Anılardan Anılara İnce Çizikl...

By mermaidsareal

108K 12.3K 23.2K

seni kendimden tanıdım çocuk; yüreği sürekli çiğnenen bir yol. gövdesi acılardan acılara köprü. biraz öfke, b... More

neden kimse sana benzemiyor?
susmak ve beklemek müthiş, genciz namlu gibi.
yıllar gözlerinden hiçbir şey eksiltmedi, ben biraz daha yenildim.
dayanamam, kıskanırım seni. paylaşamam.
içim çok özledi seni.
her cevabım sensin, hem de her bilmecem.
yokluğun da varlığın da yetmiyor.
ah içimizde ne aç hevesler. arada hicaz, arada caz nefesler.
bir küçücük kumru kuşu büyüttüm, göğsümün gizlisinde.
nasıl da yılları buldu, bir mısra dolu maceram.
biri gelişin, dünyayı isteyen sorular. öteki gidişin, kırılmış kirpik tufanı.
biz sadece aynı yere saklanan iki çocuktuk, sen benim en güzel rastlantımsın.
güleriz, unuturuz öleceğini annelerimizin. annem ölürse bana sarıl.
ismimi fısıldayan, bazen şarkı mırıldanan o ses yok, gülüş yok.
yanlış karar yok, işin özünde sen beni istemedin.
sözlerim acıtır, gözlerime bakma. tek bir söz söyleme, varsa az utanman.
ben böyle sığındım sana, böyle kuş gibi.
bir gülsen ağlayacağım, bir gülsen kendimi bulacağım.
korkular da benim, umutlar da. beni bırakma.
kaç ayva sarardı, kaç kız sevişti. gelmemiş kimselerin.
değiştim, sanki içimde bi şeyler öldü. istesem de dönemem geriye.
hangi kahpenin hançeri, saklı hançeri yaranda?
döşümde yıllarla büyüttüğüm acı, ben ki yıllardır bir seni bilirim.
sana gelicem beklemelerin bu acılı durağından. bu giz, bu karanlık biticek.
sargın yaprakmışım, dallarına. yangın toprakmışım, yağmurlarına.
ayyaş ruhum sayıklıyor, her zerrem sende çarpıyor.
sanırsın ki sende kendimden bir şeyler biriktirmişim.
bir sen varsın güvenebileceğim. bilen, anlayan, bağışlayan. gökyüzü kadar engin.

gitme, ölürüm. gözlerinden, gözlerinden olurum.

3.2K 406 1.4K
By mermaidsareal


***

başlıktaki şiirin orijinali "düşme ölürüm. gözlerinden, gözlerinden olurum." idi. ahmed arif'in leylim leylim'inden. iyi okumalar diliyorum.

***

Yaşadığım onca şeyin ardından buraya neden geldiğimi bilmiyordum.

Jimin gideli iki haftayı geçmişti, arada sırada çocuklarla takılıyor, babam akşam eve gelmediğinden tüm öğünlerimi Taehyung'la yiyordum. Jimin'i çok özlemiştim. Bana gönderdiği mesajı da, alıntı ettiği şiiri de ezberleyene kadar okumuş, gezide çektiğim fotoğraflarıyla avunmuş, zihnimin işgal ettiği köşesine seve seve kucak açarken onu düşünüp durmuştum. Ne yapıyordu, ne yiyordu, nerede kalıyor, bana ayırmadığı vaktini kiminle geçiriyordu? Bilmiyordum. Sorularımı sormak için değilse bile nefesinin sesini duymak için birkaç defa aramıştım onu ama beni her defasında telesekreteri karşılamıştı. Ben de gitmeden önce bana verdiği o umuda sarıldım. Geleceğim, dedi diye, bekledim durdum.

Mutsuz değildim. Bu defa önceki defalarda yaptığının aksine gideceğini haber verdiğinden mi, gönderdiği şiirin mısraları arasına gizlenmiş nefesleri içime çektiğimden mi bilmiyorum, mutsuz değildim. Ama mutlu da sayılmazdım. Bir şekilde annemsiz hayatıma alışmaya başladığım gibi Jimin'in aslında çok da yabancı olmayan yokluğuna alışmaya başlamıştım. Hem bazı günler onu düşünmeye vaktim bile olmuyordu. Bir düzen tutturmuştum.

