Conteur fille | Jungkook

By mitsurine

15.2K 1.8K 2.7K

"Eğer ağlıyorsan ağacın üzerine çık ve onlara yukarıda yağmur yağdığını söyle." More

Conteur fille
Child garden¹
Angel Rosé²
Wings Trap³
Conqueror⁴
Tiny Parrots⁵
Simple deal⁶
Tea party⁷
Little talks⁸
Drunk rabbit⁹
That's amore¹⁰
Red note¹¹
Old giant¹²
Mighty oath¹³
Boring Rosé¹⁴
I love you my friend¹⁶
Heart waves¹⁷
Paper birds¹⁸
Rose-colored boy¹⁹
Delayed firsts²⁰
Broken roots²¹
Hey losers²²
Therapist eric²³

Song of the sea¹⁵

470 62 129
By mitsurine

Asla ile başlayan çoğu kelime gün gelip bizi ensemizden kabaca tutuyordu. Ve bunu yaparkende sırıttığına hiç şüphem yoktu.

Yapmam dediğim bir şeyi daha tezahüratlar eşliğinde gerçekleştiriyorken, yakınmanın yersiz olduğunun farkındaydım. Sonuçta bu seçim kendi kararımdı ve yaklaşık on dakika içinde pişmanlık duyacak olsamda, en azından kararımın arkasında duruyormuş gibi davranmalıydım.

Rosé elindeki minik feneri sallayarak duvarlara şekiller çiziyor, ara sıra hâlâ onu takip edip etmediğimi kontrol etmek için arkasına bakıyordu. Saat geç olduğu için hastanenin neredeyse bütün ışıkları kapalıydı. Bir hırsız gibi içeride dolanırken tek yaptığım önümde yürüyen, elindeki el feneriyle oynayan kızı izlemekti.

Bundan gayet haz duyuyormuş gibi arada çok sessiz kıkırdıyordu. Belki de kulaklarıma öyle geliyordu.

Bana dönüp ters yürümeye başladı. Bir yandan da feneri yüzüme tutuyordu.

"Kendini filmde gibi hissetmiyor musun? Terk edilmiş bir akıl hastanesine gizlice girmişiz gibi."

"Hayır."

Rosé yüzüme tuttuğu ışığı sağa sola sallayıp gözlerimi rahatsız etti. "Doğruyu söyle atmosfer öyle değil mi..."

"Evet, öyle."

İstediği cevabı duyduğunda ışığı çenesine koyup gülümsedi ve tekrar önüne döndü. Namjoon'un kaldığı bölümdeydik ve sanırım onun katında. Şimdiye kadar kimseyle karşılaşamamıştık. Arada birkaç hemşireyle yolumuz kesişsede Rosé bir şekilde kenar köşeden sıyrılmayı iyi beceriyordu.
Zaten yakalansakta bir halt olacağı yoktu.

Tanıdık 309 numaralı kapıya vardığımızda Rosé sonunda feneri kapattı ve beni kolumdan tutup yanına çekti. Ardından sanki beş yaşında bir çocuğu tembihliyormuş gibi konuştu.
"İçeride sessiz ol tamam mı? Namjoon uyumuş olabilir ve bir kere uyanınca asla geri uyuyamıyor. Eğer uyanırsa sadece benim değil seninde başın ağrır."

"O zaman içeri girip onu rahatsız etmesek?"

"Olmaz," dedi elindeki kutuyu göğsüne bastırarak. "Tatlısını baş ucuna koymalıyım. Hem belki bir kitaba dalmıştır. Uyku düzeni olmayan biri o."

"Abisini darlayan bir kız kardeş... hiç acıman yok mu senin?"

Rosé elini omzuma koyup beni geri itti.
"Vazgeçtim sen burada bekle yaptığım her şeyi eleştiriyorsun."

Sorun çıkarmadan kabul ettim. "Tamam." Sanki başka bir seçeneğim varmış gibi.

Rosé dikkatle kapıyı açtıktan sonra yavaş hareketlerle içeri süzüldü. Kapıyı kapamamış aralık bırakmıştı. Etrafı kontrol ettikten sonra gelme dediği halde arkasından onu takip ettim. Dediği her şeyi yapacak değildim.

İçeri girdim ve kapıyı usulca kapattım.
Namjoon'un odası hatırladığım gibiydi. Bir hastane odasının olması gerektiği gibi. Odada geçen seferki gibi sigara kokusu yoktu kokuyu nasıl bastırdığını merak ediyordum. Belli ki gizlice devamlı içiyordu. Diğer garip olan şey ise Rosé'nin bunu fark etmemiş olmasıydı.

İçerisi karanlıktı ve tamda tahmin ettiğim gibi Namjoon uyuyordu.
Yavaş adımlarla içeri adımladım ve dolabın yanındaki sehpaya yanaştım. Ben sehpanın üzerindeki bir kitabı elime alırken, Rosé sessizce açık olan camları kapattı. Yine odanın tüm camları açıktı. Kışın bütün camlar açık nasıl uyuyabiliyor ve nasıl zatürre olmuyordu merak ediyordum.

Sehpanın üzerinde üst üste dizilmiş, bir kuleyi andıran kitaplar vardı. Çokça kitap okuyor olmalıydı. Kitapların yanında duran gözlüğü alıp taktım ardından Namjoon'a baktım.

Üzerine ince örtüyü çekmiş örtüye iyice sarılmıştı. Bedeni yatağın içinde oldukça zayıf ve küçük görünüyordu. Oysa hatırladığıma göre vücudu gayet yapılıydı. Ama şimdi ona baktığımda çelimsiz olduğunu düşündüm. Hastalığın onu zayıf düşürdüğü barizdi.
Hastalık bir kurt gibi onu kemiriyor olmalıydı.

Kafamı başka bir yere çevirdim.
Rosé etraftaki birkaç kitabı toplayıp yanında durduğum kitap kulesinin üstüne bıraktı. Gözlüklerimin üzerinden ona bakarken göz göze geldik. Konuşmadan göz kırptım. Bu bir nevi "yakışmış mı?" demekti.

Rosé gözlüklere bakıp bekledi ardından gözlerini bayılttı ve kafasını salladı. Sanırım beğenmemişti.

Yanımdan ayrılıp etraftaki kıyafetleri katlamaya başladı. El çabukluğuyla onları katladıktan sonra koltuğun üzerine özenle bıraktı. İlaç kutularınıda masaya dizdikten sonra koltuğun üzerindeki battaniyeyi aldı. O kadar hızlı ve pratikti ki birkaç dakika sonra oda düzenli ve tertemizdi.
Battaniyeyi Namjoon'un üstüne yavaşça örttükten sonra onun saçına küçük bir öpücük kondurdu.

Gözlerimi ondan çekemiyordum. Elimdeki kitap açık olmasına rağmen gözlerim hep onu takip etmişti. Çabasını izlemek hoşuma gimişti. Rosé, Namjoon'a bakarak kek kutusunu baş ucuna bıraktıktan sonra benim olduğum tarafa geldi ve yanımdaki dolabı açtı. İçinden bir pijama takımı çıkarıp Namjoon'un ayak ucuna bıraktı.

Onu beklediğim için ecele ediyor gibiydi. Önüne gelen saçlarını geri itip kendi kendine mırıldandı.
"Sabah üç tane içecek..."

İlaç masasında bir süre gözlerini gezdirip üç kutu seçti ve onlarıda baş ucuna koydu.

Uğraşıyordu, en azından elinden ne gelirse yapmaya çalışıyordu. Bu çaba ve ilgi tanıdıktı. Sevdiklerinin etrafında pervane olan insanlar görmüştüm. Seneler önce annem ve babamın aynı bu kız gibi, bir odanın içinde dolanıp durduğunu hatırladım. Ve tekrar kitaba bakmaya çalıştım.

Rosé anıma doğru adımlayıp fısıltıyla, "Tamam işim bitti," dedi.

Gözlüğü ortasından itip onunla göz göze geldim.
"İyi bir kız kardeşsin."

Rosé duraksayıp gözlerimi görmeye uğraştı. Odanın karanlığı gözlerimizi ayırıyordu.

"Öyle mi dersin?" dedi.

Kafamı salladım.
"Öyle dedim."

Gülümsedikten sonra bana yaklaştı. "Bunu senden duyduğuma sevindim."

Gözlüğü iç çekerek çıkardım.
"Sana puanım 9, bir puanıda aşırı ilgili olduğundan kırıyorum. Ne derler bilirsin her şeyin fazlası zarar."

"Dokuz iyi bir puan sayılır değil mi?"

