasından yaklaşıp Jungkook'un boynuna sarıldı. İlk başta irkilsede, boynundaki kolları tutup ona karşılık verdi.
Küçük çocuğa sarıldıktan sonra sordu.
"Şimdi ne olacak?"

"Sejun'u yakaladın. Eğer diğer soruyuda bilirsen Jihyo'yu yakalayacaksın."

Sejun taşlardan atlayıp yanıma oturup bağdaş kurdu. Onu tutup kendime çektim ve sarıldım.

"Bu beni zayıf gösteriyor. Ama her neyse sonuca odaklanmalıyım."

"Jihyo sorabilirsin."

Jungkook dirseğini dizine yaslayıp çenesini avucuna bastırdı.

"Iııı tamam. Şey Roséanne ile ne zaman evleneceksiniz?"

Elimi ağzıma bastırıp kafamı geriye attım. Böyle bir şey soracakları aklımın ucundan bile geçmemişti ve Jungkook'un kıvranışını izlemek çok eğlenceli olacaktı.

Kıpırdamadan parmaklarıyla yanağına vurdu.
"Yıllar sonra."

"Ne? Neden?"

"Ama yıllar sonra çok uzun bir zaman dilimi değil mi?"

"Olmaz çok geç..."

"Ne bekliyorsunuz? Rosé ve ben küçüğüz ve daha okula gidiyoruz."

"Biraz daha büyüyünce evlenecek misiniz?"

Kafasını geriye atıp nefes aldı.
"Evet, siz kafanızı çok yormayın. Biz halledeceğiz."

"Şunu sormadık ona evlenme teklifi etti mi?"

"Rosé beyaz bir gelinlik giyecek... Jungkook ona teklif et."

"Bir soru ve bir cevap demiştik. Hayallerinizi geceye saklayın. Bu şekilde rüyanızda görebilirsiniz."

Jihyo koşarak Junkook'un boynuna sarıldı.
"Tamam Jungkook. Beni yakaladın."

"Süper," dedi Jungkook gülümserken Jihyo'da koşup yanımıza oturdu.

"Hara, sıra sende istediğini sorabilirsin lütfen zor bir şeyler olsun."

Küçük kız oturduğu yerden kalkıp Jungkook'a doğru yürüdü. Ve tam önünde durup iki parmağını gözünün önüne tuttu.
"Bu kaç?"

Jungkook sesin geldiği tarafa döndü ve,"İki mi?" dedi.

Hara şaşkındı. "Evet! İkiydi."

"Hara neden böyle bir şey sordun? Bunu herkes bilir."

Jungkook küçük kızın parmaklarını tutup gülümsedi.
"Süpersin, süpersin."

Elini kaldırıp, "Çak," dedi.

Hara eline vururken kıkırdıyordu. Uzun bir süredir gülümsediğimi ve ağzımın ağrıdığını fark ettim.

Jungkook ona sarılıp Hara'yı benim olduğum tarafa yolladı.
Oyunun böyle zahmetsiz biteceğine memnun gibiydi. Benim için önemli olanda güzel vakit geçiriyor olmalarıydı.

"Kim kaldı? Bu oyunu hemen bitirelim." Özgüvenle burnuna dokundu.

"Miya ve ben kaldık lordum."

"En belalıları sona kaldı desene..."

"Bizim sorularımız daha zor olacak. Ve her cevabı kabul etmeyeceğiz."

"Evet," diye tasdikledi onu Miya.

"Neyse ne çabuk olalım yorgunluktan öleceğim."

"Miya," dedi Chan ciddiyetle.

Miya ayağa kalkıp Jungkook'un etrafında yavaşça dönmeye başladı. Her ne soracaksa hemen sormuyor, oyalanıyordu.

Jungkook yavaştan tedirgin olmaya başladığında, karşısında durdu küçük kız.
"Sen, Rosé'ye ne kadar aşıksın?"

Jungkook irkildi. "Aşk?"

"Evet."

Kaşlarımı çatıp devamında ne geleceğini bekledim. Kesinlikle Miya onu sıkıştıracaktı.

"Bu nerden çıktı şimdi? Başka bir şey sorun."

"Hayır, olmaz..."

İç çekti.
"Aşk çocukların anlayacağı bir şey değildir?"

"Neden?"