Okuldan aldığımız uzaklaştırma cezasını bitirmiş üstüne bir hafta daha okula gitmiştik. Jaewha her zamanki zorbalıklarını işi fiziksel şiddete götürmeden sürdürüyor, ben de ipin ucunu bir kere kaçırdığımdan herhalde ona karşılık veriyordum. Her şey Jimin nasıl bıraktıysa öyleydi, değişen hiçbir şey yoktu görünürde. O güne kadar. Telefonuma deli gibi aramasını istediğim Jimin'in değil de Jaewon'un arama bildirimi düşene kadar.

Diyorum ya, bana yaşattığı onca şeyden, onun yüzünden işittiğim onca hakaretten sonra Jaewon'un yüzünü görmeyi midemin nasıl alacağını bilmediğim gibi teklifini kabul edip onunla neden buluştuğumu da bilmiyordum. Jaewon'a ulaşmaya çalışmayı, attığım mesajlara dönmediğinde bırakmıştım, belki aynı şekilde karşılık vermeliydim ama telefonda sesi öyle çaresiz çıkıyordu ki tam da bana yakışan aptallıklarımdan birini yaptım.

Ben, babamdan miras edindiğim dakikliğimle buluşma yerine geleli neredeyse yarım saati geçmiş olmasına rağmen Jaewon gelmemişti. Kalkıp gitmeliydim belki de ama bu da karakterime pek uygun değildi. Aslında ona söylemek istediklerim vardı, kalkıp gitmiyor oluşumun en büyük sebebi buydu belki. Yüzüne yüzüne ne kadar iğrenç biri olduğunu bağırmasam rahat etmeyecektim.

Birkaç dakikanın ardından da Jaewon nihayet geldi.

Yüzünde sahte mi gerçek mi sezemediğim bir mahçubiyetle beni selamlayıp sabahtan beri popomla sevişen banka, yanıma oturdu. Mahçubiyeti beni rahatsız hissettirmişti, yüzüne bakmadım. Rahatsızlığımdan mı yaptığının ne kadar alçakça olduğunu bildiğinden mi bilmiyorum birkaç saniye boğazını temizlemek dışında ses çıkarmadı. Sonunda da bedenini bana döndürüp "Hiçbir şey ifade etmeyeceğini biliyorum ama, özür dilerim." diye mırıldandı. Karnıma Jimin'in sebep olduklarından oldukça uzak, çirkin bir ağrı saplandı. Kaşlarımı çatıp ben de ona döndüm ve "Hiçbir şey ifade etmiyor sahiden." dedim. Omuzlarını düşürdü.

Deri bir ceket giymişti, beyaz tişörtü boğazındaki dövmeleri açığa çıkarmış, simsiyah uzun saçları alnına dökülmüştü. Pantolonunun cebinden sigara paketini çıkarıp bir dalını yaktığında istemsizce ne kadar çekici olduğunu düşündüm. Çok ateşli biriydi, bana bakmayacağını, benimle eğlendiğini anlamalıydım başta.

O sigarasından bir nefes aldı ben de içime derin bir nefes çektim. Biraz sonra oldukça sakin bir biçimde "Okulda yayılan dedikodularla alakam yok, Jungkook." dedi bana. Dudaklarımın arasından kendime engel olamadığım soğuk bir kahkaha kaçtı. Dönüp yüzüne baktığımda oldukça ciddi bir ifadeyle karşılaştım. Gözlerime uzun uzun baktıkça karnımdaki ağrı büyüdü. Kaşlarımı çattım.

"Her şey bu kadar sarpa sarmadan ortaya çıkıp bilgi kirliliğini düzeltebilirdin, Jaewon." dedim. "Samimiyetine gerçekten güvenmiştim."

"Jungkook, annen konusunda da senden hoşlanma konusunda da samimiydim zaten." dedi, gözlerimi devirdim. Panikle, sigarasını yere atıp söndürdükten sonra bana doğru döndü ve "Yemin ederim." dedi, onu destekleyecekmiş gibi elini kolunu sallayarak. "Senden hala çok hoşlanıyorum."

