Conteur fille | Jungkook

By mitsurine

15.2K 1.8K 2.7K

"Eğer ağlıyorsan ağacın üzerine çık ve onlara yukarıda yağmur yağdığını söyle." More

Conteur fille
Child garden¹
Angel Rosé²
Wings Trap³
Conqueror⁴
Tiny Parrots⁵
Simple deal⁶
Tea party⁷
Little talks⁸
Drunk rabbit⁹
That's amore¹⁰
Red note¹¹
Mighty oath¹³
Boring Rosé¹⁴
Song of the sea¹⁵
I love you my friend¹⁶
Heart waves¹⁷
Paper birds¹⁸
Rose-colored boy¹⁹
Delayed firsts²⁰
Broken roots²¹
Hey losers²²
Therapist eric²³

Old giant¹²

393 62 73
By mitsurine

Kederlerinden korkma, sessiz kalsanda kollarını sana dolamış o şeyden korktuğunu biliyorum.
Gökyüzünden yardım dileyip, yalnızlığa da bel bağlama. Kurtulmak istiyorsan eğer, bir eli sıkıca tut ve yükseğe zıpla.

Chan ses kayıt cihazının başlatma düğmesine bastıktan sonra gizemli olduğunu düşündüğü bir ses tonuyla konuşmaya başladı.

"Bugün 10 ocak çarşamba." Saatine baktı. Çocukların içinde yalnızca onun, yeşil kenarlı, ördekli bir saati vardı.
"Kısa çubuk birin üzerinde, uzun olan ise yirmi ikide. Rüzgar orta hızlı, tehlikeli değil. Kulaklarım ve burnum üşüyor fakat yünlü pilot şapkam sayesinde idare edebiliyorum. Jungkook bugünde gelmedi, o yüzden yemin törenimiz yine ertelenecek gibi görünüyor. Rosé aşağıda oturup bizim için kurdele kesiyor ve bugün dünden de güzel görünüyor. Miya onun saçlarını ördü ve örgüsünün ucuna siyah bir kurdele bağladı. Tek eksiğimiz Jungkook. Ayrıca... önemli bir sorunumuz var... Hara bütün kekleri nerdeyse bitirdi. Böyle giderse Jungkook'a verecek tek bir kekimiz bile kalmayacak. Ben kaptan Chan, günlük rapor bu kadardı."

"Hey, Chan," dedi Miya, kafasını yukarıya kaldırmış, kaşlarını çatmıştı.
"İn artık. O gelmeyecek içeri giriyoruz."

"Beş dakika daha, belki gelir."

"Rosé, içeri girmezsek üşüteceğimizi söylüyor."

Chan dürbününü kaldırıp hastanenin giriş kapısını tekrar görmeye çalıştı. Gelen yoktu, olacak gibi de görünmüyordu.
Dürbünü indirmeden kıza doğru seslendi.
"Siz gidin, ben biraz daha bekleyeceğim."

Miya yukarı bakmaktan boynu ağrıdığı için göz devirdi ve oğlana son kez seslendi.
"Seni Rosé'ye söyleyeceğim."

Chan onu duymadı. Gözleri dürbünün gördüğü en uzak noktada, küçükte olsa bir hareketlilik arıyordu.
Uzaktan gelecek bir lord bugünü şenlendirecekti. Ve bugün onu beklemek kesinlikle kaptan Chan'in göreviydi.

Oldum olası soğuğu sevip, ona maruz kalmayı sevmemişimdir. Üşümek her zaman iyi hissettirmiyordu. Hatta zaman ve mekana göre beni çileden çıkarabiliyordu. Rüzgar ve kışın sert havası birleşince kendimi titremekten, saçlarımı ise yüzümü işgal etmekten alıkoyamıyordum.

Ellerimin hissisleştiği ve burnumun iyice kızardığı o an, soğuk bana kılıç sallayan bir düşmandan farksız görünüyordu. Bedenimin soğuk havayla ilgili problemleri çoğaldığı anda dayanamamış ve ağacın üzerinde nöbet tutan çocuğun yanında bitmiştim. Başımı yukarı kaldırıp ona doğru seslendim.

"Chan." Biraz daha burada beklersek hepimiz üşütecektik. Hem benim de üzerimdeki mont artık çok yardımcı olmuyordu.
"Aşağı in, içeriye giriyoruz."

"Lütfen Rosé, biraz daha. Bugün biraz daha fazla bekleyelim."

Chan, elleri boşlukta olduğu için bir an dengesini kaybeder gibi oldu. Son anda korkuyla dala tutunmuştu. Elinden kayan dürbünü önüme, ayaklarımın dibine düştü.

"Dikkat et, beni korkutuyorsun."

Eğilip dürbünü aldım.
Yüksekten korktuğu halde ağacın yüksek dallarına tırmalıyor oluşu, beni her seferinde daha fazla şaşırtıyor ve etkiliyordu.

Bu bana küçükken sahip olduğum çocukluk cesaretimi anımsatıyordu.

Küçükken korktuğum şeylerin üstesinden sanki bir hiçmiş gibi geldiğimiz anlar olurdu. Korkuyu önemli bir terim olarak algılamadığımız zamanlar.

Korkmak neydi ve nelerden korkulurdu? Bütün bunlar çocukken benim için önemli değildi. Karanlıktan korkuyorsam o tarafa bakardım ve yine canavarladan korktuğum an, onlarla yüzleşmeyede hazırdım.

Şimdi yerdeki cesaret kırıntılarını toplamaya çalışırken bile ürkekçe eğiliyordum yere. Korkularım bana galip geleli uzun zaman oluyordu.
Hayat beni bir korkağa çevirmiş, bu hastanenin içine hapsetmişti.

Chan telaşla elini sallamaya başladı.
"Dürbünümü atar mısın Rosé, eminim Jungkook birazdan gelecek. Kaçırmak istemiyorum."

Gülümsemeye çalıştım. Bir ayağımı ağacın çıkıntısına koyup, dürbünü ona doğru attım.

Jungkook hastaneye gelmeyeli bir hafta oluyordu. Jihyo'nun deyimiyle yedi bitmiş gün. Bu az bir vakitmiş gibi görünsede, onun yolunu gözleyen çocuklar için uzun ve bir gönüllü için tehlikeli bir devamsızlık süresiydi.

Neden gelmediğini bilmiyordum. Bayan Jeeun bir bilgisi olmadığını söylemişti. Hastaneden ayrılmış olsa bile buna dair bir bilgi yoktu. Kimse bir şey bilmiyordu. Aslında ben ve çocuklardan başka Jungkook'un peşine düşüp, onu bekleyende yoktu.

Niye gelmediğini ve burayı bırakıp bırakmadığını o kadar fazla merak etmiyordum, fakat içinde bulunduğumuz durumda yok sayamıyordum.

Sadece sonunda kaçıp gitmiş gibi geliyordu bana. Son yaşananları bahane edip kaçmış.
Oysa o ve diğerlerine, o gecenin sonrasında hiçbir olumsuz şey olmamıştı. Ben dahil kimse ona bir kelime dahi etmemişti.
Bay Kang'la bizzat konuşmuş, sorumluluğu bile üstlenmiştim. Yaptıkları şeyin hesabını ben tek başıma vermiştim.

Sorun bunların hiçbiri değildi belki de. Sonunda dediğini yapmış ve gitmişti.
Ve ben yanılmak istesemde, Jungkook'un yokluğunun devamlı olacağını düşünüyordum.

Aniden gelmemeye başlayan hiç kimse, geri dönmemişti. Kafamı kaldırıp dürbünü gözüne yapıştırmış Chan'a baktım. Onlara bunu nasıl söyleyeceğimi seçmek oldukça zordu. Jungkook'u resmi olarak kafalarına Lord diye kazımışlar, fazla çok fazla sevmişlerdi.
Bu kadar kısa zamanda onları kendine bu kadar bağlamış olmasını aklım almıyordu.