"Kısmen..."

Gülümseyişi yüzüne biraz daha yayıldı. "O zaman gidelim mi?"

Nereye olduğunu çok sorgulamadan kafamı salladım. Görüp görmediğinden emin bile değildim. Gözlüğü kitapların yanına bırakıp onu takip ettim. Rosé kapıyı sessizce kapatıp cebindeki feneri tekrar sahneye çıkardı. Onu daha çok önünü görmek için değilde oynamak için yakıyor gibiydi.

Yürümeye başladık. Koridorda sadece ayakkabılarımızın sesleri vardı. İkimizden çıkan tek ses buydu.

Feneri yüzüme tutacağı esnada onu durdurup elini ittim.
"Başardın çoktan kör oldum, artık onu indirebilirsin."

Rosé espri olarak söylemediğim şeye güldü. Oysa ben gayet ciddiydim.
Bu defa feneri yere tutup daireler çizerken gülümseyerek bana baktı.
"Benimle içeri geldiğine inanamıyorum."

"İnsanlar bazen gaflete düşüyor. Sana da olmuştur. O yüzden bunu yüzüme vurma."

"Şaşkın olduğum kadar mutluyumda."

"Neden?"

Rosé omuz silkerken önüne döndü yüzünde hâlâ küçük tebessüm izleri vardı.
"Ben hep diğerlerine özenirdim. Herkes aynı bölümde çalıştığı arkadaşıyla takım oluyordu. Beraber kantinde oturuyorlar, sonra yemekhanede birbirine yer tutuyorlar, bölüm faaliyetlerinde takım halinde çalışıyorlar, her şeyi birlikte yapıyorlar... yani herkes birbirine yakın ve uyum içinde."

"Özendiğin şeye bak," dedim önüme bakarak.

"Hiç takım halinde çalıştığım bir hastane arkadaşım olmadı."

Yine ona baktım. Söylediği her cümleden sonra yüzüne bakma gereksinimi duyuyordum. Ne hissettiğini ve ne düşündüğünü yüzüne bakarak anlamak istiyordum. Aslında önüme baksam daha iyiydi.

"Hepsi bir iki gün içinde bıraktılar." Kendini savunurcasına yüzünü hızlıca bana çevirdi. "Benim yüzümden değildi. Gerçekten. Tamam benimde suçlu olduğum zamanlar var kabul ediyorum ama çoğunlukla çocuklarla ilgilenmek onlara biraz zor geldi. Diğer bölümlerde çok pes eden olmuyor, çünkü çocuklarla ilgilenmek her şeyden zor diyorlar."

Kafasını kısa bir an yana eğdi. "Biraz haklılar tabii, bazen sabahtan akşama kadar onlarla oyun oynadığımız oluyor."

"Senin yüzünden bıraktıklarını kim söyledi?"

Göz devirip güldü.
"Namjoon... Bayan Jeeun... Tek onlar da değil. Çoğu kişi şakayla karışık söylüyor. Ben de gülüyorum. Ama alınmıyorda değilim."

Durup bana döndü. Yüzünde çatık bir ifade vardı. "Kötü biri miyim ben? Çok mu bunaltıcıyım? Can sıkıcı?"

Ağzımı açacağım esnada parmağını dudaklarıma doğrulttu. "Doğruyu söyle ama, geçiştirici bir şeyler duymak istemiyorum."

Gülerken başka yere baktım. "Burada sana doğruyu söyleyebilecek tek kişiyim. Açık sözlü olduğumu biliyorsun."

Parmağını indirdi.
"O yüzden sana soruyorum ya. Bak sen kaçmadın mesela. Neredeyse iki ay olacak. Demek ki sorun bende değil."

"Değilsin," dedim. Rosé durdu.
"Kötü biri ya da bunaltıcı değilsin. Diğerlerini senin kaçırdığını da sanmıyorum."

İlk başta öyle biri olduğuna emindim. Onun hakkında düşündüğüm tek şey can sıkıcı olduğuydu. Etrafta dolanıp bana doğru olanı söyleyip duruyordu. Ama sonradan fark ettiğim bir şey vardı. O, ona söylenmiş şeylerin hiçbiri değildi. Bunları gizliden kabullenmiş ve kendini suçlu ilan etmiş olsada yanılıyordu.

Dünyada zor rastlanabilecek biri, belki de çocuklar haklıydı. Rosé bu hastanenin meleğiydi. Gerçek bir melek.

"Zor geldiği için kaçanların bahanesi olma, melek Rosé'sin sen olduğun ve yaptığın şeye güven."

Rosé feneri indirip durdu. Yürümeye devam etmediğinde ona döndüm. Ve birkaç saniye sonra gözlerinde parıldayan bir şeyler gördüm. Çizgi filmlerde gözler bir anda büyür ve parlardı ya, tıpkı ona benziyordu. Buna rağmen dudakları kıvrılmak ve somurtmak arasında gidip geliyordu. Ama kesin olan tek şey gözlerinin parladığıydı.

"Sen... çok güzel şeyler söyledin. Neden söyledin?"

"Neden mi?"

Kafasını ne dediğini bilmiyormuş gibi iki yana salladı. Afallamış gibiydi.
"Üzgünüm senden iyi bir şey duyduğumda önce donakalıyorum sonra ağlayasım geliyor. Az öncede oldu."

"Beni kaba biriymişim gibi gösteriyorsun... Sana sık sık iltifat ediyorum."

Kaşlarını hafifçe kaldırdı.
"Aslında bu ilkti."

Boğazımı temizleyip yürümeye devam ettim.
"Çok şanslısın çok sık güzel şeyler söylemem."

Rosé peşimden gelmediğinde duraksayıp ona baktım.
Elindeki fenerin düğmesiyle oynuyor, bir yere dalmış orayı izliyordu.

"Hadi şimdi nereye gidiyoruz?"

Ona seslenmemle daldığı yerden çıktı ve saçını kulağının arkasına itip bana yetişti.
Gözleri hâlâ parlıyordu. Bir anda böyle bir şey nasıl olmuştu.

"Bugün çarşamba, Miya'nın anne ve babası gece çalışıyor o yüzden Miya yalnız. Hemşireler onunla kalıyorlar ama bütün gece değil tabii ki. Çarşamba geceleri buralarda olursam uyuyana kadar onun yanında kalıyorum.."

D bölümünün kapısından çıkıp taşlı yola geçtik. Rosé, çocuk bölümüne doğru yönelmişti bile.

"Bana eşlik edersin diye düşündüm. Merak etme çok uzun sürmeyecek. Hem seni gördüğünde gerçekten mut-"

Dış kapının olduğu tarafa yönelip,
"Tamam ben artık gideyim," dedim.

Rosé beni ceketimden olanca gücüyle çekti. Refleks olarak yaptığı hamleyle beni yakalamıştı.

"Kaçmak yok, bana eşlik ediyorsun. Artık bizde bir takımız sonuçta."

"Öyle bir şey dediğimi hatırlamıyorum."

Yüzünü astı.
"Arkadaş olduğumuzu söylemiştik."

Ceketimi sıkıp gözlerini bana dikti.
Gözlerimi yukarı kaydırıp isteksizce, "Öyleyiz," dedim.

Yüzündeki gülümseme büyüdü ve büyüdü. O kadar çok gülümsüyordu ki kafede içenin hangimiz olduğuna emin olamıyordum. Belki de onu ilk defa bu kadar mutlu gördüğüm içinde tuhaf geliyor olabilirdi.
Hayır, hayır mutluluklada alakası yoktu bunun. Gülümsemesindeki içtenliğe alışık olmadığım için garipsemiş olmalıydım.

Beni ceketimden sıkıca tutarak yürütmesine izin verdim.
"En son bir kıza beni sürüklemesi için izin verdiğimde yedi yaşındaydım ve sonra o kız beni yüz üstü kum havuzuna attı."

Rosé ses çıkmasın diye elini ağzına kapattı. Güleceğini düşünmemiştim fakat geçmişteki kötü anım onu güldürmüştü.

"Ciddi misin? Neden?" dedi gülmeyi kesmeye uğraşırken.

"Bilmiyorum olayın gidişatına bakılırsa benden nefret ediyordu. Aynı şu an yaptığın gibi beni dirseğimden çekiştirip duruyordu."

Kolumu bırakıp yana kaydı. "Seni kum havuzuna atmak gibi bir amacım olmasada özür dilerim."

"Yoksa o sen misin? Yıllardır intikam için aradığım kız."

"Ne?"