İtirafının şaşkınlığıyla bakışlarımı ondan kaçırsam da gözümün kenarına, az önce gerilen omuzlarının yeniden düşüşü ilişti. Telaşı ve açıksözlüğü tüm bunlara eklenince bir saniyeliğine ona inanacaktım ama sonra aklıma, aramalarıma ya da mesajlarıma hiç dönmediği geldi. Sinirlendim. Ters ters "Bunca zaman neredeydin?" diye sordum. "Söylediklerine inanacağımı mı düşünüyorsun gerçekten?"

"Jaewha'dan kaçıyordum." diyerek beni şoka uğrattı. Ağzım ve gözlerim açık ona döndüğümde "Jaewha'nın bana hiçbir şey yapmadığını mı sanıyorsun?" diye sordu. "Bana zorbalık etmiyor ama daha beterini yaşatıyor, Jungkook."

"Ne demek istiyorsun?"

"Bugüne kadar ifşa olan hiçbir ilişkimde sorun ben değildim." dedi. Yüzümde nasıl bir ifade gördüyse kaşlarını çatıp "Kulağa saçma geldiğinin farkındayım ama," diye ekledi, umutsuzca. "Hepsinin sebebi Jaewha'ydı. Beni takip ediyor, okul dışında her yerde. Buraya da bu yüzden geç geldim, onu atlatabilmek için."

"Seni neden takip etsin ki?" diye sordum hala anlamayarak. "Siz ikiniz iyi arkadaşlar değil misiniz?"

Omuzlarını silkeleyip paketine yeniden uzandı ve bana cevap vermek yerine bir dal daha sigara yaktı. Ben kokudan hoşlanmadığımı söyleyince de tereddüt etmeden taptaze sigarayı yere attı. "Özür dilerim."

Birkaç dakika sessizce oturduk. Söylediklerine anlam veremiyordum ama yine de tedirginlikle parkın etrafına bakındım. Jaewha bir yerlerden çıkacak da her şeyi yine mahvedecek, bana iğrenç şeyler söyleyecek diye ödüm kopmuştu. Onu okulda görmek bana yetiyordu, üstelik şimdi burada, Jaewon'la görülsem kim bilir neler kuracak, uydurduğu yalanları nelerle süsleyecekti. Buraya gelmem hataydı, zaten söylediği hiçbir şeye de inanmamıştım.

"Söylediklerin altını doldurmuyorsun pek." dedim, açıkça. Kalkıp gitmek üzere olduğum saniyelerdi. Kafasını anlayışlı anlayışlı aşağı yukarı salladı. Dürüst biri olsaydı, böyle iğrenç arkadaşlıklar edinmeseydi, Jimin'e kalbimin yarısını adamış olmasaydım belki bir şeyler yaşardık Jaewon'la. Sahiden çekiciydi.

Yüzünü incelediğimi fark edince gülümsedi, "Çok güzel bir şeyi mahvettiğimi bilerek yaşıyorum haftalardır." derken gülümsemeye devam etti. Karnımdaki karanlık ağrılardan biri eksildi, yerine daha parlak bir tane geldi. Kaşlarımı çatmaya çalıştım ama böyle iltifatlara alışık olmadığımdan heyecanlı yanımı yenemedim. Yine de karşılık vermemiştim.

"Jaewha konusunu dert etme, bundan sonra sana zarar veremeyecek."

"Dert etmiyorum." dedim, sinirle. Bana böyle bir şeyin sözünü vermesi ya da beni böyle bir söze muhtaçmışım gibi görmesi sinirlerimi bozmuştu. Kimsenin yardımına ihtiyacım yoktu, hele de onun gibi birinin. Başıma gelenlerin başrolünde o da vardı sonuçta, suçu saçma sapan cümleleriyle Jaewha'ya itti diye ona kucak açmayacaktım. "Ben de onun ağzının payını veriyorum zaten."

"Nasıl veriyormuşsun? Sen anca ağzına bir şeyler almayı bilirsin."

Jaewon değil, Jaewha'ydı. Otuduğumuz bankın birkaç metre gerisindeki ağaçların ardından çıkıp yanımıza geldiğinde, bir saniyeliğine de olsa Jaewon'a inanmıştım çünkü Jaewha hala okul üniformasıyla duruyor, belli ki bizi dinliyordu. Yani muhtemelen Jaewon'u takip etmeyi sonuna kadar başarmıştı. Midem ağzıma kadar geldi, oturduğum yerden kalkıp benden birkaç santim aşağıda kalan yüzüne dik dik baktım.