Beş gündür onun gelip ağacımıza bir kurdele bağlamasını bekliyorlardı. Onun için hazırladığımız bir sepet rengarenk kurdelemiz vardı. Kurdele kesmekten yorulmuş, onların ümitli bekleyişi canımı sıkmaya başlamıştı. O çocuk buraya gelsede, gelmesede bana bir şekilde sıkıntı verebiliyordu.

Arkamda toprağın üzerindeki örtüde oturan çocuklara dönüp gülümsedim. Ellerim soğuktan buz kesmişti. Yanlarına yürürken ellerimi birbirini sürtüp ısıtmaya uğraştım.
"Evet, yakın zamanda buraya kurnaz bir fırtınanın geleceğini duydum." Sesimi olabildiğince kıstım. "Fırtına gelip bizi kaçırmadan şatomuza dönmeliyiz. Hava kararıyor ve orman tehlikeli."

Öylece yere uzanmış Sejun, cansızca elindeki plastik oku havaya kaldırdı ve nişan aldı.
"Bizi kaçıracak fırtına ve rüzgarla savaşabiliriz. Biraz daha kalalım."

Jihyo aynı anda, "Roséé... lütfen içeriye girmeyelim," diye inledi.

Beklenti dolu oldukları biliyordum. Dışarıdan sırf onlar için buraya gelecek birisinin verdiği heyecan, kapıya atılan kaçamak bakışlar, bir misafirin anlattığı sıradan birkaç hikayeye duyulan merak, yeni biriyle tanışmanın verdiği o tazelik hissi ve sabırsız bekleyişler.

Onlar bu hislerle dolup taşarken, elimden bir şey gelmediği için kendimi şu ağaçlardan birine asmak istiyordum.

"Hem hâlâ serbest vaktimiz var, biraz daha kalabiliriz." Beresiyle kızaran kulaklarını gizledi. "Üşümüyoruz ki."

Montumun düşen kolunu çekip yanlarına doğru yaklaştım. Bir anlaşmaya yeltenmeliydim.
"Yarın bir saat fazladan beklemeyi teklif ediyorum. Uygun mudur?"

Sejun yattığı yerden kalkıp kafasından kayan beresini düzeltti ve Miya'ya baktı. Onlar düşünmek için duraksarken, yanımda kek kemiren Hara'nın elinden tutup, içeriye dönüşümüzü garantiledim. En küçüklerini kendi tarafıma çekerek, onlarıda içeri sürükleyebilirdim.

Sejun, Miya'yla yaptığı kısa bakışmanın ardından, "Planda Jungkook gelmeden  içeri girmek yok Rosé. Chan'a sormalıyız," dedi.

"Chan'e mi soracaksınız? Bunun tartışmaya açık bir konu olduğunu düşünmüyorum. İçeri giriyoruz."

"Olmaz, olamaz. Bu ihaneti onlara yapamayız."

Ağırlığımı tek ayağıma verip derince soluklandım.
"İhanet derken neyi kastediyorsunuz?"

Jihyo kendini ağlamamak için tutan bir kadın edasıyla, gözlerinin altına dokundu.
"Jungkook'a ve Kaptan Chan'e. Bir söz verdik ve bu örtünün üzerinden kalkamayız Rosé."

"Yapmayın çocuklar, bunu bir oyuna dönüştüremeyiz. Ne zaman geleceğini bilmiyoruz ve hava gerçekten soğuk. Doktorların bizi azarlamasını istemeyiz değil mi?"

Jihyo beni duymadan devam etti.
"Belki de okulu daha bitmedi. Şu an koşarak buraya yetişmeye çalışıyordur belki." Neşeli bir gülümseme sunduğunda diğerleride onu taklit etti.

Sejun heyecanla kıpırdandı.
"Evet, evet kesinlikle onu beklemeliyiz. Bizi burada ağacımızın yanında bulmalı."

Miya, Sejun'a bakarak, "Bayan Jeeun'a arka bahçede olacağımızı Jungkook'a söylemesini söyledin mi?" diye sordu.

"Evet dedim ya, hem de on defa söyledim."

"Hara keklerin hepsini yedin mi?"

Hara, Jungkook için ayırdığımız keklerin olduğu kutuyu isteksizce gösterdi. Yarısı çoktan yenmişti.

Miya bir abla edasıyla onun elindeki kutuyu alıp omzuna dokundu.
"Kutunun yarısını nasıl yedin? Patlayacaksın.."

Sejun beresini çıkarıp örtüye vurdu.
"Ciddi misin Hara? Şimdi yeni bir kutu kek nereden bulacağız?"

"Hâlâ biraz bisküvimiz var, panik yapma Sejun."

Sejun boş kek kutusuna bakarken derin derin nefesler alıyordu.

Kenarda kurdele sepetini sıkıca kavramış Jiyeun, attığı çekingen bakışlarla sessizliğini bozdu.
"Bizi affet Rosé, bugün sözünü dinlemediğimiz için bizi affet."

Sejun'un geçirdiği küçük sinir kriziyle bacağımın arkasına saklanan Hara'nın elini tuttum. Ve örtünün başına eğildim.
"Beni dinlemiyor oluşunuzdan çok, sizin için endişeleniyorum. Ayrıca sizi içeri götüremezsem başım belaya girebilir. Meleği koru yeminimize ne oldu?"

Sejun derin bir nefes aldı.
"Yemini bozmuş sayılmayacağız Rosé, başın belaya girse bile Lord Jungkook seni kurtarır. Her zaman yaptığı gibi..."

Her zaman yaptığı gibi. Hiç olmamış bir insan ve onun beni daima koruduğunu düşünen bir avuç çocuk. Sanırım bu benim ve gözlerimde pembe perdenin bulunduğu zamanların eseriydi.
Hikayeleri uydururken, gerçek ve kurgu arasındaki ince çizgiyi koruyamamış, bizi bu noktaya getirmiştim.

Onların mutlu olduğunu gördükçe hikayedeki lordu gerçek bir insana, beni de kanatsız, aşık meleğe çevirmiştim.
Jungkook bir anda Lord ilan edilince, oyunum bozulmuştu. Şimdi hepsi onun uzun süredir hayatımda olduğunu düşünüyor ve benim için oldukça önemli birisi olduğuna inanıyorlardı.
Çocuklar için telafisi zor olacak bir karmaşa çıkardığımın farkındaydım.

Eğildiğim yerden yavaşça kalktım ve diğer seçenek olan blöfü denemeye karar verdim. "İyi o zaman, ben ve Hara içeri giriyoruz. Eğer peşimden gelmezseniz..." yüzümü asıp kafamı eğdim.
"Ne kadar acıdır ki... böylelikle bahçe yasağıda yarın başlamış olacak."

Aniden irkilen çocuklar, kısa bir süre birbirlerine baktılar. Jihyo gözlerini yerinden çıkarmak istercesine büyütürken, bir yandan yanında oturan Jiyeun'u dürtüyordu. Hepsi birbirinden bir hamle bekliyor afallıyorlardı. Çünkü bu onlar için büyük bir tehditti.

Bahçe ellerinde olan en önemli mekandı.

Sejun parmağını kısa sürede olsa ağzına götürüp, tırnağını kemirdi. Ve Miya'yı çekeleyip kulağına bir şeyler fısıldadı. Miya, duyduğu şeyin ardından bir an bile duraksamamış, Chan'a doğru koşup yanımızdan ayrılmıştı.
Eninde sonunda pes edeceklerdi. Bahçe onların her şeyiydi. Ondan mahrum kalmayı göze alacaklarını sanmıyordum.