Yüzüme yalancı bir öfke kondurup onu kollarından tuttum ve yüzümü ona yaklaştırdım.
"Sen... sen..."

Rosé onun çocukluk arkadaşım olması gibi saçma bir fikre kapıldığım için kendinden geçmiş gülüyordu. Zaten bunu onu güldürmek için yapmıştım. Rosé nefes almadan gülmeye devam etti. Bense yüzüne vuran silik ışıkların arasında, ona bu kadar yakınken onun gibi mutlu hissedemedim. Ve gülümsemem yavaşça küçüldü.
Daha farklı bir şeyler dönüyordu içimde. Kalbim hızlıca atıyordu.

"Çok komiksin Jungkook..."

Tuhaf hissetme serüvenimin ilk etabı, çok güzel güldüğüne takılı kalmamla ve neden saçma sapan şeyler düşündüğümü anlayamamamla sonuçlanmıştı.
Sonunda gülmesi bittiğinde omuzlarımdan hafifçe iterek beni uzaklaştırdı.

"19 yaşıma kadar Avusturalyada yaşadım ben. Nasıl seni kum havuzuna itenin ben olduğumu düşünürsün?"

Kafasını yana eğip gülmeye devam etti.

"Şakaydı," dedim gülmeye uğraşarak. "Ama bir an tutma şeklini benzetmedim değil."

Silkelendim ve normale dönüp sakince onu takip ettim. Aslında normale dönmeme gerek yoktu. Ben zaten oldukça normaldim.
Hayır, hayır.... bunları düşünmem bile normal olmadığımın kanıtıydı. Yoksa hasta olacağım için mi saçmalıyordum.

Rosé bana dönüp bir şeyler söyledi. Dudakları oynuyordu ama ne dediğini duyamadım.

Rosé otomatik kapıyı es geçip yürümeye devam etti. Duraksayıp tekrar onu takip ettim. Eğer normal kapıdan girmiyorsak bir bildiği vardır diye ümit ediyordum.

"Yine gizli bir yerden mi gireceğiz? Casuslar gibi."

Ciddi bir havayla bana baktı.
"Bugüm 18 Aralık Çarşamba, bu geceki nöbetçi Bay Calum. İçeri öylece giremeyiz.." Elleriyle çarpı yaptı. "Asla ve asla."

"Nöbet listesini mi ezberledin cidden?"

Bir kapıyı itip sessizce güldü, "Uzun zamandır burada olduğumu söylemiştim."

Kafamı iki yana sallayıp etrafı dinleyen kıza baktım. Farklı öncelikleri olması dışında Rosé'nin can sıkıcı bir yanı yoktu. Yanılmıştım, ilgi duyduğu ve sevdiği şeyler onu garip biri yapmıyordu. Aksine o düşünceli ve sıcak biriydi. Bunu inkar edemezdim. Belki de ona bir anda ısınmamın nedeni buydu. İlk karşılaştığımız güne bakınca şimdiyi görmek komikti.

Bu defa bileğimden tutulduğumda Rose'yi takip etmek zorunda kaldım. Tanıdık koridorda hafif bir hızla konuşmadan yürüdük. Oyun odasının bu katta olduğunu hatırlıyordum.
Bu kadar hareketli ve aksiyonlu olmaya gerek var mıydı emin değildim.

"Peşimizde seri katil varmış gibi davranıyorsun."

Parmağını dudağına vurdu ve ardından beni çekeleyip durduğu için kayan ceketimi düzeltmek için durdu. Buruşan yüz ifadesinden mahcup hissettiğini anlayabiliyordum.

"Seni çekiştirip durduğum için özür dilerim. Ama Bay Calum'dan bahsediyoruz. Hani şu beni gördüğü her yerde inadına sigara dumanını üzerime üfleyen şahış..." Hüsranla gözlerini açtı. "Beni hiç sevmiyor. Ayrıca Bayan Jeeun'un da kahve arkadaşı, bizi görürse hiç düşünmeden ispiyonlar."

"O zaman yeni plan... Onların arasını yapalım ve ikisindende kurtulalım. Belki evlendikten sonra uzak bir ülkeye taşınırlar. Ne dersin?"

Rosé iç çekip önüne döndü. Fikrimi beğenmemiş olmalıydı. Bir kapının önünde durduğumuzda kapıyı yavaşça açtı.

Anladığım kadarıyla burası Miya'nın odasıydı.
Girdiğimiz oda serum ve şekerli bir parfüm kokuyordu. Kapı açıldığı gibi bu koku yüzüme çarptı.

İşin gerçeği etrafımda üç koku dönüp duruyordu ilaç, şekerli parfüm ve Rosé'nin kokusu. Fakat içlerinden bir tanesi burnumdan gitmiyor, diğer ikisini bastırıyordu.
Rosé'nin kendine has kokusu.
Çiçeksi ve doğal bir kokuya sahipti. Ve burnumda bu gece büyük bir yer kaplıyordu.

Sonra yapay şeker kokusunun kaynağını, masanın üzerinde duran prensesli parfüm şişesini gördüm. Rosé kapıyı kapattıktan sonra beni arkasında bıraktı ve yatağa doğru adımladı. Oda başucu lambası sayesinde gayet aydınlıktı. Pembe battaniyenin altında biri vardı. Top şeklinde öylece gizlenmişti.

Kapının eşiğinde odaya girip girmeme arasında tereddüt ettim. En son Eric'in odasında iyi tecrübeler edinmemiştim. Tekrar boğuluyormuş gibi hissetmekten çekiniyordum.

Rosé yatağa ürkekçe yaklaşıp battaniyeyi dokundu. "Miya ben geldim."

Kısa süre sonra battaniyenin altından boğuk ve cılız bir ses geldi.
"Rosé sen misin?"

"Evet benim, ve gelirken sana bir hediyede getirdim."

Bana yani hediyeye bakıp gülümsedi. Kaçmak istiyordum. İşin ciddiyetini yeni yeni kavrıyordum. Gündüz bana huzur vermeyen çocuklardan birinin inine girmiştim. Ne düşünüyordum daha doğrusu beni buraya sürükleyen kız ne düşünüyordu.

Miya battaniyeyi hafifçe kaldırdı ardından iyice açıp Rosé'nin boynuna atladı. Ona sıkıca sarılırken etrafına hiç bakmıyordu.

"Çok korkunç seyler gördüm Rosé, gelmeseydin ağlayacaktım."

"Geldim işte buradayım. Hem ben gelmesemde sen uyurdun değil mi?Bana büyüdüğünü söylemiştin. Sen çoook cesursun Chan'dan bile...?

Miya, Rosé'nin boynunu bırakıp yatağa geri oturdu.
"Lütfen bana Chan deme Rosé, bana yine korkunç hikayeler anlattı."

Rosé sesini kızgınmış gibi yaptı.
"Yine mi? Yarın onunla konuşacağım."

"Ona ceza verecek misin?"

"Eğer doğruyu söylerse hayır."

Kollarını bağlayıp kaşlarını çattı. Aynı zamanda sinsice gülümsedi.
"Umarım yalan söyler. Senden ceza aldığında ve oyun halkasının dışında oturduğunda yüzünün halini görmek istiyorum."

Kızlardan korkulması gerektiğini bir kere daha anlamıştım. Onlar cidden tehlikeliydi.
Sonunda bücür Miya beni fark etti. İlk başta idrak edemesede sonra gözleri büyüdü ve bağırmamak için ellerini ağzına kapattı.

Bu işi hızlı halletmek ve onun bütün ilgisini üzerime toplamamak istiyordum. Ellerimi biribirine vurdum ve adımladım.
"Hadi bakalım, bücür Miya hemen uyuyor ve bizde buradan bir an önce-"

Yataktan atlayıp bacağıma sarıldığında cümlem yarıda kesildi. Beni gücünün yettiği kadar sıkıyordu. Rosé'yle göz göze geldiğimizde güldü.

Beni bırakması için kibarca Miya'yı omuzlarından itsemde benden ayrılmadı. Adeta yapışmıştı itsemde onu uzaklaştıramıyordum. En sonunda onu kucağıma almak zorunda kaldım.

Rosé yataktan kalkıp onun top yaptığı battaniyeyi açarken, Miya boynuma sarılıp konuştu.
"Jungkook benim için mi buraya geldin?"

"Ah evet bir periyi koruma görevi olduğunu duydum."

"Gerçekten mi?"

"Evet, evet..."

Miya elini ağzına kapatıp güldü ve Rosé ye seslendi.
"Rosé hediyen Jungkook muydu?"

Rosé bir yandan yatağı düzeltirken ona ayak uydurmak için gülümsedi. "Evet begendin mi?"