"Jaewon'u öpen sen değilsin de benim diye mi bu öfken?"

Aklıma o an gelen saçma sapan fikirle, sırf onu sinirlendirmek, bir oğlanı öpmek iğrenç bir şeymiş gibi davrandığından damarına basmak için söylediğimde öyle bir kızardı ki üzerime atlayacak sandım. Ama bunun yerine gevşek gevşek olduğu yerde sallanırken "Ben senin gibi ibne miyim?" diye sordu. Jaewon araya girip bir şeyler söylemeye fırsat bulamadan da yüreğimi yerinden hoplatacak bir şey oldu.

Jimin, tek eli yırtık kotunun cebinde, ötekinde bitirdiği sigarasının izmaritini söndürürken "O dediğini bir daha söyle bakayım?" diyerek sakin sakin sordu.

Gelmişti. Buradaydı. Birkaç metre ötemde, tüm o çekiciliği ve gerçekliğiyle dikiliyordu. Kalbim hızlı hızlı atmaya başladı. Onu daha fazla beklememe gerek kalmamıştı. Nihayet gelmişti.

Bize doğru adımladığını gördüğümde Jaewon'u öptüğümü üstü kapalı itiraf ettiğimi bile unutup heyecanla ben de ona doğru adımladım. Gözü beni görmüyor gibiydi oysa. Bir saniyeliğine eline geçse, Jaewha'yı gebertecekmiş gibi büyük bir öfkeyle ona bakıyordu.

Gözlerindeki öfkenin aksine öyle sakin öyle havalı bekliyordu ki yeryüzündeki bütün iltifatları bir anda duysam bile bu kadar sancılanmazdım. Her zaman yaptığı gibi karnımı ağrıttı. Jaewha'ya bile aldırmadan onu orada, bir ağaca dayayıp öpmek istedim, içimde öyle büyük bir arzu kabardı. Onu bu kadar özlediğimi, aklımı yitirecek kadar özlediğimi fark etmemiştim.

"İbne, dedim. Jeon Jungkook abisine bile veren bir ibne-"

Jimin avına saldıran bir aslan gibi Jaewha'nın üzerine atladığında aklım yerine gelmeyi başardı ve içinde bulunduğum durumu bana hatırlatma zahmetine katlandı. Korkuyla yerimden sıçrayıp ben de Jimin'in üzerine atladım ve gözü döndüğünde içinden sahiden bir aslan çıktığını, cılız kollarına rağmen güçlü tutuşunu hissettiğimde bir defa daha anladım. Onu zar zor, bir duvara ittiğimde sıkıca tuttuğum kolunu ellerimin arasından çekmeye çalışırken "Bırak, Jungkook." diye mırıldandı.

İsmimi söyleyince kalbim küt küt attı, sanki böyle bir komut bekliyormuş gibi. Dolgun dudakları birbirine kapanırken onu izledim. İçimdeki arzu korkumu bastırıp yeniden gün yüzüne çıkınca da yutkunup bakışlarımı üzerinde gezdirdim.

Biraz sıskalaşmıştı vücudu, yara olmadığına şükrettiğim yüzü çökmüş, şimdi sinirli sinirli bakan gözleri daha bir belirginleşmişti. Dolgun yanaklarından eser bile yoktu. Kokusu burnuma doldu, yumruğumu sıktım.

"Bırakayım tamam." dedim ben de biraz hiddetliymişim gibi gösterip ona sarılmak, onu öpmek isteyen yanımla savaşarak. Kollarım da kafesinin içinde, o diye çırpınan kuşum da sancıyordu. Gözlerini yakalamaya çalıştım, bana bakmıyordu. "Bırakayım, Jaewha iftiralarına iftira katsın yine. Sen kaybol ortalardan, görmeyeyim yüzünü haftalarca. Bırakıyorum, tamam ne halin varsa gör."

Sıska kolunu saran parmaklarımı çözüp bir adım geri çekildiğimde, sırtını duvardan çekti, gitmeye çalıştığı o yere bakarken derin bir nefes aldı, yanına geldiğimden beri bana değdirmediği sinirli gözlerini sonunda gözlerime çıkardı ve "Susayım mı yani?" diye sordu, Çatık kaşlarını daha da çatmıştı sorarken. Beni asla, asla dinlemiyordu. "İbne diyor sana, sikeyim de götünü görsün kimmiş ibne."