Tek kelime etmeden bana bakan birkaç çocuğa, kararlı ve ciddi bir suratla bakmaya devam ettim. Şimdi sıra içeri girme hamlesi yapmaktaydı. "Biz gidiyoruz, isteyenler bizimle içeriye gelebilir..."

Hara'nın elini tutup hastaneye doğru döndüm. Bu sırada Miya koşarak yanımıza geldi ve tam önümde durdu. Nefes nefese dizlerini tuttuktan sonra kafasını kaldırdı.
"Üzgünüm Rosé, kaptan Chan ikinci bir emre kadar yaşlı dev'in altında beklememizi söyledi."

Kaşlarımı çattım.
"Chan ne zaman kaptan Chan oldu? Ve siz ne zamandır onu dinliyorsunuz?"

Chan'le en anlaşamayan kişi olan Miya, omuz silkip dudaklarını büzdü. İş bu defa ciddi gibiydi. Miya bana üzgün bir bakış attıktan sonra ayaklanan diğerleriyle birlikte yaşlı dev'in yanına koşmaya başladı.
Bu önceden yapılmış bir plan gibiydi. Herkes ne yapacağını biliyormuş gibi hiç konuşmadan oturdukları örtüden usulca kalkmış, ağacın altına koşmaya başlamışlardı. Kimse itiraz etmiyor, fikrini söylemiyordu.

Hara'da gitmek için elimi bıraktığında, hızlıca elini geri yakaladım ve gözümü koşan çocuklardan çekmeden, "Sana kek alacağım," dedim.

Küçük kız duyduğu teklifi hemen kabul etti ve elimi geri tuttu. Keşke diğerlerini kandırmakta bu kadar kolay olsaydı.
Diğerleri ağacın dibine kadar koştuktan sonra oraya yerleştiler.

Hastanenin arka bahçesindeki yaşlı ağacı sahipleneli birkaç ay oluyordu. O ağaç ismine yakışır bir şekilde yaşlı ve dev gibiydi. Çoğu dalını şimdiden kurdelelerle doldurmuş, onu yaşını almış bir geline çevirmiştik.

Namjoon ve ben buraya geldiğimizden beri, hastanenin boğuk havasından sıyrılmak için hep bir arayış içinde oluyordum ben. Ve bir anda kendimi ufak tefek şeylerle uğraşırken buluyordum. Duvarları çizimlerle karalamak, ağaca herkes adına bir dilek kurdelesi bağlamak, bahçede keşif günü ilan edip gömdüğümüz çikolataları aramak, bahçeye çadır kurup kızıl derili savaşı çıkarmak gibi.

İçimden gelen farklı şeyler oluyordu hep. Bu çatlak duvarlı hastaneye bakarken, bambaşka hoş olmayan hislerle doluyordu kalbim.
Ve ancak böyle küçük oyunlarla bastırabiliyordum bu hissi.
Kapana kısıldığımız bu yeri, oyunlarla ısıtabileceğime inanıyordum.
Ama yinede hep üşüyordum. Özellikle son zamanlarda oyunlarla bile ısınamıyordum.

Herkes yaşlı devin altına oturup bekleme görevini sürdürmeye devam ettiğinde, diğer ağacın tepesinde oturmaya devam eden Chan'a baktım.
Üzerine aldığı kırmızı örtü bir pelerin görevi görünüyor, süper karahramanın pelerini gibi dalgalanıyordu.

İnatçıydı ve o dürbünü indirmemekte oldukça kararlı. Chan aralarında en zekisi olmakla beraber en inatçısıydı da. Ve diğerlerini nasıl idare edeceğini iyi bilirdi. Kendini, diğerlerini mutlu edebilmek için bu göreve adamıştı.
Sonu mutsuz bitecek bir göreve.

Jungkook için bu kadar üzüldüklerine ve verdikleri çabaya bir türlü inanamıyordum. O çocuğun onlarla geçirdiği saat sayısı, bir elin parmağını bile geçmiyordu.

İçeri girip onu aramaya karar verdim. Bu meseleyi çözmeli ve bugün kapamalıydım. Hiç dönmeyecek bir çocuğu günlerce ve saatlerce bahçede bekleyemezdik.
Aramakta geç bile kalmıştım. Saçma olacağını düşündüğüm için onu aramak istememiştim fakat artık onu aramak zorunlu bir şeye dönüşmüştü.

Hara'yı kucağıma alıp ilerideki ağacın köşesinde, sessizce kitap okuyan Eric'e seslendim. Tüm bu olanlara oldukça ilgisizdi. Kafasını kaldırdı ve beni görünce gülümsedi.

"Birazdan döneceğim, onlara göz kulak olur musun Eric? Özelliikle Chan'a. Kendini yine kaptan ilan etti. Ve aşırıya kaçınca ne olduğunu biliyorsun..."

Eric, ağacın gövdesinde beraberce oturmuş çocuk topluluğuna, ardından ağacın tepesindeki Chan'a baktı.
Ve anladığını belli eden bir kafa hareketinden sonra ayağa kalktı.
"Merak etme Rosé, o asalaklarla ilgileneceğim, ve işe ilk Chan'i bayıltmakla başlayacağım. Beş dakika sonra hepsi içeride olur."

Eric güldüğünde kafamı iki tarafa salladım. "Eğer onu bayıltmak için elini kesersen, Jiu'yu akşamları içtiğin ilacı içirmesi için bir ay boyunca odana yollarım."

Eric gözlerini kocaman açtı. Arkamı dönüp hastaneye yürümeye devam ettim.
Hara, boynuma sarılmış sessizce duruyordu. Onu bu soğukta daha fazla dışarıda tutamayacaktım.

Arka yoldan dolaşıp çocuk bölümünün girişine geldim.
Bayan Jeeun, beni gördüğünde alışmış olduğu bu tabloya kısaca bakıp önüne döndü.
"Bugünde mi gelmedi?"

Hara'yı tutuşumu düzeltip,"Telefon numarası," dedim. "Bana onun telefon numarasını verir misiniz?"

"Sonunda gururuna malup oldun ha."

Kaşlarımı çatıp vezneye yaklaştım. "Bunun gururla alakası yok, onu neden arayayım? Ya da hangi sebeple?"

"O olmadan işleri yoluna koyacağına emin gibi görünüyordun, çocuklar tahmin ettiğinden inatçı çıktı değil mi?"

Vezneye biraz daha yaklaşarak çenemi kaldırdım.
"Şimdi inat yaptıklarının farkındayım, ama zamanla dönmeyeceğini anlayıp unutacaklardır."

Bayan Jeeun güldü. Bugün keyifli gibiydi, ya da benim neşesizliğimden besleniyordu.
"Bay Jeon'u uzun süre unutmayacaklardır, fakat melek Rosé'nin tahtı sallantıda olabilir."

Hara'nın nefesi düzenli iç çekişlere döndüğünde kafasını omzuma yatırdım.
"Onu kıskanmıyorum, çocuklar mutlu olduğu sürece hiçbir şey önemli değil."

Bayan Jeeun yüzüne kondurduğu garip gülümsemeyle Jungkook'un dosyasını bana uzattı.
Kısaca,"Teşekkür ederim," deyip oradan ayrıldım.

İlk önce Hara'yı odasına götürecektim. Yolda gördüğüm bir hemşireye, omzumda uyuyakalmış Hara'yı verdikten sonra hızlıca bahçenin yolunu tuttum. Onların dışarıda kaldığı her saniye içim üşüyor, panik yapıyordum. Daha şimdiden anne iç güdülerine sahip olmuştum.

Otomatik kapıdan çıkıp, dosyadan kaydettiğim numarayı tuşladım ve arama kısmına dokunup derin bir nefes aldım. Bir yandan yürüyor, bir yandan hastanenin pencerelerini sayarak gerginliğimi azaltmaya çalışıyordum.
Gerginliğimin tek sebebi birazdan duyacağım olumsuz cevap ihtimaliydi.