Tekrar sarılıp,"Çok beğendim, sanki rüyada gibiyim,"dedi.

"Şimdi gerçek rüya görme zamanı, hepimiz hemen yatıp uyuyoruz."

Gülümseyerek Rosé'ye baktım.
"Uyuyoruz derken?"

Rosé yanıma geldi ve küçük bir göz devirme gösterisi eşliğinde Miya'yı kucağımdan aldı.
Onu yatırırken onunla konuşuyordu.
"Hemen uyuyacağız ama, anlaştık mı?"

Miya, "Tamam," dedikten sonra Rosé'nin kulağına bir şey fısıldadı. Rosé duyduğu şeye göz kırpmakla yetinmişti.

Onu yatırdıktan sonra Rosé'de ayakkabılarını çıkarıp yanına uzandı. Bu birlikte uyuma işi oldukça ciddiydi. Bu resmen bakıcılıktı.
Ayakta kaldığımda elimi boynuma koydum ve etrafa bakınıp oturacak yer aradım. Köşedeki koltuğa yerleşmeli miydim? İçimden bir ses oturmak için acele etmem gerektiğini söylüyordu.

Fakat korktuğum şey başıma çabuk geldi ve Miya bana ürkütücü gelen bir ses tonuyla konuştu.

"Jungkook hadi gelsene."

Örtüyü kaldırıp küçük eliyle yanındaki boşluğa vurdu.

İçimden gram gülmek gelmediği için yapmacıkça gülme sesleri çıkardım.
"Hahah... üçümüz sığamayız ben şurada-"

"Yer var Jungkook. Bu yatak çok büyük görmüyor musun?"

Miya yanındaki boşluğu genişletmek için Rosé'ye biraz daha sokuldu. Bu şartlarda ondan yardım istemekten başka çarem yokmuş gibi görünüyordu.

"Yatak üçümüz için oldukça küçük değil mi Rosé?" dedim anlayacağı şekilde.

Onun bana yardım etmek gibi bir niyeti olmadığını birkaç saniye sonra anlamıştım.
"Bence sığabilirsin, küçük periyi koruma görevini yerine getirmeliyiz."
Miya'ya yaklaşıp korkuyormuş gibi ona sarıldı. "Ama tek başıma başaramam."

Düz bir ifadeyle ona baktım bu saatte canı oyun mu istiyordu.
"Öyle mi? Bence başarabilirsin..."

Oyunculuğunu konuşturup sesini ürkek bir tavşana çevirdi.
"Koru bizi güçlü lord, pelerininin altında uykuya dalalım!"

Ne tutarsız ki bunu söylerken sesi ağlıyormuş aynı zamanda da gülüyormuş gibi çıkıyordu.

Miya'da onun oyununa katıldı.

"Koru bizi güçlü lord, pelerininin altında uykuya dalalım."

"Pelerinim bile yok."

"Koru bizi güçlü lord, pelerinin altında uykuya dalalım."

"Yeter.."

"Koru bizi güçlü lord, pelerininin altında uykuya dalalım."

"Rosé-"

"Koru bizi güçlü lord, pelerininin altında uykuya dalalım."

"Koru bizi güçlü lord, pelerininin altında uykuya dalalım. "

"Keser misiniz."

"Koru bizi güçlü lord, pelerininin altında uykuya dalalım."

"Koru bizi güçlü lord, pelerininin altında-"

Yatağa yürüyüp örtüyü sertçe ittim. Bu kız beni nasıl sinirlendireceğini aynı zamanda nasıl kullanacağını iyi biliyordu.

Miya'nın yanına uzanıp örtüyü üstüme attırdım. Yanımdaki küçük kız ellerini ağzına kapayıp kıkırdadı. O kadar kıkırdıyordu ki ona bakıp bir sorun olup olmadığını kontrol ettim.

Rosé onun üstünü örterken bana bakıp gülümsedi. Artık gülümsemeye bir son vermesini işaret ettim ve elimle düz  dudaklarımı gösterdim. Hemen toparlanıp gülmeyi bıraktı. Bu akşam her dediğini yaptığım için minnet duymalı ve artık beni zorlamamalıydı. Kafamı diğer tarafa çevirip gözlerimi kapattım. İstemediğim bir şeyi yapıyorken onlar gibi örtünün altına girip kıkırdayamazdım.

Miya fısıldayarak, "Rosé o gerçekten bizimle uyuyacak," dedi.

"Evet Miya mutlu musun?"

"Çokkkk."

Onlara arkamı döndüm. Hastane yatağı bu küçük kız için epey büyük olduğu için üçümüz rahatça sığmıştık. Yanımda kıpırdanma oldu ve üzerinde iki el hissettim. Miya üzerimizdeki örtüyü ağzıma kadar çekti.
Ve kulağıma doğru fısıldadı.
"Jungkook bize doğru dönsene sarılarak uyuyalım."

Gözlerimi açmadan konuştum.
"Sarılarak uyuyamıyorum ben ayrıca sarılmayı hiç sevmem. Artık uyur musun?"

"Lütfen... sana o kadar çok sarılmak istiyorum ki... çok çok çoook."

"Biraz abartmıyor musun?"

"Gerçekten, eğer bana sarılırsan hemen uyurum. İki saniye bile sürmez."

"Senin gibi çok konuşan bir çocuğun hemen uyuyacağına inanmamı mı bekliyorsun?"

Ah hayır, hayır. Çocukların ve bebeklerin hemen uyumadığını çok iyi biliyordum ben. Özellikle evde, gece vardiyalı olarak ağlayan bir bebekle yaşarken.

"Onu gıdıklarsak belki bize döner Miya, ne dersin?"

Miya heyecanla nefes aldı. Bu hiç iyiye gitmiyordu.

"Canın oyun oynamak mı istiyor melek Roséanne. Bence gecenin bir yarısı birbirimizin sabır taşlarıyla oynamalıyım."

İç çekti.
"Ne kadar oyunbozansın."

Miya'da Rosé'yi taklit edip sıkılmışca iç çekti ve bir süre ikiside pes etti. En azından biraz sessiz kaldılar. İki dakika falan.

"Peki sana arkadan ben sarılsam."

"Hayır."

"Sadace bir kolumla peki?"

"Hayır."

"Peki bize dönsen olur mu? Yüzünü görsekte olur."

"Uyu artık."

Rosé sessizce ofladı.
"Planı harekete geçirmekten başka çaremiz yok Miya. Hazır mısın?"

Sıkkınca, "Cidden," dedim. Gıdıklanmaktan nefret ediyordum. Sonuçta bir işkence yönetemiydi. Birini zorla gülmeye zorlamak.

"Evet, hazırım Rosé!"

Arkamdaki hareketliliği hissettiğim an gözlerimi açtım. Bu ikisiyle başım ciddi anlamda beladaydı. Beş yaşındakide yirmi yaşındakide laftan ve hayırdan anlamıyordu. Ama yakınmaya hakkım yoktu. Kendim kaşınmıştım.

Belime bir el dokunduğunda arkaya dönüp bana uzanan eli hızla tuttum. Rosé bileğini tuttuğumda çocukça güldü. Yüzü yüzümün biraz üzerindeydi ve saçları yüzüme değiyordu.

"Hey gerçekten gıdıklamayacaktık ki, neden bu kadar korktun?"

Yüzümü saçlarından kurtarmaya çalıştım.
"Gözlerimin içine bakarak yalan söylüyorsun parmakların boşluklarımdaydı..."

Rosé'nin bileğini tuttuğum yerden Miya kafasını uzattı. "Öyle bir şey yapmıyorduk ki."

Küçük kıza dehşetle baktım. Çünkü hâlâ gizlice beni gıdıklamaya çalışıyordu.
"Ellerinle hâlâ beni gıdıklamaya çalıştığının farkında mısın? Ellerini çek üzerimden."

Rosé gülüp bileğini benden kurtardı. Gülerken sık sık Miya'ya bakıyor ve sesi duyulmasın diye arada eliyle ağzını kapıyordu. Onu güldürebilmek ne büyük bir onurdu.

"Tamam, benden uzak durun size döneceğim."

Rosé, zaferiyle sırıttıktan sonra, Miya'yı çekip geri yattı. onlara doğru dönüp elimi başımın altına koydum. Miya Rosé'nin kollarından kurtulup oturdu ve bana bakmaya başladı. İki eli dudaklarının önündeydi.

Rosé, "Hadi Miya artık yatmalıyız, bu kadar eğlence yeter," dedi.