"Düzgün konuş." dedim, ibne kelimesini hakaret saydığımdan değil, onun da bu kelimeyi diğerleri gibi telaffuz etmesine bozulmuştum. Sanki küfürmüş gibi. Bu başta olmak üzere daha bir sürü kelimenin argolaşmasından, hakaret sayılmasından nefret ediyordum.

Ne kadar sinirlendiğime aldırmadan "Kendisi asıl ibne." dedi kelimeye bastırarak. Gözlerimi devirdim, alçak bir tınıda gülümsemesine neden olmuştu bu. Sonra sırtını yeniden duvara yasladı, işaret ve orta parmağıyla gıdımı okşadı, gönlümü almak, beni rahatlatmak ister gibi. Kalbim hızlı hızlı çarptı. Hiç de öyle hissetmediğim halde elini ittim sert bir biçimde, bana değişlerini, ellerinde biriktirdiği sıcaklığı delicesine özlemiştim. Özlemiştim ama ona hala hem kırgın, hem de öfkeliydim.

Sanki zihnimi okuyabiliyormuş gibi "Özlemedin mi beni?" diye sordu birden, refleks olarak kafamı başka bir tarafa çevirirken kendimi yutkunmamak için zorladım ve omuzlarımı silkeledim. Güldü yeniden, göğsümdeki kuşun kanat seslerini duymuyor olmasını diledim.

Bana saatlermiş gibi gelen bir saniyeliğine, sorduğu soruyu ciddiye alıp içimi önüne sermek istedim. O yokken ne rüyalar gördüğümü, sırf onu bulurum diye kaç mısra gezdiğimi, bazen dolabından çaldığım giysileriyle uyuduğumu, fotoğrafları... Her şeyi. Ama bunun yerine "Ne özleyeceğim seni?" diye terslendim ona döndüğümde. O yine de içim diye bildiğim her şeyi görüyormuş gibi gülümsedi, sırtını duvardan çekip bana doğru yürüdü. Aralarında en fazla bir buçuk metre bulunan iki duvar vardı, o iki duvarın bir buçuk metrelik boşluğuna sığışmıştık. Bana doğru yürüyünce, sırtını duvara yaslayan ben olmuştum bu defa. Gözlerimi, kaçmak isteyeceğim kadar derin bakışlarıyla izledi, durdu, elini yanağıma çıkardı, bir makas aldı yanağımdan. "Zayıfladın mı sen?" diye sordu. Bu defa yutkunmama engel olamadım.

"Ne soruyorsun?" diye terslendim biraz sonra, eli hala yanağımdaydı. "Sana ne zayıflamışsam? Umurunda sanki?"

Güldü, "Huysuz kara'm," dedi. İçim sızladı. Yeniden kaçırdım gözlerimi, o da ellerini çekti. "Kook." dedi bu defa da, biraz ince çıkmıştı sesi. Başımı ona çevirmedim çünkü gözlerim dolmuştu. Sustum, sustu. "Seni çok özlemişim ben," dedi birkaç dakikalık sessizliğin ardından. Kalbim bir anlığına dünya gibi durdu ve sonra ona sarılmak isteyen parmak uçlarım başta olmak üzere her yanımda koşturdu. Karnıma öyle bir ağrı girdi ki tamam, dedim içimden. O ağrı diğer organlarım kadar kalıcı.

"Neredeydin koca iki haftadır?" diye sordum cevap vermeyeceğini bildiğim, acıyacağımı bildiğim, sormak istemediğim halde. Konuyu değiştirmek için sormuştum, bana biraz daha böyle şeyler söylese onu sahiden öpebilirdim bile. O da sanki bunun farkındaymış gibi susarken gülümsedi sadece. "Sana," dedi. "İki tane orta boy pizza söyleyeceğim." "İstemem." dedim anında. Her şeyi yemekle çözebileceğini sanıyordu. Neden buna bu kadar takmıştı bilmiyordum ama bir saniyeliğine gülesim geldi. O da titreşen kıvrımlarımdan cesaretlenip bir makas daha aldı yanağımdan.