Bana o uykulu gibi gelen, ilgisiz sesiyle artık gelmeyeceğim diyebilirdi. Ya da istifa ettim, benden bu kadar gibi bir şey. Ve bu en, en kötü ihtimaldi.

Telefon çaldıktan bir süre sonra arama reddedildi. Telefonu kulağımdan çekip ekrana baktım. O, aramamı reddetmişti.
Normalde yapmayacağım bir şeyi yaparak beklemeden ikinciye arama tuşuna dokundum. Israrcı olmaktan nefret etsemde, açana kadar aramayı düşünüyorum. İçinde bulunduğumuz durumda büyük bir aciliyet vardı.

Taşlı yoldan çıkıp ağaçların kapladığı arka bahçeye döndüm. Bügün hava, kasveti iliklerime kadar hissettirmek için elinden geleni yapıyordu.
Namjoon'un şu an hastane odasının penceresinden sarkmış, koyu bulutları izlediğine bahse girebilirdim. Benim aksime koyu bulutlara ve kapalı havalara aşıktı.

Telefon bu defa kendiliğinden kapandı. Az önce meşgule atmış, simdi ise telefona bakmamıştı bile.
Montumun fermuarımı boğazıma kadar çekip çenemi içine gömdüm. Telefonumu bir elime vururken ona nasıl ulaşabileceğimi düşünüyordum. Yoluma çıkan bir toprak parçasına vurduktan sonra kendi kendime konuştum.
"Evine gidip konuşsam çok mu abartı olur? Gidemem. Açana kadar aramaya devam etsem daha iyi."

Çocukların yanına ilerledikçe beni garip bir sessizlik karşıladı. Arka bahçe bıraktığımdan daha boş ve sessizdi.
Yavaşça durup, etrafta gözlerimi bir müddet gezdirdim. Gürültü ve çocuk bağırışları yoktu.
Sessizliğin sebebini birkaç dakika sonra tam anlamıyla anlayabilmiştim.

Yaşlı devin altında oturan çocuklar, ağacın tepesindeki Chan, nöbetçi olarak bıraktığım Eric hiçbiri yerinde değildi. Arkama bakıp yanlış mı hatırlıyorum diye düşündüm. İçeri girmeye onları ikna etmiş miydim?

Kafam allak bullak olurken, yaşlı dev'in yanına adımladım. Kurdele sepetimiz ve kalan birkaç abur cubur kutusu ağacın dibine bırakılmıştı. Hepsinin aniden, aynı anda ortadan kaybolmuş olmasının tek bir sebebi olabilirdi.

Saklambaç.

İçeri girmiş olsalardı onları mutlaka görürdüm. Ayrıca Sejun'un lacivert hırkası ve onun üzerine bırakılmış ok takımı çocukların hâlâ buralarda olduğunu söylüyordu.

Telefonumu cebime iterken duyulabilecekleri şekilde arkama ağaçlara doğru bağırdım. "Oyun aynuyoruz ve yine ben ebeyim değil mi?"

Hiç ses gelmediğinde devam ettim.
"Tamam, hadi şu işi bitirelim."

Sonunda onu beklemekten vazgeçip oyun oynamaya karar vermişlerdi. Onlar çocuktu ve kararlılıkları kısa süreli olabiliyordu.
Sesim bahçede küçük bir yankı yapmıştı. Hastanenin bahçesi hafife alınacak büyüklükte değildi. Birçok bölümün olmasının yanı sıra, ağaçlarla kaplı geniş bir bahçeside bulunuyordu. Arka bahçe düzenden bir tık daha yoksun ve bakımsız olduğu için kullanılmıyordu. Ve bu da bize saklanacak daha çok yer sunuyordu. Ara ara aniden saklanmalarına alışıktım. Bu, bizi bul Rosé demek oluyordu.

Ağaçlara doğru yaklaşırken, "Geliyorum, yerlerinizden kafanızı bile çıkarmayın. Bugün gözlerim oldukça keskin görüyor," dedim.

Hepsinin nerelere sağlanacağını az çok biliyordum. Chan, onu bulmakta zorlanacağım bir ağaç dalına saklanmış olmalıydı. Miya ise çalıların arkasına, Jihyo'nun da küçük barakanın arkasında olduğuna emindim.
Jiyeun panik yapıp ince bir ağacın arkasına gizlenecekti ve Sejun kesinlikle hastane yolunun köşesindeki varilin içine girecekti.

Onlara seslendim.
"Sabah havuç yedim, şimdi bir tavşanın keskin gözlerine sahibim."

Gülesim gelsede gülmedim.
"Sonra süt içtim ve şimdi bir ineğin gücüne sahibim."

Sejun bunu her duyduğunda güler yerini belli ederdi.

Bir ağacın arkasına baktım. Boştu.
"Sonra bir bir kaşık bal yedim, şimdi arı gibi uçabilirim."

"Sonra bir ceviz yedim, herkesten daha zekiyim. Ve şimdi sizi ebeleyeceğim."

Diğer ağacın arkasına hızlıca baktım fakat orasıda boş çıkmıştı.

Beş dakika kadar sonra gittiğim ve baktığım hiçbir yerde hiçbirini bulamadım. Birkaç kuşun üşüdüğünü belli eden ötüşleri ve yaprak hışırtıları dışında hiç ses yoktu. Arka bahçeye burada sadece ben varmışım gibi bir sessizlik hakimdi. Ağaç gövdelerinin etrafında daireler çiziyor, ağaçların tepelerine bakıyordum.

Acaba sahiden hastaneye girmiş olabilirler miydi? Hemşirelerden birinin onları içeri sokmuş olma ihtimali yüksekti.

Hastanenin dış duvarlarına kadar gelmiştim. Duvarın arkasındaki sokağın gürültülerini duyabiliyordum.

Elimi belime yerleştirdikten sonra neden bu kadar yorulduğumu sorguladım. Boyası soyulmuş gri duvarın çatlaklarına bakarken, düşündüğüm tek şey buydu. Sabahın erken saatlerinden beri hastanede Jungkook'u bekliyor, çocukları oyunlarla oyalıyordum. Ve şimdi de ağaçların arasında dönüp durmak beni oldukça yormuştu. Burada sessizce saklanmalarını düşünmem hataydı. Başka yerde saklanıyor olmalılardı. Yüksek hastane duvarını arkama verip soluklandım.

Derin bir nefes aldığım sırada bir el beni tuttu ve aynı anda ağzımı kapatıp beni aşağı çekti.

Yere sertçe oturduğum için dallar popoma batmış, canım acımıştı.
Ağzımdan zayıf bir çığlık çıktı. Ayrıca küçük bir şok dalgası tüylerimi havaya kaldırmıştı. Kısa bir an kararan gözlerim normale dönüp büyürken, hiç ses çıkaramadım. Arkamdaki kişiyi dirseğimle itip elini ağzından çektim.

"Biraz sert oldu, ama orada dikilerek dikkat çekiyordun."

Jungkook gözlerini dalların arkasında gezdirirken, yana kayıp benden uzaklaştı. Bu sayede saklandığı kuru dalların içinde bana yer açmıştı. Bazen birisini gördüğümde şaşkınca tutulduğum anlar olurdu. Şimdi de o anlardan biriydi.
Bir süre ona bakmaktan başka bir şey yapmadım.

"Ne yapıyorsun?" dedim çalıların arasında oluş nedenini kavramaya çalışırken.

"Hişt," deyip parmağını dudaklarına dokundurdu. Gözleri hâlâ ileride bir yerlerde bir şeyi ya da birilerini arıyordu.

Baktığı yere baktığım halde bir şey göremedim. Popomun acısını ve az önce bir yerlerime batan dikenli çalıyı bir kenara bırakıp olayı kavramaya çalıştım. Bu sırada ağzımdan duygu dolu bir, "Gelmene çok sevindim," lafı çıkmıştı.