"Tamam... ama önce Jungkook'a iyi geceler diyebilir miyim?"

"Tabii."

"Jungkook."

Ona baktım ve Rosé'nin hızlı el işaretleriyle gülümsedim.
"Evet."

Aşağı kayan örtüyü tutup tıpkı az önceki gibi boğazıma kadar çekti ardından alnımdaki saçları eliyle geriye tarayıp saçıma küçük bir öpücük kondurdu.
"İyi geceler Jungkook. İyi ki yanımızdasın. Seni çok seviyorum."

Bütün bunlar olurken nedense gözlerimi kapamış nefesimi tutmuştum. Miya gülümseyerek saçlarımı geri düzeltirken, Rosé'yle gözlerimiz birleşti. Daha doğrusu gözlerimi kırpmadan ona bakmaya başladım.

O zaten beni izliyordu. Vereceğim tepkiyi merak ediyor, bende bir şeyler görmek istiyormuş gibi.
Ve Rosé ondan sakladığım her duyguyu görüyormuş gibi burukça gülümsedi.

Miya'ya, "İyi geceler," dedikten sonra gözlerimi hemen geri kapadım.

Ortamıza geri yatıp örtüyü yine düzeltti.
"İyi geceler Rosé."

Rosé onu öptükten sonra kısaca
"Sanada Miya," dedi.

Aradan geçen sessiz dakikalarda gözlerimi hiç açmadım. Üçümüzde dışarıdaki uğultuyu dinliyorduk. Bu sessizlik ve uğultu yalnız bir çocuğun uyuyabilmesine yardımcı olmazdı. Belki de buraya gelmek iyi bir fikirdi. Sonuçta burada kalmaya ve etraftaki çocuklara yardımcı olmaya karar vermiştim. Doğru yoldaydım ve zorlansamda söylenmeden devam etmeliydim.

İlk konuşan gene uyumasını beklediğimiz Miya oldu.

"Rosé."

"Efendim Miya."

"Jungkook."

Ses çıkarmadım uyuduğuma inanırsa belki her şey daha iyi giderdi.

"Jungkook."

İç çektim. "Burada."

"Bana sarılır mısınız?"

Ama çabuk taşan bir sabrım vardı.
"Çok şey istemiyor musun?"

"Tabii ki sarılırız."

Rosé hemen bir kedi gibi kollarını ona doladı. Bunu ondan daha çok Rosé istiyormuş gibiydi.
Tamam. Aynısını ben de yapacaktım. Uyuyacaksa her şeyi yapardım.
Kolumu ona attım. Kolum Rosé'ninkinin hemen üstündeydi. Geri çekecek gibi olduğumda Miya kolumu tutup beni durdurdu. Küçük kıza baktığımda gözleri kapalıydı.
Hareket etmeyi bırakıp kafamı yastığa geri koydum.

"Rosé."

Sabırlı Rosé, "Efendim Miya," dedi

"Bir şey unuttuk."

"Neyi?"

"Denizin şarkısını..."

"Geç oldu Miya."

"Lütfen... ne zamandır onu söylemiyorsun."

Rosé göz ucuyla bana bakıp, "Olmaz hem belki Jungkook seste uyuyamıyordur," dedi.

"Denizin şarkısı ne?"

"İzlediğimiz bir animasyonun şarkısı Rosé bizi uyutmak için bazen onu söyler." Kendi kendine kıkırdadı. "Sejun şarkının başında uyuyakalıyor... Eric bile."

"O asabi veledi bile uyutuyorsa sihirli bir şarkı olmalı."

"Asabi ne demek?"

Rosé hemen atıldı.
"Tatlı demek..."

"Ben de asabi miyim Jungkook?"

"Pek sayılmaz."

"Banada asabi de, ben de asabi olmak istiyorum."

Rosé kelime karmaşasına müdahale etmek için hızla doğruldu. "Uyuyoruz tamam mı? Hemen şimdi!"

İkimizde sustuk. Miya, Rosé sakinleşir gibi olduğunda konuştu.
"Rosé Jungkook denizin şarkısını hiç duymamış. Lütfen ona söyle."

Rosé yüzünü ekşitip inledi. "Bugün yapmayalım Miya."

Elimle başıma destek yapıp kafamı kaldırdım. "Duymak istiyorum. Çok merak etttim." Yüzüme alaycı bir gülüş kondurdum. Şimdi eğlenme sırası bendeydi.

Rosé'de beni taklit ederek elini başının altına koydu.
"Senin gibi bir müzik adamının yanında şarkı söylemek haddime değil."

Geri yatarken iç çektim. "Üzüldüm, ben de denizin şarkısıyla uyumak istiyordum."

Miya yüzüme baktığında üzgünmüş gibi görünmeye çalıştım. "Rosé, Rosé Jungkook üzülüyor. Hadi söyle lütfen."

"Üzüldüğü yok Miya sadece şaka yapıyor."

"Daha önce kimse bana denizin şarkısını söylememişti."

Miya yalvarırcasına Rosé'ye döndü ve onun çenesini tutup sıkıntıyla fısıldadı.
"Bak işte o ağlayacak Rosé... görmüyor musun?"

Burnumu çektim.
"Ah şimdi nasıl uyuyacağım..."

Rosé sertçe dikilip Miya'yı geri yatırdı ardından battaniyeyi ikimizin boğazına kadar çekti. Örtüyü benim boğazıma getirdiğinde biraz bastırmıştıda. Gizlice beni boğma eylemine şaşkınca güldüm.

"Gözlerinizi kapayın."

Miya gözlerini kocaman açtı. "Bir dakika..."

Ortamızdan sıçrayıp yere atladı ve dolabının yanına koştuktan sonra içinden beyaz ve kırmızı iki küçük örtü çıkardı.

Tekrar yatağa tırmandığında bizi iterek ortamıza geçti ve beyaz örtüyle kafası dahil her yerini örtüp gülümsedi. Sadece yüzü gözüküyordu. "Ben fok kızı Saoirse olacağım, Jungkook sen de abim Ben olacaksın."

Aldığı küçük kırmızı örtüyü Rosé'ye uzattı. "Bunu Jungkook'un boynuna bağlar mısın Rosé?"

Gözlerimi ovup elimi dertlice başıma koydum.
"Ben niye bir anda dahil oluyorum?"

Miya beni incelerken beni duymazdan geldi.
"Saçları sarı değil ama.."

Rosé saçlarıma bakıp düşündü.
"Sarı beremiz var mı?"

"Evet sarı berem var!"

"O zaman onu getir Miya."

"Hey?"

İkisi beni umursamadı Rosé dizlerinin üstünde kalkıp bana yaklaştı ve kırmızı örtüyü boynuma bağladı. Ve beyazlar içindeki Miya başka bir çekmeceden sarı bir bere çıkardı.

Rosé kırmızı pelerinimi düzeltirken hayretler içinde onu izliyordum. Bunu bana nasıl yapardı? Buraya girerken ona güvenmiştim. Sakince uyuyabilirdik. Bereyi kafama geçirip saçlarımı yavaşça içine itmeye çalışırken yanağının içini ısırdı. Yine gülüyordu. Yine.
Şimdi her şey ve hepimiz hazırdık.

Tavanı izlerken hayatımın yanında başka bir şeyi daha sorguladım ve bunu dile getirdim.
"Rosé niye bir kostüm giymiyor? Soytarı bir tek ben mi olmalıyım?"

"Jungkook..."

Miya soruma kaş çattı. "Rosé sihirli şarkıyı söyleyecek kişi. Onun bir şey giymesine gerek yok zaten çok güzel."

Rosé küçük bir kız gibi gülüp, eliyle komik bir şekilde saçlarının ucuna vurdu. Öfkeli olmama rağmen kendimi gülmemek için sıktım.

Miya el çırptı.
"Tamam başlayabiliriz. Çok mutluyum o yüzden artık hiç konuşmayacağım. Söz."

"İsabet olur," dediğimde Miya boynuma sarılıp uyku pozisyonunu aldı. Ben de ona uydum.

Rosé'de yerini alıp üstünü örttü.
"Biraz sessizce beklemeniz gerekiyor ama."

"Tamam Rosé."

Tek kelime etmeden ikimizde sessizce beklemeye başladık. Duyacağımız şeyin bana sıkıca sarılmış kızı heyecanlandırdığını hissedebiliyordum. Ara sıra heyecanla boynumdaki küçük kolları titriyordu.