"Çok zayıflamışsın,"

Sesi biraz azarlar gibi çıkmıştı, gözlerimin en içine baktı yeniden. "Gözlerimin önünde yemek yediğini görmezsem, babanın yanına birkaç saatliğine bile rahat gidemem."

"Gitme o zaman." dedim, sonra da yerdeki taşları kafama kafama vurmak istedim bunu söyledim diye. Gülümsedi, daha da sinirlendim. Konuşalım diye anlaştığımız her şeyi konuşmuşuz da ona nasıl delirdiğimi söylemişim gibi gülümsüyordu bana. Sanki en içimde, katman katman sarıldığım örtülerimin en ardında, küçük, cam bir fanusta sakladığım gülü, kendini görebiliyormuş gibi gülümsüyordu. Bu gülümseyişinden nefret ediyordum işte.

"Akşam geleceğim eve."

"Ne halin varsa gör." dedim, kollarımı göğsümde bağlayıp sırtımı duvara iyice yaslarken. O da Jaewha ve Jaewon'un olduğu tarafa doğru yeniden kaşları çatık bir biçimde bakmaya başladıktan sonra "Dayak arsızı herhalde bu çocuk." diye mırıldandı. İkisi, bıraktığımız yerde tartışıyor gibi görünüyordu. "Okulda da böyle bulaşıyor mu sana hala?"

"Sana ne?" dedim. Kafasını hızla onlardan çekip bana çevirirken kaşlarını daha da çok çattı. "Jungkook." dedi uyarır gibi, kaşlarımı havalandırdım ne var, der gibi. "Senin için endişeleniyorum." diye cevapladı sessiz sorumu. Bu sinirlerimi bozarken "Benim için edişelenseydin koca iki haftadır en azından bir defa görmeye gelirdin beni." dedim. "Geldim," diye fısıldadı. Yanlış duyduğumu sandığım kadar sessiz bir fısıltıydı bu. Yeniden bir aptal gibi umutlanmamak için duymamış gibi yapmayı seçerek eve doğru yürümeye başladım.

"Geldim ama sen bizim çocuklarla çok mutlu görünüyordun."

"Niye gelmedin yanımıza?" diye sordum, adımlarımı durdurup ona en sert bakışlarımdan birini gönderirken. Onu o kadar özlemiştim ki bir saniye bile kalsa yanımda yeterdi. Bir saniyeliğine görsem o tanıdık bakışları...

"Canını sıkmak istemedim." diye mırıldandı, daha da sinirlendim. "Benim yerime kararlar almayı bırakman gerekiyor." dedim sinirle ama ben daha ona düşüncesinin ne kadar bencilce olduğunu bağıramadan Jaewha geldi yanımıza. Midemi bulandıracağını adı gibi bildiği iğrenç bir sırıtışla "Kardeşinin," dedi Jimin'e. Sanki ağlamış gibi kızarık gözleri yine de karanlık bakıyordu. "Jaewon'a verdiğini biliyor muydun?"

Jaewon arkadan gelmiş ne olduğunu anlayamayan suratıma özür diler gibi bakarak Jaewha'yı kolundan tutup çekiştirmeye çalışmıştı.

"Kendini rezil ediyorsun artık, kes şunu."

Ama Jaewha ona fırsat vermeden cebinden telefonunu çıkardı, ekranını açtı, bir şeyler kurcaladı, Jaewon ona engel olmayı sahiden deniyor gibiydi. Neredeyse yalvaracaktı. Ama hiçbir şey onu durdurmadı. Bir şeyler gösterdi Jimin'e, Jimin'in kaşları çatıldı.

"Bu arkası dönük olan kardeşin." dedi, neler döndüğünü nihayet anlayıp can havliyle Jaewha'yı ittirdim, midem ağzıma gelmişti sahiden. Konuşmaya başlasam kusacak gibiydim. Ben de elinden telefonu aldım ve sertçe yere attıktan sonra ayağımın altında parçaladım. Jaewha güldü, telefona aldırmadan arkasını dönüp giderken "Öptüğü de Jaewon işte." diye fısıldadı. Jaewon da arkasından gitti.