"Çünkü aşk büyükler arasında geçen bir şeydir. Küçük çocuklar bunu anlayamaz."

Miya, tekrar etrafında dönmeye  başladı. Kaşları çatılmıştı.
"Annemle beraber on tane aşk dizisi bitirdim."

"Dizi diyor," dedi Jungkook başını geri atarken.

"Aşk dizilerde var ne olduğunu biliyorum. Şimdi söyle, Rosé'ye ne kadar aşıksın."

"Cevap vermeyi reddediyorum. Rosé bir şey söylemeyecek misin?"

"Ha," dedim bana yöneltilen ani soru karşısında.

"Bizi dinliyor musun? Bu yanlış değil mi?"

"Şey başka soru sorabilirsin Miya."

Jungkook gülümsedi ve baş parmağını onu desteklediğim için komikçe kaldırdı.

"Of peki. O zaman onu seviyor musun?"

"Aynı gibi ama bu kulağa daha masum geliyor."

"Cevabın?"

"Tabii ki..."

Duraksadığı yerde beklentiyle yüzüne baktım. Onu kesinlikle kameraya kaydetmeliydim.
Bu sayede izleyince utanacağı bir videoya sahip olurdu. Mesela benim bir sürü vardı.

Jungkook yutkunup kıpırdandı. Ağzındaki baklayı bir türlü çıkaramıyordu. Anlamsız kıvranışlarını çocuklarla beraber sessizce izledim.

"T-Tabii ki..."

"Tabii ki ne?"

"Onu seviyorum."

"Neyini?" dedi Miya onu yakasından tutarak. Jungkook, kızın ani hareketiyle korkmuştu. "En çok neyini seviyorsun mesela?"

"Hey sakin ol, ne yapıyorsun?"

"Onu çok mu seviyorsun?"

"Evet, dedim ya. Bak geri çekil ufaklık. Yoksa..."

"Çok fazla mı? Kalbin parçalara mı ayrılıyor mesela? Etrafında davullar çalıyormuş gibi mi hissediyorsun?"

"Kaç yaşındasın sen?"

"Onu seviyor musun?"

"Seviyorum dedim ya."

"Gerçekten mi?"

"Rosé!"
Jungkook'un yardım istediğini duymazdan geldim. Jihyo'nun bana uzattığı şekeri yemekle meşguldüm.

"Onada söylemelisin gözlerini açıp ona bakarak söylemelisin. Chan gözlerini açabilir miyiz."

"Böyle bir kural yoktu," dedi Jungkook şaşkınca itiraz ederek.

"Açabilirsin," dedi Chan ağacın tepesinden. En az Miya kadar oda ilgili görünüyordu.

"Siz kafayı..."

Miya gözündeki bezi açtığında Jungkook ani aydınlıkla beraber yüzünü buruşturdu.
Ve Miya'ya bakıp hesap sordu.
"Soru cevapla bitiyordu. Oyunu niye bozuyorsun?"

"Kuralları istediğimiz gibi değiştirebiliriz."

Jungkook çocukların arasında beni buldu. "Bu mızıkçılık."

"O kelimeyi kullanma."

"Onlara bir şey söyle."

"Ben karışamıyorum maalesef, oyun kurucu Chan," dedim başımı ilgisizce sallayıp.

Miya, Jungkook'un ellerini tutup gözlerinin içine baktı.
"Şimdi onun gözlerinin içine bakarak söylemelisin. Onu sevdiğini söyledin. Bunu yapabilirsin."

Jungkook'ta tıpkı Miya gibi küçük kızın ellerini sıktı.
"Utançtan ölmemi mi istiyorsun?"

"Rosé bunu duymayı hakediyor. Senin tarafından sevilmeyi ne kadar zamandır bekliyor haberin var mı?"

"Olamaz sen gerçekten dizi izliyorsun. Bu yaşta... annenle konuşulması gerekiyor."

"Ona söyle. Eğer söylersen bir soru daha olmayacak sen kazanacaksın."

Gülümseyen bana bakıp yanağının içini dertlice ısırdı. Gülmem onu sinirlendiriyordu. Ve ben de sinirlenince tatlı olduğunu düşünüyor, bunun devam etmesini istiyordum.
Zaten sabahtan beri olanlara müdahale etmemenin tek sebebi buydu.
O böyleyken çok tatlı görünüyordu.