Sessiz ve sakindik fakat Rosé'nin bir türlü şarkıyı söylemeye başlamaması ciddiliğimi kaybetmeme sebep oluyordu. Gülme isteğim yükseldi ve yükseldi. Gülümsememi gizlemek için Miya'ya biraz daha sarıldım. Oldukça sessiz olmalıydım. Yoksa Rosé o şarkıyı asla söylemeyecekti.

Rosé, denizin şarkısını söylemedi. Ya da ben doğru vakti ayarlayamadım. Çünkü gülmem gitmiş, yerini uykulu ağırlaşan bedenim almıştı. Sonunda kucağımdaki kızla hafiflemiş ikimizde uykunun içine çekilmiştik. Ama yinede Rose'nin sesini duydum. Uzaktan geliyor gibiydi ama duyabiliyordum. Sadece duyuyordum aynı zamanda hissedebiliyordum da.

Medya*
"Buranın ve şimdinin arasında,
Kuzeyin ve güneyin arasında,
Doğunun ve batının arasında,
Zamanın ve uzayın arasında,
Deniz kabuğundan, denizin şarkısı."

Bilmediğim daha önce hiç duymadığım bir şarkı tuhaf hissettirmeye başladı. Ama gözlerimin üstü onları açamayacağım kadar ağırdı.

"Ne sessiz ne sakin, sevgiyi arıyor."

"Rüzgarın ve dalgaların arasında,
Fırtına ve sahilin arasında,
Deniz kabuğundan, denizin şarkısı...
Ne sessiz ne sakin, sevgiyi arıyor."

"Kum tanelerinin ve taşların arasında
Umudun ve denizin arasında...
Ben sevginin arasındayım..."

Sevginin arasında.

Uyuyorum. Aslında uyanık gibiyimde sanki bedenimin sadece yarısı uyku havuzunun içinde. Rosé'nin şarkısı başarılı olmuş beni uyutabilmişti.
Şarkının son cümlesini duyduktan sonra her şey siyaha bürünmüştü.
Kulaklarımda hâlâ Rosé'nin sihirli sesi duruyordu. Nasıl olduğunu bilmiyordum. Farklı, çok farklı bir sesi vardı.
Huzur verici olarak adlandırabileceğim bir şey.
Belki de beni hemencecik uyutan şey buydu.
Sesinin narin tınısı insanın saçlarını okşuyordu.

Omzum hafifçe sarsıldı. Ama gözlerimi açmak istemiyordum. Yorgundum ve bu kadar rahatlamışken uyumaya devam etmek istiyordum.

"Jungkook."

Omzumu güçsüzce kendime çekip beni sarsan kişiden uzaklaşmak istedim. Kollarımın arası hâlâ doluydu. Beni rahatsız eden kişiden kaçınmaya uğraşırken kollarımdaki çocuğu da kendime çekiyordum. Aynı ses tekrardan fısıldadı.
"Jungkook.."

Biri adımı boş kuyuya sesleniyor gibiydi saniyeler sonra ses netleşti.
"Jungkook, hadi gitmeliyiz."

Kafamı hafifçe sesin geldiği tarafa çevirdim. Beyaz tavan ve bu hastane kokusu. Hâlâ hastanedeydim oysa bir ara bir ihtimal evde olabileceğime inanmıştım. Rosé ağır hareket eden benim görüş açıma girdi.

"Miya'dan önce uyuduğuna inanamıyorum."

Odaya giren küçük kızılımsı güneş ışıkları vardı.
Çoktan güneş doğuyor muydu?

"Saat kaç?" dedim kelimeleri zor toparlayarak.

"Beşe geliyor. Miya uyudu hadi gidelim daha çok işimiz var."

Kollarımı yavaşça Miya'dan çektim. Ve örtüyü isteksizce üzerimden itip oturdum.
"İşimiz falan yok. Eve gidiyorum."

Gözlerimi açmaya zorladıkça daha da kapanıyordu. Uyku beni lanetlemişti. Birazdan bana boş bir yatak vermesi için yanımda konuşup duran kıza yalvarabilirdim.

"Beni dinliyor musun?"

Gözlerim kapalı halde başımı iki tarafa salladım.

"Hadi Jungkook..."

Rosé kendim kalkmak için bir girişimde bulunmadığımda kolumdan destekleyerek kalkmama yardım etti.
Odadan çıkmadan önce Miya'yı örtmüştü.

"Buraya uyumaya mı geldin? Bir ara hiç uyanmayacaksın zannettim. Sana o kadar çok seslendim ki."

Kapıyı sessizce kapatırken hâlâ bana söyleniyordu. Oysa ben uyandırıldığım için aniden bastıran baş ağrımla cebelleşiyordum.

Duvara yaslanıp kollarımı bağladım.
"Ne istiyorsun benden? Canımı mı?"

Rosé gözlerini devirdi. Ne uyumuş ne de uykusu varmış gibi görünüyordu. Bu saatteki neşesi insanı öldürebilirdi.

Bana yaklaşıp ellerini heveslice önünde yumruk yaptı.
"Çok önemli bir işimiz var uykunu aç ve bana yardım et."

"Başka bir veledi mi uyutacağız?"

Kafasını hayır anlamında salladı.

"Tuvaletleri mi temizleyeceğiz?"

"Ne alakası var?"

"Aklıma başka bir şey gelmiyor."
Gözlerimi kapayıp başımı duvara yasladım.

Rosé cansızlığımla hayal kırıklığına uğramış gibi iç çekti. Benim suçum yoktu uykuyu tattıktan sonra sersem gibi hissetmeyen var mıydı ki?

"Gel benimle," diyerek yürümeye başladı. Kafamı duvara bir kere vurduktan sonra peşine takıldım.

"Eve gidelim burada sabahlamak iyi bir fikir değil."

"İşimizi halledelim gideceğiz."

"İkimizin burada ne işi olabilir."

Rosé oyun odasına girmeden önce eliyle beni durdurup, "Burada bekle," dedi.

Dediğini hemencecik yaptım. Jungkook duvarın kenarına yatıp uyu dese onuda yapardım.
Rosé odadan elinde küçük bir el çantasıyla çıktı.

"O ne?"

"Malzemelerimiz."

"Rosé, Roséanne ya da saygıdeğer melek. Her ne yapacaksak bunu neden bu saatte yapıyoruz?"

Arkasında kalan bana kısa bir an bakıp tekrar önüne döndü.
"Çünkü yapmak için geç kaldığım bir şey var."

"Senin var benim yok."

"Bu senide ilgilendiriyor."

Duvarları boyalı olan koridora doğru döndük. Buraya ilk girdiğimde meraklıca baktığım resimler. Bayan Jeeun ilk gün bana bunları hâlâ çocuk kalmış birilerinin çizdiğini söylemişti.

Şimdi önümde neredeyse sekerek yürüyen kıza bakınca bunu daha iyi kavrıyordum. Çoğu zaman olgun va aklı başında gibi gözüksede, Rosé göründüğünün aksine küçük bir kıza dönüşebiliyordu.
Bazen altı, bazense on iki yaşında bir çocuk. Bunu herkesin yanında yapmadığına emindim. Onun bu haline şahit oluyor olmak beni özel ya da şanslı biri yapıyor muydu?

Koridorun sonunda kanatlı kedilerin çizili olduğu duvara gelince durduk. İki pencerenin arasındaki geniş boş duvar, acemice çizilmiş kanatlı kedilerle doluydu. Ve her kedinin altında isimler yazıyordu.

"Eee," dedim dalgınca duvarı izleyen kıza doğru.

Sessizce oraya bakıyor sanki her kedinin altındaki isimleri tek tek okuyordu. Gözleri acele etmeden usulca duvarda geziniyordu. Bu onun için bir rituel gibiydi. Belki de dua ediyordu.
Mimiklerine yansıyan hüznü bölmedim. Ben de onun biraz arkasında beklerken doğmaya çalışan güneşi izledim.

"Neden kanatlı kediler çiziyorum biliyor musun?"

Ona bakmadım güneşin doğmasını izlemek daha ilgi çekici geliyordu.
"Hayır bilmiyorum."

"Merak etmiyorum deme sakın. Anlamlı bir nedeni var. Yani en azından benim için."

"Demeyecektim," dedim sessizce.

Rosé elindeki çantayı açıp içinde bir şeyler aramaya başladı. Sanki konuşurken dikkatini başka bir yere vermeye çalışıyordu.

"Her yavru kedi aramızdan ayrılan minik ruhu temsil ediyor, birini kaybettiğimizde ona yavru bir kedi çizip ismini veririz."

Bir süre konuşmaya devam etmedi.

"Bu sayede onları hiç unutmamış oluyoruz. Sadece biz değil buraya bakan hiç kimse unutmayacak."