Başımdan aşağı kaynar sular boşalmıştı. Korkuyla Jimin'e baktığımda onu zemini izliyor, kalp atışlarımı duyabilecek kadar sessiz bir biçimde bekliyorken buldum. Elim ayağım daha önce hiç deneyimlemediğim bir telaşla sallanmaya başladı. Nasıl tepki vereceğini kestiremiyordum, nasıl tepki vermem gerektiğini de bu yüzden Jimin, "Doğru muydu o şerefsizin söyledikleri?" diye sorduğunda yapabildiğim tek şey yutkunup onun gibi yere bakmak olmuştu.

"Jaewon'la mı öpüştün?"

Sakin sorusuna benim bile zor duyduğum bir sesle onay verip gözlerime çıkardığı bakışlarını karşılamak için ona döndüm. Gözleri kapkaraydı, kaşları çatık, dudakları gerilmiş. Nefes bile almıyormuş gibi karşımda öylece dururken "Tüm o dedikodular, o öpücükten mi yayıldı?" diye sordu bu sefer de. Kafamı aşağı yukarı salladım. Robot gibi "Kamp olayı hikaye miydi?" diye sormaya devam etti. Sesi o kadar soğuk, o kadar hissiz o kadar uzaktı ki ellerim gibi ben de titredim.

"Kampta birileri bir şey görmüş ama net değil."

Verdiğim cevapla birlikte gergin gergin güldü ve kendiyle konuşuyormuş gibi sakin, sessiz bir biçimde "Bana yalan söyledin yani." diye mırıldandı.

"Kızarsın sandım." dedim, biraz daha bu konuyu konuşmaya devam etsek kusacak gibiydim üstelik bedenim aşağısını da hissetmiyordum. Dizlerim yok gibiydi. Beni ayakta tutanın ne olduğunu bilmiyordum ama çok gerilmiştim. Ürkütücü bir sakinliği vardı. Tüm sinirini içine biriktirdiği bir balonla karşımdaymış da söylediğim ufacık yanlış bir sözde o patlayıp içindekileri üstüme boşaltacakmış gibi. Yutkundum.

"İnanamıyorum, bana yalan söyledin."

"Sen bana defalarca söyledin, Jimin." diye karşılık verdim. Kaşlarını daha da çatıp sanki düşmanıymışım gibi bir öfkeyle baktı bana. Kendinden emin çıkan sesim titredi. Bana hiç yalan söylemiş miydi? Bir şeyleri söylememesi, yalana girer miydi?

"Niye bu kadar abartılı bir tepki verdiğini anlamıyorum."

Jaewon'u öptüğüm dönem aklıma gelince gözlerim doldu. Yapayalnızdım. Jimin yoktu, annem yoktu, kendi yemeğimi bile kendim yapıyordum. beni nasıl bir yokluğun içine ittiğini bilmiyordu. Adımlarıma sarılan gücü nereden aldığımı, beni o sokağa neyin çıkardığını...

Neden böyle bir şey yaptığımı sormak yerine, beni suçluyordu.

"O günlerde ne yaşadığım, ona giderken ne düşündüğüm hakkında ufacık bir fikrin bile yok." dedim, gözlerimden birer damla yaş süzülmüştü bile. Karşısında ağlamaktan nefret ediyordum. Bundan sonra karşısında ağlamayacaktım onun. "Kendinde bana hesap sorma cüretini nasıl buluyorsun sahiden?"

"Bana yalan söyledin, Jungkook!" diye bağırdı, sonunda o balonu patlatmıştım.

Engelleyemediğim bir hıçkırık boğazımdan söküldüğünde sesini de bakışlarını da yumuşatıp bana doğru adımladı. Eliyle kendini işaret ederken "Kendimi ne kadar suçladığımdan haberin var mı?" diye sordu. Bir yanı kendi kendine çizdiği sınırı aşmak ister gibiydi sanki, bana öyle şefkatli baktı. Ama okşamadı saçlarımı. Gözümden akan yaşlar da umurunda olmadı.

"Maruz kaldığın zorbalığın kaynağı benim diye, ne kadar suçladım kendimi, haberin var mı?"