"Tamam," dedi Jungkook Miya'nın ellerini ona doğru iterken. "Söyleyeceğim.

"Rosé, bir saniye buraya gelir misin?"

"Tabii."

Jungkook tekrar bağdaş kurup çenesini tuttu. Ve başını başka bir yere çevirdi.

Ellerimi silktikten sonra taşların üzerinden atlayıp tam karşısına oturdum ve gülümsedim. Çocuklarda etrafımıza toplanmış, Chan ağaçtan inmişti.

"Amma nazlandın. Bazen çocuklarla yarışıyorsun."

"Konuştu yine oyunun odak noktası olmayan kız."

"Ne var bunda. Hiç ailenden birine veya arkadaşına seni seviyorum demez misin?"

"Ben öyle kelimeler kullanmıyorum." Çenesini kaldırdı. "Sesli söylemek canımı sıkıyor."

Omuzumu dikleştirirken gülümsedim.
"Her neyse, bana bir şey mi diyecektiniz lordum."

"Aslında hayır."

Miya onu arkasından itip kulağına bir şey fısıldadı. Jungkook göz deviremediği için gözlerini kırpmakla yetindi.

"Söyleyecek, söyleyecek Rosé."

Etraf sessizleşti ve hava ağırlaştı. Sanki  dünya Jungkook'a yardım etmek istemiyor gibiydi.
Bu sessizliği sevdim. Gözlerimi kapama isteği uyandırıyordu ben de.

Huzurlu bir takım hisler etrafımda dönüyordu. Bunun değerli bir zaman olduğunun farkındaydım.
İleride hatırladığımda beni gülümsetecek bir anı.

"Rosé," dedi tutuk bir sesle.

"Evet."

Göz bebekleri etrafta dolaştı ama kimde durması gerektiğini biliyordu.

"Seni seviyorum."

Sesi durgundu. Göz temasını kesti. Mutlulukla kalbim kısa bir an hızlandı.

"Teşekkürler, ben de seni seviyorum Jungkook."

Jungkook söylediğim şeyle kafasını bana çevirdi. Çocukların duymayı beklediği diğer şeyde aynı şeyi benden duymaktı.

Seni seviyorum söylemesi zor gibi gözüken, ama bir o kadar da basit iki kelimeydi.

Jungkook artık bir yabancı değildi. Benim için çocuklarla bir bütün olmuştu. Tablomuza kayıp lord olarak yerleşmişti çoktan.
Tamamlanmıştık sanki. Kayıp lord artık yanımızdaydı.
Bizi güldürüyor, bizi önemsiyordu.

O yüzden bu kelimeyi ona söylemek zor değildi benim için.
Ona minnettardım. Şu an tam karşımda, benimle beraber hayatta değer verdiğim ikinci şey olan çocuklarımı gülümsetebiliyordu.

İyi hissetmiştim ondan duyduğumda da, da ona söylediğimde de.
Kalbim mutlulukla pır pırdı sanki.

Ben bunları düşünürken çocuklar bir çümbüşe el vermişlerdi bile. El ele tutuşup etrafımızda dönmeye başladıklarında gülümsedim.

"Çok gürültülü, ama tatlılar değil mi?" dedim başımızda dönen çocuklardan gözlerimi ayırarak.

"Ben bir şey duymuyorum."

"Ne?" Yine güldüm. "Başımızda bağırarak şarkı söylüyorlar ve sen gürültü yok mu diyorsun?"

Kulaklarına dokundu. Kaşları çatık yüzü bir tuhaftı. "Bazen kulaklarım tıkanıyor. Kış aylarında."

Anlamış gibi başımı sallayıp, "Anladım," dedim, aslında neyden anlamamıştım.

Chan dönmeyi bırakıp durdu.
"Son bir şey, ödül töreni."

"Ödül?"

"Evet kazanana bir ödül var."

Jungkook kulaklarından ellerini çekmedi.
"Yine mi? Ödül istemiyorum."

Etrafa bakındım. "Ödülünüz ne? Hadi getirin o zaman."

"Miya," dedi Chan diğer bir yardımcısına.

Miya arkasına sakladığı eliyle kazanan ben olmadığım halde arkama geçti ve ellerini açarak avucundaki pembe yaprakları kafamdan aşağı döktü.
Ağzıma giren bir yaprağı gülerek üfledim.