Hatta ses tonumdaki huzurlu ve mutlu tınıya ben bile şaşırmıştım. Geçirdiğimiz birkaç günde çocukların ona karşı hissettikleri bütün duygular banada geçmişti sanki.

Jungkook, sonunda cansız gözlerini bana çevirdi. Ağzımdan çıkacak ilk şeyin bu olmasını beklemiyor gibiydi. Genelde her şeyi sorgulamakla başlardım. Neden buradasın? Çocuklar nerede? Bunca zaman neden gelmedin? Neden şunu şöyle yaptın? Gibi.

Evet, belki de bu yüzden şaşırmıştı. Ama söylediğim şey bir yalan değildi. Onu gördüğüme gerçekten çok ama çok sevinmiştim.
Jungkook, söylediğim şeyde ne derece ciddi olduğumu ölçmek için bir süre gözlerime bakmaya devam etti. Aramızda oluşan sessizlik benim açımdan komikti.

Bir hafta önce kurduğum bu cümle aramızda şaka olarak bile söylenecek bir şey değildi. Bazı şeyler hızlı değişiyordu, en azından benim adıma.

Gülümseyip, "Çocuklarda çok ama çok sevinecekler," diye ekledim.

Önüne dönüp kısaca, "Tabii," dedi. "Ona ne şüphe."
Kelimeleri ağzında geveledikten sonra tekrar dalların arkasını izlemeye devam etti.

Ona doğru eğilip görüş açısına girdim.
"Aynı zamanda bugün onlar kadar ben de çok sevindim. Sen de aramızdan birisin ve senin için oldukça endişelen-"

"Bacağın gözüküyor, biraz bu tarafa gelir misin..."
Fısıltısı daha çok azarlar gibiydi. Dediğini yapıp ona doğru kaydım.

Bana bakmaktan biraz kaçınıyordu.
Neredeydin? Neden gelmedin? Bir sorun mu var? gibi boş sorularıda şimdiden reddettiğini belli etmek istiyor gibiydi.

"Seni aradım, fakat açmadın. Ama önemli değil nasıl olsa buradasın değil mi?" Derin bir nefes alıp güldüm. "Çok zor bir gündü. Ve günün sonunda döneceğini hiç düşünmemiştim. Yükümü hafifletip beni kurtardın."

Gözlerimi gülümseyerek yukarı kaydırdım.
"Bir korsan olup altın bulsam bu kadar sevinir miydim bilmiyorum."

Jungkook dirseğini dizine yasladıktan sonra birkaç saniyeliğine gözlerini bana dikti.
"Beni gördüğüne sevinmiş gibi davranmana ve güzel şeyler söyleyip durmana gerek yok. Kaçıp gitmeyeceğim, merak etme."

Dudaklarım yavaşca eski haline döndü. Ona söylediğim şeyleri zorunlu bir yağcılık olarak algılamıştı. Aslında tek yaptığım çocukların ve benim hissettiğim şeyleri ona söylemekti. Bunlar tamamen gerçek hislerimdi.Ve oldukça dürüst olduğumu düşünmüştüm.
Benim hislerimden şüphe ediyordu.

Yanlış anlaşılmayı düzeltmek için oturuşumu düzelttim.
"Öyle davrandığım falan yok. Hissetmediğim hiçbir şeyi söylemem ben, yani eğer geldiğine memnun olmasaydım bunu dile getirirdim. Ciddiyim. Hem aramızdaki şu soğuk rüzgarları dağıttımızı düşünüyordum."

Gözlerini kısıp başını hafifçe yukarı çevirdi. "En son terasta iyi şeyler yaşamadık diye hatırlıyorum ve.. sonrasında da..."

Tam ona, bu konuyu hiç ama hiç açmaması gerektiğini, bu konuda suçlu olan tarafın o olduğunu, sinirimin az da olsa geçmediğini söyleyeceğim sırada, tehlikeyi fark etti ve hızlıca toparladı.

"Ama sen bu konuyu kapattıysan hiç önemi yok. Ben de kapatırım."

Tehlikeyi geçte olsa fark etmiş ve konuyu hızlıca kapamıştı. Sindirmiş gibi görünsemde içten içe kaybettiğim teras için ona içliydim.
Yinede gülümsemeye uğraştım. Hatırlamak bile dengemi bozuyordu.

"Kapattım," dedim gülümseyerek. "Hem de o gece. Can sıkıcı konuları uzatmanın bir anlamı yok sonuçta. İnsan geçmişe asılı kalmak yerine hep önüne bakmalı değil mi?"
Cümlem bittiğinde yutkundum.

Jungkook bana bakmadan başını aşağı yukarı salladı. Bunu yaparken de alt dudağını dalgınca yukarı kaldırmıştı.

Jungkook'un kim olduğu, burada bulunma sebebi, ne derece mutlu ve istekli olduğu önemli değildi. İkimizde bir amaç için buradaydık, o yüzden eksi yönlere takılmayacak, bir kusur arayıp durmayacaktım.

Sessizliğin konunun kapandığına işaret olduğunu düşünerek ona yaklaştım.
"Bu arada ne oynuyoruz?"

İçimdeki yorgunluk artık yerini neşeye devrettiği için huzurluydum. Jungkook dönmüş, bu bitmek bilmeyen belirsiz bekleyiş sona ermişti. Artık eski halimize dönebilirdik. Bunun için Jungkook'a teşekkür bile edebilirdim.

Yüzüne gülümseyerek bakarken, Jungkook kafasını geri çekip kaşlarını çattı. "Neden bu kadar yakın duruyorsun? Kuru dallardan biri belimi batıyor, o yüzden lütfen biraz uzaklaş."

"Ah özür dilerim."
Her şeyin istediğim gibi oluşuna kendimi fazla kaptırdığım için aramızdaki dar mesafeyi fark edememiştim. Farkında olmadan dibine girmiş, onu duvarla kendi arama sıkıştırmıştım. Biraz çekilip iki büklüm oturdum ve dizlerimi kendime çektim.

Jungkook uzaklaşmamla nefesini sessizce dışarıya verdi.
Oturduğumuz duvarın dibindeki kuru çalıların arka kısmında, saklanılabilecek kadar boşluklar oluyordu. Ve çalılar arkadaki boşluğu gizlediği için saklanılabilecek en iyi yerlerden biriydi. Fakat çocuklar duvara yapışan salyangozlardan korktukları için buralara saklanmayı sevmiyorlardı.

"Ne oynuyoruz?" diye tekradan sordum.

"Saklambaç."

"Ebe kim?"

Jungkook düşündü. Sanırım çocukların isimlerini hatırlamadığı için ebenin kim olduğunu düşünüyordu. Mırıldandı. "Şu dişleri eksik velet."

"Sejun?" dedim emin bir şekilde.

Jungkook gülümser gibi oldu. "Aynen, sanırım o."

Önüme dönerken onun gibi karşıyı izledim. Jungkook nedense ciddi ve dikkatli görünüyordu. Söz konusu oyun olduğunda 21 yaşında olmama rağmen ben de ciddiyete bürenebilirdim. İşin garip tarafı Jungkook'ta oldukça ciddiydi. Bugün kot bir ceket giymiş kırmızı beresini ceketinin cebine sıkıştırmıştı.

Pantolonumdan çıkışan bir iple oynamaya başladım.
"Döneceğini düşünmüyordum, uzun bir süre gelmedin ve sürekli devam etmek istemediğinle ilgili şeyler söylüyordun."

Jungkook tıpkı benim gibi durgun bir ses tonuyla,  "Hâlâ istemiyorum." dedi.

Duymazdan gelerek devam ettim. "Her gün, her gün seni beklediler. Salı günü bile." Gülümsedim. "O gün yağan yağmuru görmüşsündür."