Çizdiği birkaç kediye dokunup gülümser gibi oldu. "Eminim onlarda mutlu oluyordur."

Hiç konuşmadım. Söyleyecek bir şey bulamıyordum. Ve duvara bakıp yazan isimleri görmekten kaçınıyordum. O kediler ve altlarında yazan gerçek çocukların isimleri kalbimi acıtacakmış gibi hissediyordum. Ki bakmadığım halde acıtıyordu da.

Bana kalpsiz diyen birkaç eski arkaşıma kalbimin şu an ne kadar hızlı attığını göstermek ve acı içinde büzüştüğünden bahsetmeyi çok isterdim.

Rosé düştüğüm boşluktan beni yakalayıp çıkardı.

"Bugün buraya senin için bir kedi çizeceğim."

Tepkisizce,"Öldüm mü?" diye sordum.

Rosé'ye bakmasamda kaşlarını çattığını hayal edebiliyordum.
"Kaba şeyler söyleme. Kedi sadece senin için değil."

Korkak bakışlarımı ona çevirdim. Ürktüğümü ve kısa bir an içimin titrediğini sezmiş olabilir miydi?

"Kardeşin için."

Birbirimize öylece baktık. İçim karmakarışık ne duygu varsa onu içine çekiyordu.
Hüzün, öfke, minnet, özlem, huzursuzluk.
Hangisinin baskın olduğuna karar verip, yüzüme o ifadeyi konduramıyordum.
Kızgın mı olmalıydım? Yoksa içimdeki hüznü yüzüme mi vurmalıydım?

Rosé'nin yüzünde hüzünle karışık bir ürkeklik vardı. Ne tepki vereceğimi bilemediği için çekingen bakışlar atıyordu bana.

Bedenim saniyeker içinde kasılmıştı. Yumruğumu sıkıp sonra yavaşça gevşettim. Kendimi rahatlamalıydım. Neden yumruğumu sıktığımı bile bilmiyordum. Ortada kızacak veya kasılacak hiçbir şey yoktu.

Bir yanım ona böyle bir şey söylediği için öfke kusmak istiyor, diğer yanım ise...

"Hiçbir şey söyleme, otur lütfen."

Rosé söylemeyi planladığım şeyleri veya vereceğim tepkiyi görmezden gelmeye çalışarak kalemini aldı ve yere oturup bağdaş kurdu.

Oturmadım. Ayakta durursam çekip gitmek daha kolay olurdu.

"Uzun sürmeyecek." dedi yumuşak bir sesle. "Şimdi lütfen otur."

Lütfen kelimesini bir ricadan çok emirmiş gibi söylemişti.
Onun yanına ama biraz ilerisine oturdum. Biraz sakinleşecek ardından ona gereken şeyleri söyleyecektim.
Kimseyi incitmek istemiyordum ama bu benim gibi birisi için o kadar zordu ki.

Rosé çantasından silgiyi ve kalem tıraşı çıkardı. Önce kurşun kalemle kabataslak çiziyor sonra siyah renkle üstünden geçiyordu.
Sessiz koridorda Rosé'nin kalemlerinin sesinden başka hiçbir ses yoktu.

Yakamı çekeleyip derin birkaç nefes aldım. Aklım bomboştu ama yinede söyleyecek saçma birçok şeyim vardı.

Kalbini kıracak kelimeler dilimim ucunda geziniyordu onları geri itemedim ve konuşmaya başladım.

"Böyle bir şey yapmana gerek yok, ya da benimle aniden ilgilenmene. Dün gece sana neden soru sormadığınla ilgili şeyler söylerken ciddi değildim. Şarhoşken ağzımdan kaçan şeyleri kurcala veya benim için bir şeyler yapmaya çalış diye söylemedim."

"Kurcalamıyorum, fark ettiysen bunu sadece senin içinde yapmıyorum."

Dudaklarımın arasından küçük bir nefes kaçtı. Ellerimi dizime bastırdım.
"Senden bunu isteyen olmadı. Meraklı değilsin dediğim an burnunu sokman mı gerekiyordu?"

"Fazla tepki gösteriyorsun. Konu canını sıkan bir şeylere değindiğinde."

"Evet, aynen öyleyim. İnsanlar benim hakkımda bir şeylere burnunu soktuğunda aptal gibi deliye dönüyorum.  Iyi veya kötü olsun buna tahammül edemiyorum."

"Kısaca duygularından kaçınıyorsun."

"Benimle ilgili uyduruk tespitler yapmayı bırak artık."

"Tamam."

"Rosé, ciddiyim."

"Tamam dedim ya."

Göğsüm elimde olmadan hızlıca inip kalktığında yakamı biraz daha çektim. Astım krizlerinden birini burada geçirmek istemiyordum. Göz ucuyla istemeyerek duvara çizdiği şeye baktım.

"İstemiyorum," dedim derin bir nefesin ardından. "Bir kedi çizmeni istemiyorum."

Beni dinlemediğinde elimde olmadan bileğini tuttum. Eli kaymış ve çizdiği kedinin kulağı yamuk olmuştu.

Rosé bozulan kediye bakıp bileğini hızla geri çekti ve kalemi sertçe çantasına attı. Şimdi gözleri en az benimki kadar öfkeyle doluydu.

"Kesecek misin artık? Öfkelensende yaptığım şeyin ne kadar değerli olduğunu göremiyor musun?"
Kafasını iki yana salladı.
"Eğer hissettiğin acıyı öfkeye dönüştürmeye alıştıysan vazgeç bundan. İşe yaramıyor, daha çok kendine zarar veriyorsun."

"Neyi biliyorsun ki?"

"İşte... bunu söyleyeceğini tahmin ediyordum. Bir şey bilmiyorum. İstesemde ne hissettiğini bilemem. Fakat şimdi sana bakınca zapt edemediği duygular içinde çırpınan bir çocuk görüyorum."

Yüzümü alayla buruşturdum. Neden bu konuyu onunla konuşmak zorundaydım ki?
"Bunları seninle konuşmak istemiyorum. Hayatımdaki özel şeyleri..."

"O gece bana anlatan sendin."

"Sarhoştum, neden söylediğimi bile bilmiyorum."

Rosé derin nefesler alıyordu. Dudaklarını araladı ve kesik bir nefes kaçırdı.
"Çünkü söylemek istedin. Ağzından falan kaçırmadın. Sadece kardeşinin ölümünü sesli söylemek istedin. İçinde tutmaktan bıkmıştın..."

Yutkunup yerdeki ellerimi biraz daha sıktım. Bunu neden yapıyordu. Beni daha da kötü hissettirmek için mi?
Kafamı çevirip başımı iki yana salladım. "Duracağın yeri hiçbir zaman bilmiyorsun. Hiçbir zaman..."

Rosé elindeki kalemlere başını eğdi.
"Bak, hayatta kötü şeyler olur." Kafasını aklına gelen şeyle mutsuzca salladı. "Oluyor da. Bazen elinden bir şey gelmez. Yani çoğu insan böyle söyler. Sonuçta ölümü engelleyemezsin."

Başka bir yere gözlerini sabitleyip ifadesizce omuz silkti. "Yapacak bir şey yok, elimizden bir şey gelmez, artık üzülme geçecek..."

Fısıldadı.
"Hepsi yalan. Elinden her şey gelebilir. Eğer istersen her şey, anladın mı?"

Güldüm ve kafamı yine iki yana salladım.
"Anlayacaksın, bazı şeylerin üstesinden gelinemeyeceğini ve çabalasanda eskiye dönemeyeceğini. Bazı şeylerin geri dönüşü yok. Ne yaparsan yap, kayıplarını asla geri getiremezsin."

Rosé söylediklerimle irkildi ve gözleri titredi. Ona böyle bir şeyi söylediğim için dişlerimi sıktım. Sesi biraz zayıfladı.

"Sen geçmişi arkanda bırakmalısın, evet geçmiş acıtabilir, tıpkı geleceğinde acıtabilceği gibi."

Bana doğru yavaşca yaklaştı. Kızgındım aynı zamanda üzgün. Küçük korkak bir çocuk gibi kafamı çevirdim.

"Ondan kaçabilirsin, yüzleşemiyorsan arkanı dön. Bakamıyorsan yolunu değiştir."

Sesi az öncekine göre zayıfladı. "Ya da bununla yaşamayı öğren."

Yüzünü benimkini görmek için eğdiğinde yine kaçırdım.
"Acıdığını sesli söyle, anlat bana. Benim gibi birkaç gündür tanıdığı çocukla ilgili her şeye maydanoz olan bir kıza ne hissettiğini anlat."