İki çocuk tek dizlerini yere koyarak iki tarafımda eğildiler.
"Ta daa! İşte ödülün Jungkook."

"Ha?"

"Cidden oyunun tadını kaçırıyorsunuz ama."

Jungkook bana dikkatle baktı. Bakışlarından ödülden hoşnut olmadığını anlıyordum. Üstelik kendi ağzıyla dilede getirmişti zaten.
"Başka ödül yok mu?"

"Ödülün muhteşem melek Rosé." Ellerini şıklattı Chan. "Ve sadece bu kadar da değil."

Miya ellerini çenesinin altına koyarak gözlerini kapattı.  "Ve ondan gelen sihirli bir öpücük."

Biri hemen düzeltti. "Tabii ki yanağına."

Şaşırıp birbirimize baktık. En az Jungkook kadar ben de şaşkındım ama Jungkook başka bir boyuta geçmişti sanki. Yüzü ekşimiş boynundaki damarlar iyice belirginleşmişti

Direk, "İstemiyorum." dedi.

"Yeter artık Chan, şimdi dinleniyoruz-"

Chan kaşlarını çatarak Jungkook'un önüne geçti.
"Ödülün seni mutlu etmeliydi. Küçük bir şey ama sevinirsin diye düşünmüştük."

"Sevindi, çok sevindi," diyerek çocuğun koluna dokundum.

Ardından çocuklara dönüp, "Ama onu zorlamak yok tamam mı? Jungkook bugün epey yoruldu." dedim.

Jungkook kafasını yavaşça bana doğru eğdi.
"Çocukların... yaşlarına göre fazla edepsiz değiller mi sencede?"

"Hişt, duyacaklar ne var bunda? Biz Lord ve Melek Roséanne'yiz. Birbirimize olan sevgimizi belli etmemizi istiyorlar sadece."

Jungkook geri çekilirken kollarını bağladı. İstediklerini yapmayarak bize yardımcı oluyordu fakat etrafımdaki asık yüzler iyiye işaret değildi.

Sejun öne çıkıp düz bir ses tonuyla konuştu. Bu haliyle pek çocuğa benzemiyordu.
"Hadi ama Jungkook bizi kıracak mısın?"

"Siz veletler her şeye ödül olarak öpücük koyuyorsunuz. Neyin peşindesiniz? Bu kadarı fazla."

"Lütfen."

"Son kez sölüyorum bunu istemiyorum. Rosé'yle bunu yapmayacağız."

Müdahale etmek istedim. "Bence bu kadar yeter. Benim için sorun değil."

"Ne demek sorun değil? Bunlar iyice tozuttular."

"Son kararın mı Jungkook?"

"Evet, bugünlük kuklacılık yeter. Her istediğiniz yapılırsa şımarık çocuklara dönüşürsünüz ve büyüdüğünüzde memnuniyetsiz birer yetişkin olursunuz... bugünkü kotanızı çoktan doldurdunuz."

"Başka çaremiz yok."

Chan, iki elini beline yerleştirdikten sonra derin bir iç çekti.
"Demek bunu zorlandıracaksın Jungkook."

Sejun'da onu taklit ederek iç çekip kafasını salladı. "Hara'yı getirin."

Hara, Jihyo'nun yönlendirmesiyle ortamıza doğru adımladı ve durup burnundan büyük bir nefes aldı.

Geç fark etsemde anladığım an müdahale etmeye çalıştım.
"Chan!" dedim azarlarcasına.

Fakat çok geçti. Hara birkaç saniye içinde hıçkırarak ağlamaya başladı.
Az buz değildi, onu susturmak çocuk bölümünde beceremediğim belki de tek şeydi.

Jungkok elini sertçe yere koydu
"Kesin şunu."

Onu kucağıma çektim. "Hişt...Hara..."

"Susmayacak, sen ödülü kabul edene kadar."

"Chan kızmaya başlıyorum."

"Etmeyeceğim," diyerek ona diklendi buradaki en büyük çocuk.

"Jungkook," dedim ona doğru. Çocukluk yapacağı zamanı karıştırıyordu.

"Senin için uğraşıyorum."