Jungkook sıkıntılı bir iç çekti.
"Onları içeri sokmalıydın."

"Bir konuda hiç bu kadar ısrarcı ve kararlı olduklarını görmemiştim. Bu... benim içinde yeni. İlk defa beni dinlemiyorlar."

Jungkook arkamızdaki duvara yaslandı ve nefes verdi. Bugün ruh halini ilk defa bu kadar kasvetli görüyordum. Belli etmek istemesede durgundu.

"Bu tuhaf," dedi. "Benim gibi birini sevmeleri. Sevecek başka insan bulamamışlar gibi..."

Haklısın gibi bir cümle kurma gibi bir düşüncem vardı fakat bu düşüncenin Jungkook'a haksızlık olacağını düşündüm. O, düşündüğünün aksine sevilmeyecek veya sevgiyi hak etmeyecek biri değildi. Onu tam anlamıyla tanımadan böyle bir hüküm veremezdim. Tam aksine o gördüğü bu sevgiyi hak ediyordu ve hak etmediğini söyleyerek kendine haksızlık ediyordu.

"İnan bana masum ve berrak kalplerine aldıkları her kişi, sevgiyi sonuna kadar hak eden kişilerdir. Sende onlardan birisin, ve geri dönerek seni sevmelerine izin verdiğin için teşekkür ederim."

Minnetle ona baktığım esnada, Jungkook bu defa gözlerini boş bakışlarla çevirmedi bana. İlk defa gerçekte ne düşünüp, ne hissettiğimi merak eden gözlerle bakıyordu bana.
Söylediklerimi ciddiye almak istiyordu.

Gözlerimin içinde teşekkürümün içtenliğini ve ona karşı içimde biriken dosthane duyguyu görmüş ve bu defa hissetmiş gibiydi.

Birbirimize baktığımız süre boyunca bir şey söyleyecek diye bekledim. Çünkü bir şey söylemek ister gibi bi hali vardı. Fakat o bu bekleyişi sessizlikle kapatarak, önüne dönmeyi tercih etti.

Çalının arkasında sessizce oturduğumuz birkaç dakika boyunca çocuklardan hiçbirini görmedim. Ne ebe Sejun'u, ne de ondan saklanan başka birini. Genelde bu civarlarda saklanıyor olurlardı. Ve gizlenme konusunda pek iyi olduklarını söyleyemezdim.

Sessizlik artık ikimize ızdırap vermeye başladığında, onu daraltmamaya özen göstererek ona doğru yaklaştım.
"Şu ilerideki uzun ağaç, kiraz ağacı. Yazları o kadar lezzetli kirazlar veriyor ki başka bir meyveyi ağzına bile sürmek istemiyorsun."

Alakasız bir şey sorarak hevesimi kırdı.
"Gönüllülük programım yaza kadar mı sürecek? Yani kirazlar çıktığında da mı burada olacağım?"

Oysa sadece kiraz ağacının efsane görüntüsünden ona bahsetmek istiyordum.

Ağaçtan gözümü çekmeden omuz silktim. "Okul tarafından gönderildiğin için, bu okulun takdirine kalmış. Fakat kendiliğinden gönüllü olanlar dilediği kadar buraya gelir. Yazında, kışında."

"Yaz mevsimini burada geçirmek, büyükbabamın çiftliğine gitmekten bile daha kötü olurdu."

"Çiftlikler güzeldir," dedim heyecanla ona bakarak.

"Büyükbabam eski bir asker ve yaz boyunca at binmeye zorlanıyorum."

Gülümsedim.
"At binmekte güzeldir."

Önüne bakıp hararetlice söylenmeye başladı.
"Koca bir ahırı temizlemek ve bunu yaparken aynı zamanda büyükbabamın askerlik anılarını defalarca dinlemek. Beni sabahın yedisinde kaldırmasından bahsetmiyorum bile."

"Eminim büyükbaban bundan zevk alıyordur. Seninle vakit geçirmekten."

Jungkook yavaşça kafasını bana çevirip dudaklarını araladı.
"Hep iyisini mi düşünürsün? Yoksa kendini iyi düşünmeye zorlar mısın?"

Güldüm. "Aslında ikiside oluyor. Bazen her şeyin en iyisini düşünürüm, bazense kendimi buna zorlarım."

Jungkook, umutsuz bir şeye bakıyormuş gibi başını sallamakla yetindi.
Eminim burada geçirdiği vakit onunda fikirlerini değiştirecekti.
Her şeyde bir güzellik bulmaya başlayacak, bulamasa bile arayacaktı.
Taş suyla buluşacak, yavaş yavaş delinecekti.

Burası böyle bir yerdi, sadece hastaları değil mutsuzluğa bulaşmış kalpleri de iyileştiriyordu. Burada bulunma sebebi de aslında buydu.

Karşıya bakıp bir dalı eline aldı.
"Fazla, fazla iyimsersin. Ve bu iyimserliğini etrafındakilerede geçiriyorsun. Şu çocuklarda... söylediğim olumsuz her bir kelimede iyi bir şey arıyorlar. Ve herbiri bir yönden sana benziyor. Biri çok konuşuyor, biri çok bilmiş, biri asabi, ve biri fazla duygusal, biri korkutucu..."

Kurduğu en uzun cümledede beni iğnelemişti.
Göz ucuyla bana baktıktan sonra, dudaklarına alaycı bir gülümseyiş bıraktı.

Onun yüzüne bakıp gözlerim kısılana kadar ben de gülümsedim. "Görüşmeyeli hiç değişmemişsin, hâlâ iğneleyeci kelimelerin var. İyimserlikten uzak mı uzak, kötümser fikirlere bir nefes kadar yakınsın."

Jungkook'ta gülümsedi. "İşte böyle ol. Fazla iyimser insanlardan hoşlanmam. Bana karşı iyimser olmandansa kaba ve öfkeli olmanı tercih ederim."

Kaşlarımı çatıp yüzme değen bir dalı ittim.
"İyi misin? Senin hoşlandığın bir insan olmak için ters biri mi olacağım. Asla yapamam."

"Öyle ol demek istemiyorum aslında. Geldiğimden beri bana karşı olumsuz tek bir cümle bile kurmadın. Bu tuhaf hissettiriyor... eskisi gibi seni kışkırttığımda istediğini söyleyip, beni tersleyebilirsin. Ya da yapmam gerekenleri bir liste halinde sıralayabilirsin." Omuz silkti. "Artık sorun etmiyorum. Kendini sıkma ne istiyorsan onu yap."

Bir hareketlilik gördüğünde sus işareti yapıp hafifçe ayaklandı.

Az önce "Eskisi gibi beni tersleyebirsin," demişti.

Ben, Roséanne, melek Rosé, Rosé...
Şimdiye kadar hep söylediği gibi mi davranmıştım ona? Geçmişe baktığımda Jungkook'la aramızda geçen sağlıklı bir konuşma göremiyordum.
Evet melek değildim. Ama birisine böyle davranacak biride değildim. Kim olursa olsun.

Geçmiş haftalarda yaptığım hataların pişmanlığı, Jungkook'un basit cümlesiyle yüzüme vururken hafifçe titremeye başladım ve Jungkook'un kolunu tutmadan önce dişlerimi gıcırdattım.

Jungkook ceketindeki elime baktı.
Başımı yere çevirip toprağa izledim. Kendi içimdeki vicdan ve pişmanlık parçacıkları aniden ayaklanmışlardı. Bazen küçük ve anlamsız duygu patlamalarına engel olamıyordum.
Bu gömdüğüm düşüncelerin tahta çıkışı ve halkı selamlayışıydı.