Sıkılmışca nefes aldım.
"Yeter bu kadar."

Beklemediğim anda çevirdiğim yüzümü çenemden tutup kendine çevirdi.

Gözleri nemliydi, tıpkı benimkiler gibi.

"Söyle," dedi ısrar edercesine. Az önceki gibi yumuşak değildi ses tonu. Nemli gözleri benden duymak istediği şeyler varmış gibi, aynı anda yanıyordu da.

Yüzümü elinden çekmeye çalışsamda azimle tekrar kendine çevirdi.

"Bana ne hissettiğini söyle. Hastaneye girdiğinde ilk günden beri, çocuklardan biri sana kardeşinmiş gibi sarıldığında, o ayıcıklı yatak örtüsünü her gördüğünde, şu aptal ilaç kokusunu her aldığında ne hissettiğini söyle."

Çenemdeki elini biraz daha sıktı. Oysa zaten çoktan gözlerinin içine bakıyordum. Cesareti beni şaşırtıyor, çabası tuhaf hissettiriyordu.

"Söyle diyorum sana. Buraya geldiğin ilk günden beri hissettiğin ve nefret ettiğin her şeyi tek tek söyle."

"Rosé, bırak."

Çenemdeki elini gevşetir gibi oldu. Kendini zorluyordu, sertçe yutkundu.
"Kardeşin için bir kedi çizdiğimde, onlarla oyun oynadığında, seslerini her duyduğunda ne hissettiğini söyle."

"Korkma söyle artık, hastaneye olan nefretinin nedenini söyle. Bütün bunların acıtıp acıtmadığını söyle."

Kafamı sertçe çekeceğim esnada dizlerinin üzerinde doğruldu ve iki eliyle yüzümü tuttu.

O kadar zorlanıyordum ki nefes alamıyormuş gibi hissediyordum.

"Söyle," dedi ısrarla sesi aynı zamanda yalvarır gibi çıkıyordu. "Korkaklığı bırak ve söyle."

"Söyle, söyle, söyle..."

Yanaklarımdaki ellerini tuttum. "Rosé-"

"Söylesene, aptal mısın sen? Söyle artık söyle..."

Rosé kendini kaybetmeye başladığında yanağımdaki ellerinden birini sertçe tuttum ve gözlerinin içine baktım. Görebildiğim en derine.
"Acıtıyor... hissettiğim tek şey bu."

Rosé sustu ve elleri aşağı kaydı. Kazanmış ve söylememi istediği şeyi duymuştu.

Zafer kazanmış aynı zamanda ondan da bir şeyler kopmuş gibi hüzünle baktı. Ve gözlerinden birkaç damla aktı. Ağlayacağını tahmin etmemiştim özellikle benden önce.

Parmaklarım benden izin almadan ona uzanacağı esnada, Rosé hızlı bir hamleyle oturduğu yere geri kaydı ve kalemini geri alıp kedinin son rötuşlarını tamamlamaya çalıştı. Ara sıra eliyle yanağını hızlıca siliyordu.

Elimi geri indirdim.
Düğümler iki taraflı parçalandığı için saklayacak bir şeyim kalmamıştı. Oturduğum yerde geri kayıp arkamdaki duvara yaslandım ve öylece konuşmaya başladım.

"Hep umursamaz biri olmayı istedim. Umursamaz, ilgisiz olmak ve öyle gözükmek. Ama her şeyi çok fazla umursuyorum. İlk geldiğim günden beri burayla ilgili her şey beni öldürüyor. Belki nasıl hissettiğimi anlıyorsun ya da kulağa abartıyormuşum gibi geliyor. Ama abartmıyorum. Her şey o zamanki gibi hissettiriyor. Çok düşünmemeye uğraşıyorum, görmezden gelmeye. Yer, mekan, zaman her şey farklı. Artık büyüdüm unutabileceğim kadar yılda geçti. Ama yapamıyorum. Bahçede çimenlerin üstünde uyurken bile aklıma geliyor. Sanki geçmişe gidiyorum... delirecek gibi oluyorum. Korkak ya da bir ölüme takılıp kalmış diyebilirsin. Ben sadece içimde yaşattığım küçük çocuğun buraya her girdiğimde öldüğünü hatırlıyorum." Hafifçe yutkunarak gülümsedim. "Bazen ağlayasımda geliyor. Canımı yakıyor, seksen yaşıma gelsem bile hastaneye her girdiğimde 5 yaşında ölmüş kardeşim için ağlayacağım sanırım."

"İsmi ne? kardeşinin.."
Titreyen sesini saklamaya uğraşıyordu bana bir an bile bakmadan yanağına dokundu.

Bunu uzun süreden sonra sesli söyleyecek olmanın heyecanı ve korkusuyla hafifçe gülümsedim.
"Junghyun."

"Bakmak ister misin?"

O, aceleyle başka bir kalem çıkarırken duvara yaklaştım. Tıpkı diğerleri gibi bir kedi duvara yerleşmişti. Kanatlarıyla uçuyor gibiydi ve mutluca gülümsüyordu.

Rosé bana dönmeden yaklaşmam için yer açtı. Yanına kayıp onun gibi çizdiği şeye baktım.

"Onu özlemen normal acı çekmende."

Titrek bir nefes aldı bana bakmadan.

Parmağını kedinin kanatlarında gezdirdi. "Ama bunu kederden tatlı bir hüzne çevirmelisin. Onu sev, ona dokun, onu yâd et, onu ziyaret et. Ama kendine zarar verme. Her şey yolunda, artık Junghyun'da burada. Oda yakışıklı abisini diğerlerine masal anlatırken dinleyecek."

Elimi Rosé gibi kedinin üzerine koyup yavaşça gezdirdim.
Güneş pencereden içeriye şeritler halinde girmeye başlamıştı.

Kedinin kanatlarına dokunurken fisıltıyla, "Teşekkür ederim," dedim. Şu anda sadece fisıldayabilirdim. Sesimin çıkmaya gücü yoktu. Kalbim, bedenim, ruhum her şeyim zayıflamıştı. Artık kendimi sıkmıyor, tutmuyordum.

Bu teşekkürü yamuk çizilmiş kediye değil. Onu çizen ve ilk kez içimi döktüğüm kıza etmiştim.

Beni anlıyor, daha doğrusu anlamaya çalışıyordu. Acı çeken birinin ne hissettiğini sadece acı çeken biri tamamiyle anlayabilirdi.

O, daha birini kaybetmemişti ama o korkuyla kalbinin sinsice kavrulduğunu, resme dokunurken akan göz yaşlarından anlayabiliyordum.

Ben onun duvara bakarak sakince ağlayışını izlerken, Rosé elini duvardaki elimin üzerine koydu. Ve sıcak parmaklarıyla elimi sıkıca tuttu.

Kafasını bana çevirip yüzümü inceledi.
Bana sarılmadan önce benimle göz göze gelmeye cesaret etti. Yüzümde ne gördüğünü bilmiyordum. Ama bana sarıldığında daha derin ağlamaya başladı. O bana sarılana kadar yanaklarımın ıslak olduğunun farkında değildim. Saçları yanaklarıma yapıştığında ağlıyor olduğumu fark ettim.

Acıyordu ama sanki nefes almak daha kolaydı. Rosé beni biraz daha sıktığında ona tutundum.

İkimiz o sabah acılarımızı ortaya serdik. Duyguların, özlemin, kederin sergisiydi bu. Onları bir bütün ettik ve yok olmalarını diledik.













Bu sefer iyi geceler değil iyi günler dilerim. Karakterlerin hissettiklerini size aktarabilmek için yer yer abartmış olabilirim. 🧎🏼‍♀️Drama queen'liğimin ayyuka çıktığı bu bölümü umarım sevmişsinizdir.
Mutlu günler dilerim ve
-sevgilerle

Continue Reading

You'll Also Like

19.1K 2.6K 17
O hep "kırılmadım sorun yok" diyordu, fakat ruhu yavaş yavaş ölüyordu. Texting&düzyazı
90.6K 10.9K 49
Jungkook, erzağının bitmesiyle kendine yiyecek birşeyler ararken, Taehyung'un liderlik yaptığı bir küçük bir şehirle karşılaşır. Jungkook, açlığını d...
47.6K 7.3K 30
[🥼🔬] [theoretically lab] kim taehyung, stajyer jeon jeongguk'un tam bir virüs olduğunu düşünüyordu.
121K 12.7K 27
taehyung kırmızı defterini kaybeder 290423, tk ☁️