Küçük kızı yere bırakıp yanaklarını tuttum. "Tamam, tamam Jungkook ödülü kabul edecek. Ağlama tamam mı Hara."

Alt tarafı küçük bir öpücüktü bütün bu yaygaraya değmeyecek bir öpücük. Arkadaşlarınızı, ailenizi öperdiniz bunda benim açımdan tuhaf olan hiçbir şey yoktu.
Fakat nazlı Jungkook bugün bütün bu oyunlara aşırı tepki vermişti.

Hara, gözlerini silerken Jungkook'a döndüm.

"Hara ağladığında her ne yapıyorsan bırak ve onu susturmaya odaklan. Annesinin ne kadar pimpirikli olduğunu tahmin bile edemezsin."

Ona doğru usulca yaklaştım.
Jungkook kaşlarını çatıp ellerini çapraz bir şekilde göğsüne kapadı.
"Na yapıyorsun?"

"Tuhaf tuhaf davranma."

"Buna izin veremem ya benim namusum ne olacak."

Sinirlerim bozulduğu için güldüm.
"Ciddileş biraz."

Jungkook oturuşunu düzeltti.
"Tamam ilk defa bir kız tarafından öpülmüyorum ya."

"Ben de ondan bahsediyorum. Başta kabul etmeliydin."

Çocuklar sessizce yere oturup bizi izlemeye başladılar.

Küçüçük bir öpücüğü büyüten çakma lord ve ben melek Roséanne, dizlerimiz değerek oturuyor bir trajediye imza atıyorduk.

"Hadi," dedi Jungkook tuhaf bir gerginlikle.

Gülmemek için elimden ne geliyorsa yapıyordum. Fakat Jungkook biraz sonra öbür tarafa geçiş yapacakmış gibi yerinde zor oturuyordu.

"Bana böyle bakarsan yapamam."

"Gayet normal bakıyorum."

"Gözlerini kapat," dedim. "Beni tuhaf hissettiriyorsun."

Dediğimi yapıp gözlerini kapattı. Rahatlaması için etrafa bakmaması en iyisiydi.

"Doğruyu söyle," dedim. "Yoksa hiç bir kız tarafından öpülmedin mi?"

Sadece güldü. "Sıyırdın heralde. Cevap çok edepsiz olduğu için çocuklar yokken yanıtlayacağım sorunu."

"İstemez," dedim yüzümü buruşturup. "Titremeden dur yeter."

Jungkook tek dizini sallamaya başladığında biraz daha sıktım kendimi. Tam ciddileşecek gibi oluyor, sonra gülmekten onu öpemiyordum.
Tam yanağına uzanmışken geri çekilmek zorunda kalıyordum.

"Burada oyun kazanmak bir cehenmem. Bir daha bir oyunu kazanırsam saçımı keseceğim. Şahitsin buna. Bir saat önce aklı başında insanlarka satranç oynarken şimdi düştüğüm hallere bak, yemin ediyorum-"

Hazır saçmalarken yanağına küçük ve hızlı bir öpücük kondurdum.

Yanağı yumuşacık ve soğuktu.

Jungkook irkilip gözlerini açtığında baş parmağımı alnına koydum.
"Kutsandın, şeref duy."

Çocuklar ellerinde kalan yaprakları ona doğru attılar.
"Melek Roséanne tarafından kutsandın şeref duy güçlü lord!"

"Şeref duy güçlü lord."

Jungkook saçlarına takılan ve yüzüne atılan yapraklara müdahale etmiyor, öylece oturuyordu.

"Roséanne tarafından kutsandın şeref duy güçlü lord."

"Şeref duy güçlü lord!"

"Şeref duy güçlü lordumuz, şeref duy!"

"Rosé, Rosé, Rosé beni de öp."

"Ben de, ben de."

Kollarını bana dolayan çocukların altında ezildim.
"Tamam sırayla, sırayla..."

İlk Jihyo gelip sarıldı. Diğerleri sessizce sırasını bekleyip olduğu yerde zıplıyordu.

"Eğer birbirinizi iterseniz sihirli öpücük yok."

"Sessiz olun ki Rosé hepimizi öpsün."

"Hara, önüme geçmesene!"

Chan'ı öptükten sonra yanağını sıkıp kocaman gülümsedim.

"Jungkook sen de öpecek misin bizi?"