Şimdiye kadar kim olursa olsun, her insana sıcak yaklaşmıştım ben. Önyargı, kin veya kıskançlık olmadan, kendimi her daim frenleyerek. Ama Jeon Jungkook bunların dışında tuttuğum ilk kişiydi. Söylediklerini ve yaptıklarını büyütmüş ona Rosé gibi davranmamıştım.  Pişman ve üzgündüm.
Şimdiki tavrımın sebebi ise birkaç gecedir sürekli bunu düşünüyor oluşumdu.

"Buraya geldiğin ilk günden beri sana karşı davranışlarım ve sözlerim için özür dilerim. Düşüncesiz ve kabaydım. Sana yardımcı olmak yerine üstüne geldim."

Toprağın üzerinde beni izleyen tembel karıncayla bakışmaya devam ettim. Elim hala Jungkook'un kolundaydı.

Düz bir sesle, "Neden titriyorsun?" dedi.

Ona bunun pişmanlığın getirdiği fiziksel bir yan etki olduğunu açıklayamazdım.

Gülmeye başladı. Karıncadan gözümü ayırıp kafamı kaldırdım. Güleceğini düşünmüştüm ama alaylı küçük bir gülüş olacağını zannetmiştim. Fakat Jungkook gözlerini kısıp dişlerinin hepsi gözükecek kadar büyük bir gülüş sundu. Ses yapmaktan da çekinmiyor, seslice gülüyordu.

Sonunda biraz durur gibi oldu ve, "Çok komiksin," dedi.
"Neden birden özür diledin ki? Ortada bir sebep yoktu. Hiçbir şey anlamadım."

Kafamı kaldırıp ciddiyetle, "Vardı," dedim. "Benim için kesinlikle vardı."

Elimi yavaşça ceketinden aldı ve dizime geri koydu. Hâlâ gülüyordu. "Tamam, tam olarak neyi affetmem gerektiğini bilmiyorum ama özrünü kabul ettim."

Rahatlamış gibi olsamda, küçük titreşimler bedenime gelmeye devam ediyordu. Jungkook'un kabalığımı kale almayışı, ve kendi kabalıklarındanda habersiz olması suçumu hafifletmişti.

Gülmesi azaldıktan sonra boğazını temizledi. Hâlâ dudaklarında küçük kıvrılmalar oluyordu. Ben hiç gülecek gibi değildim. Jungkook irkilip birkaç kere gözünü kıpıştırdı ve ağaçların arasına tekrar gözlerini dikti. Birkaç dakikalığınada olsa dikkati dağılmıştı.

"Madem fikrimiz olmayan şeyler hakkında özür diliyoruz, ben de özür dilerim. Farkında olmadan yaptığım her şey için."

Bunu söyledikten sadece birkaç saniye sonra gülümsediği için onu pek ciddiye alamazdım.

Ben konuştukça daha çok gülecekti ve buna engel olmak için susma kararı aldım. Jungkook yaptığı şeyi sürdürdü ve bir müddet daha saklanıp sessizce etrafı izledi. Dalların arasından ciddiyetle bahçeyi süzmesinin yanı sıra, pek gizlenmiyor oluşu dikkatimi çekmişti. Sanki ebelenmekten korkmuyor gibiydi.

İkimizde bu dar alanda haddinden fazla kaldığımızdan nefeslerim düzensizleşiyordu. Sıkılmış ve daralmıştım.

Jungkook biraz öne kaydı.
"Bir şey söyleyeceğim."

Ona dönüp devam etmesini bekledim.
Jungkook dalgınca gözlerini kısıp aklında her ne dönüyorsa, kendi kendine onları onayladı.
"Buraya gelmek istemememin sebebi, sen veya çocuklar değil aslında."

İçimden hızlıca,"Biliyorum," dedim. İkimiz arasında tam bir hafta önce asılmış bir sır vardı ve Jungkook beklemediğim bir anda o sırrın kapısını açacak gibi olmuştu. Belki de sırrını bana verdiğini hatırlamıyordu bile.
Bana söylese bile bilmezden gelecektim.

Sonra düzensiz nefesimi iyice bozup beni öksürtecek bir şey söyleyip, beni beklemediğim bir taraftan vurdu.

"Hatta, bir nevi dönmemin sebebi sensin."

Elimi ağzıma götürüp öksürdüm.
Söylediği şeyi anlamaya çalışıyordum. Jungkook dizlerine sardığı kollarını sıkılaştırıp omuz silkti. "Öyle kişisel gelişim içeren cümlelerden pek etkilenmem aslında. Neden böyle oldu bilmiyorum ama... bu defa beni hakladın."

"Nasıl?"

Dümdüz önüne baktı.
"Bir kağıt parçasıyla."

"Kağıt parçası?"

Jungkook derin bir nefes aldı.

"Kederlerinden korkma, sessiz kalsanda kollarını sana dolamış o şeyden korktuğunu biliyorum."

Sesinin tınısı hem bir şiiri okuyormuş hem de bunları kendine söylüyormuş gibiydi.

"Gökyüzünden yardım dileyip, yalnızlığa da bel bağlama. Kurtulmak istiyorsan eğer, bir eli sıkıca tut ve yükseğe zıpla."

Ani bir unutuş, tanıdık gelen kelimeler
Bir yerde mi duydum? Yoksa okudum mu? Jungkook'un gözlerinde yazıyordu. Bu tanıdık ve içimi ısıtan kelimenin nereden tanıdık geldiğini hatırlamak için gözlerinin içine bakmam yeterliydi.

O, koyduğu noktadan sonra bile, ağzından çıkan kelimeleri tartmaya devam etti. Cümlelerin ardından üstüne çöken sessizlik ve dalgın gözleri bunun hakkında çok düşündüğünü ispiyonluyordu bana. Sonra Jungkook bir yere dalıp gitti.

Aklım almıyordu. Onun gibi bir an ben de önüme dalıp gittim. Nasıl olur? Sorusunu kendime sorma kısmını atlattıktan sonra ise içimden Namjoon'un ismini söyleyebildim.

Jungkook aniden kolundaki saate bakıp doğruldu. Ayağa kalktığında benimle göz göze gelmeyide ihmal etmemişti.

"Beni birilerinin cesaretlendirmesini beklemeyeceğim. Kimsemin arkamdan itmesine ve elimi tutmasına gerek yok. Yapabilirim, eğer istersem kendi başıma üstesinden gelebilirim."

"Sen, onu nereden..." diyebildiğim esnada Jungkook eğildi ve üç parmağını alnıma dokundurup kafamı hafifçe geriye itti.

"Ebe. Bu arada, ebelendin Roséanne."

Hızlı bir hamleyle dalın arkasına atladı.
Gülümseyerek geri geri yürümeye başladığında, kahkaha atmayı da ihmal etmemişti. Hatta az kalsın mutlulukla dans edecek gibiydi.
"Saklambaç oynamıyorduk. Bu ebelemece ve ben de... ebeyim. 20 dakika içinde herkesi ebelersem ben kazanacağım."

Az önce ittiği alnıma dokundum. Dudaklarım kilitlenmişti.

"Planım ilk melek Roséanne'yi ebelemekti ve başardım da." Yamukça sırıttı ve parmaklarıyla bir silah yapıp beni nişan aldı."Kolaydı."

Gelip onun yanına oturmuş, safça konuşup durmuştum.

Elimi alnımdan çekmedim.
"Bu haksızlık, oyunu bile bilmiyordum. Hem neden ilk ben?"

Saçına takılmış bir kuru yaprağı alıp aşağı atarken, "Kazanmana izin veremezdim." dedi.

Ayağa kalkıp pantolunumu silkeledim. Kaldırılmıştım.

"Daha doğrusu kimsenin kazanmasına izin veremem."

Yüzümü buruşturdum.
"Ben hiçbir oyunu kaybetmem moduna gireceksen..."

"Kazananın alacağı ödülün gerçekleşmesine izin veremem."