Önümde bir hareketlilik oldu.
Çantasını almış ayağa kalkan çocuğa bakmaya çalıştım.
"Jungkook."

"Ben gidiyorum."

"Nereye?

Çantasını kollarından geçirdi.
"Dersim var."

"Dersin mi var? Ama daha bir saat dolmadı."

Omuz silkti.
"Gitmem gerekiyor... yoksa geç kalacağım."

"Tamam..."

Tek kelime etmeden ve bana ve çocuklara bakmadam yürümeye başladı  Hiç onluk değildi. Ruh hali çabucak değişmiş ciddi ve soğuk bir hal almıştı. Ya yorulmuş ya da çocukların oyunlarından fazlasıyla daralmıştı. Şimdi gitmemesi gerekiyordu. Ve çocuklara hoşça kal bile dememişti.

Oturduğu yere baktığımda yerde küçük bir cüzdan gördüm. Cüzdanı alıp arkasından seslendim.
"Jungkook, cüzdanın!"

Fakat beni duymazdan geldi ya da sahiden duymadı. Adımlarını hızlandırıp ellerini cebine koydu.

Elimdeki cüzdana baktıktan sonra kucağımdaki küçük kıza döndüm.
"Fena halde terk edildik.. o zaman ben de Jungkook'un yerine geçer sizin lordunuz olurum. Jungkook gibi davranacağım."

Diğerleri kıkırdarken, "Bu çok komik." diyerek elini ağzına kapadı Hara.

"Oynamaya devam edelim o zaman."

"Veletler!" dedim Jungkook'un taklidini yaparak. "Sizi gıdıklayarak bayıltacağım."
En yakındaki çocuğun karnına parmaklarımı dokundurup onu gıdıkladım.

Diğerleri bağrışıp kaçmaya başladılar. Gıdıklamaya çalıştığım Sejun, ellerimi tutup beni durdurdu.

"Dur Rosé, sen Jungkook'san şimdi yere yatmalısın."

"Evet, evet..."

"Sen ağacın altına yatacaksın biz de etrafta koşturup oyun oynayacağız."

Biri arkadaşını düzeltti.
"Ama bizim oyun oynamamız lazım. Etrafına toplanıp lordu izlemek yok."

"Ay... lordumuz uyuyunca daha yakışıklı olmuyor mu sizcede?"

"Evet."

"Evet!"

"Jungkook onu sessizce izlememize izin vermiyor. Biz de hem oyun oynuyor hem de ona bakıyoruz."

Kaşlarım aşağı düştü, gülümsedim.
"Onu seviyor musunuz?"

"Çooook."

"Ben de," dedim çocuk gibi.

Ben de onları bu kadar mutlu ettiğin için seni çok seviyorum Jungkook.

Bugün onu sevdiğimi ikinciye dile getirmiştim. Tuhaf geliyordu ama elimde değildi. Buradaki ilk arkadaşıma sevgim gittikçe artıyordu.

Onun gibi ağacın altına uzandım. Çocuklar bana el salladıktan sonra etrafta koşuşturmaya başladılar.
Gözlerimi kapattım ve bu huzurlu günün tadını çıkarmaya çalıştım.

Huzurumun çok yakında kaçacağından habersiz, Jungkook gibi çocuk seslerinin arasında uykuya daldım.







Merhabalar ve mutlu geceler. Bölüm atmam biraz... birazcık uzadı. Bekleyenlere özürlerimi sunuyorum.
Hayatımda yazdığım en uzun ikinci bölüm falan olabilir.
O yüzden ütfen oy ve yorumlarınızı esirgemeyin.

-sevgilerimle

Continue Reading

You'll Also Like

387K 31.8K 26
Melez Kaplan Taehyung, Melez Tavşan Jungkook ile sevgili olmak istiyordu Ha birde onu altında inletmeyi... [texting+düz yazı] #3 - taekook [13.08.202...
19.2K 2.6K 18
O hep "kırılmadım sorun yok" diyordu, fakat ruhu yavaş yavaş ölüyordu. Texting&düzyazı
32.5K 3.7K 21
"MİNHO EZ BENİ"
24.4K 1.3K 8
güneşi ararken peşini bırakmaz ay * Eğer kaçırılan Alaz olsaydı ve Asi sokakta büyümeseydi. *Aslaz role reversal*