O geri geri yürüyüp koşmaya hazırlanırken çalıdan atladım.
"Ödül ne?"

Bunu söylemek bile kalbine bir kılıç saplıyormuş gibi iki büklüm oldu.
"Ödül beni öpmek ve kemiklerim birbirine girene kadar sarılmak. Zaten o yüzden ilk seni eledim." Kaşlarını çattı. "İkimizde birbirimizin özel alanına girmeyi istemeyiz."

Üstümü silkelemeyi bırakıp gözlerimi büyüttüm. İlk beni elemek istemesinin sebebini yavaş yavaş anlıyordum.

"Ödül çok sadistçe, o yüzden kimse kazanamayacak."

Kırmızı beresini kafasına geçirdikten sonra arkasını döndü ve hızlıca koşmaya başladı. Her ne kadar düşünce tarzı ve amacı bizimkinden daima farklı ve uzak olsada, Jungkook on dakika içinde her çocuğu eliyle koymuş gibi hızlıca buldu. Onları tek tek alana getirmesini izlemek, içimde ona karşı kurduğum siyah dumanları yavaş yavaş kaldırıyordu.

Sona kalan Miya'yı ve Jihyo'yu, iki kolunun altında toplanma alanının ortasına getirirken, zaferin verdiği mutlu hisle gülümsüyordu. Diğer çocuklar ise hızlı kaybedişlerini sorguluyorlar, ödülü kaybetmenin hayal kırıklığını tadıyorlardı.

Ve bu sorgulama kısa bir süre sonra hayranlığa ve sevince dönüşmüştü. Kaybedince mızıldayan bir avuç çocuk, şimdi Jungkook'u alkışlamak için uygun bir vakit bekliyordu. Kendi kendine gülümseyen Jungkook ve onun eteklerinde kendi kaybedişlerini unutmuş, onun kazanışına zıplayan çocuklar mevcuttu.

Bir ağacın yanına yaslanmışken, Jungkook'un da gönüllü olmayı hak ettiğini ve bunu gayet iyi yaptığını daha iyi anladım. Bunu geç fark ettiğim için kendime tekrar kızdım.

Daima ne düşündüğü ve kalbini sızlatan şeyin boyutu hakkında bir fikrim yoktu. Ama yaralı insanların birbirlerine sargı bezi olduğunu hissettmesi için elimden geleni yapacak, onu bu defa bu bahçeden dışarıya itmeyecektim.

Saatini kaldırıp rahatlamışca ve nefes nefese,"Ben kazandım bücürler, ağlamaya başlayabilirsiniz."dedi.

Çocuklar sızlanmak yerine alkışlamaya başladıklarında, Jungkook gözlerini küçültüp yüzünü büzdü. Bu tam olarak beklediği tepki değildi.
"Bir dakika, kaybedince ağlamanız gerekiyor, niye kazanmış gibi sırıtıyorsunuz?"

"Çünkü sen kazandın Jungkook, bu büyülü bir şey...."

"Çok havalıydın, ne kadar da hızlı koşuyorsun."

Sejun kendi etrafında dönüp havaya küçük bir tekme attı.
"Beni varilin içinden çekerken o kadar güçlüydü ki bir an Hulk geldi zannettim."

"Beni de tek eliyle havada döndürdü, görmeliydiniz."

Jungkook'un yüzü buruştu ve alt dudağı seğirdi.
"Abartmayı seviyorsunuz."

Chan ellerini yavaş ve sertçe çırparken gözlüğünü çıkarıp gözünün altını sildi. Yavaş yavaş yürüyüp Jungkook'un önünde durdu.
"Seninle gurur duyuyorum Jungkook ve teşekkür ederim. Geldiğin ve bir kaptan olan beni utandırmadığın için."

Sıkıca bacağına sıkıca sarıldığında, Jungkook duraksadı. Gözlerindeki sert, hoşnutsuz ifade gitmiş yerine farklı bir şey gelmişti. Henüz emin olamayacağım bir şeydi. Elini Chan'in omzuna koyup koymama arasında kararsız kaldı.

Sonunda omzuna dokundu.
"Sende iyi iş çıkardın... cesur civcive benzeyen gözlüklü çocuk."

Chan bu benzetmeyi sevmediği için hafif bir bıkkınlıkla, "Adım Chan, ve ben bir civciv değilim." dedi.

Jungkook gözlüklerini işaret etti.
"Bu gözlüklerle animasyondaki civcive benziyorsun."

Elimi yanında diklidiğim ağaca yaslayıp gülümsedim. Mutluluk mideye vuran bir şeyse eğer, evet şimdi midemde küçük baloncuklar patlıyordu.

Chan, Jungkook'un bacaklarına tekrar sıkıca tutunup, "Tamam, sen öyle istiyorsan. Çok, çok mutluyum," dedi.

Ve diğerleri de ona katıldılar.
Jungkook bu defa yine yüzünü buruştursada, bunu yüzündeki şaşkınlığını gizlemek için yapmıştı. Yüzündeki maskesini indirdiği anda ona sarılan çocuklara hayretle baktı. Ardından gözlerini bana çevirdi. Gördüğü sevgi onu şaşkına çeviriyor, belki de korkutuyordu.

Ne yapacağını bilemez halleri ve havada kalakalmış elleri bunu söylüyordu.
Her şey onun için oldukça yeniydi.

Ona korkulacak bir şey olmadığını, yıllar önce kaybettiği bu sevginin onu ürkütmemesini uzaktan söyleyemesemde içtenlikle gülümsedim. Önce gözlerime sonra güven veren gülümsememe baktı.

Bu kısa an Jungkook aramıza katılmaya karar vermesini sağlayan sağlam bir andı.

Sonra Sejun, "Bir dakika, Eric nerede?" diyerek Jungkook'tan ayrıldı.

Çocuklar etrafa bakınmaya başladılar.

"Orada, ağacın orada birisi var."

"Oyunun bitmesine hâlâ bir dakika var."

"Olamaz, Jungkook içimizden birini ebelemedin... onu da ebelemelisin."

Jungkook dahil herkes yaşlı dev'in yanında dikilen, elinde kurdele kestiğim makası sıkıca tutan çocuğa baktı.

Eric, gözlerini Jungkook'un üzerine dikmişti. Evet, bugün Eric kazanmıştı. Kazanan bir ödül alacaktı. Fakat Eric'in ödül yerine Jungkook'a bir ceza kesmek isteyen bakışlarıyla, Jungkook'un ağzından kaybedişinin hüsranı döküldü.

Ve eski ruh haline bürünerek, "lanet olsun," dedi.







Uzun bir aranın ardından umarım hüsrana uğramamışsınızdır. Okuduğunuz için teşekkür ederim. Yorumlarınızı dört gözümle bekliyor olacağım.
Mutlu günler ve sevgiler efenim 🧚🏼‍♀️


Continue Reading

You'll Also Like

19.6K 2.7K 18
O hep "kırılmadım sorun yok" diyordu, fakat ruhu yavaş yavaş ölüyordu. Texting&düzyazı
66.3K 2.9K 26
Yabani evrenindeki çiftimiz Asi ve Alaz'ın hayatları farklı bir şekilde kesişeydi, mesela Asi, Soysalan Üniversitesi'ne bomba gibi düşseydi, nasıl ol...
30.5K 1.7K 11
"kurtarıcısına aşık kız... klişe hikaye." "komşu kızına platonik aşık çocuk mu söylüyor bunu?" ya da asi'nin şebnem'in kızı olarak doğup büyüdüğü ve...
229K 22K 24
Jeon Jungkook, 20 yaşına gelen herkesin dolunay gecesi kurt cinsiyetini ôğrenmesi şerefine düzenlenen baloda, kardeşinin kurt cinsiyetini kutlamaya g...