O konuştukça içimdeki sevgi açığı oyuluyordu. Bugüne kadar kendimi beni sevdiğine inandırarak ördüğüm tuğlalarıyla o ev, başıma yıkılıyordu. Başka birini öptüğüme kızmamıştı. Senelerdir istediğim, beklediğim öpücüğü, ilkimi başkasıyla paylaştığıma kızmamıştı. Beni başkalarıyla görmek onun canını, benimkini yaktığı kadar yakmamıştı. Beni sevmiyordu. Hayır, beni seviyordu ama benim onu sevdiğim gibi değil. Bu en fenasıydı.

Sanki kirpikleri birer bıçakmış gibi, içimi oyuyordu. O kirpiklerin ardına gizlenmiş gözlerdeki öfke başkaydı. Nefret ettim. O saniyelerde Jimin'den hiç etmediğim kadar çok nefret ettim.

"İlkimdi." diye mırıldandım, farkındalığın getirdiği şokla. İlk öpücüğümü beni sevmeyen birine vermiştim. İlk öpücüğümü Jimin'e vermiş olsam hiçbir şey değişmeyecekti.

"İlk kez öptüm ben birini. Keşke tadını çıkarsaymışım."

Onun da yüzüne farkındalığın getirdiği bir şaşkınlık yayıldı. Bir saniye sonra kaşlarını çatarken geriye doğru adımladı ve belki de ilk kez, onu tanıdığımdan beri ilk kez bana suçlar gibi baktı.

"O kadar aptalım ki," dedim, bir şey demeyeceğini anladığımda. Gözlerini gözlerimden kaçırdı. "O kadar aptalım ki başkasını öpmüş olmam seni üzer sanmıştım."

"Jungkook-" dedi, az önceki adımıyla açtığı boşluğu kaparken. Onu susturdum, dudaklarımdan bir hıçkırık daha kaçtı. "O kadar aptalım ki o dudaklar senin değil diye, kendimi suçladım."

İçimde bir şeylerin öldüğü an tam da bu andı. Jimin susarak öldürmüştü içimdeki umut açını. Hatta dünyadaki tüm umutları öldürmüştü. Bir daha hiç nefes alamayacağımı sandım. Bir daha hiç mutlu olamayacağımı, ağız dolusu gülemeyeceğimi, bir daha kimseyi sevemeyeceğimi sandım. Onu bile. O kadar kırılmıştım ki öleceğim sandım.

Canım yandı, demedi. Beni öpmeni isterdim, demedi. Benden özür dilemedi. O partide ne aradığını bile söylemedi. Taşmak üzereymiş gibi duran gözleriyle beni izledi durdu. Sanki duymaya can attığım tek cümle buymuş gibi "Seni uyarmıştım." dedi sonunda. Midem ağzıma kadar geldi. Arkamı dönüp eve kadar koştum.

***

Beni sevmiyordu.

O kadar aptaldım ki birkaç günlüğüne beni sevdiğine sahiden inanmıştım. Kamptaki o ilgili tavırları, Taehyung hayatımıza girdiğinden beri benimle yönünü değiştirmiş samimiyeti, ellerimi tutuşu, saklambaç oynarken yaşadığımız o karmaşık anı... Hepsini kafamda mı uydurmuştum? Gitmeden önce beni öpmek istediğini söyleyen kimdi? Beni bu kadar yitik hissettirmeye ne hakkı vardı?

Ondan nefret ediyordum. Beni sevmediği için ondan nefret ediyordum. Onu bu kadar sevdiğim için kendimden de. Annem öleli bir buçuk ay olmuştu sadece. Yatağıma uzanmış, tavanı izlerken düşünmem ve hıçkıra hıçkıra ardından ağlamam gereken bir tek annemken ben, Jimin'in beni sevmeyişine ağlıyordum. Böyle iğrenç biri olduğum için kendimden nefret ettim ama en çok Jimin'den.

Ağlaya ağlaya sızmışım. Duyduğum tıkırtılara uyandığımda gözlerim öyle acıyordu ki neredeyse dönüp yeniden uyuyacaktım ama tıkırtılar susmadı, merakım baskın geldi. Ben de ayaklandım.

Jimin, gecenin kaçı olduğunu bilmediğim bu saatte, odasının ortasında durmuş, eline geçen tüm eşyalarını küçük bir çantaya atıyordu. Gözü sanki hiçbir şeyi görmüyormuş gibiydi, beni de fark etmediğini "N'apıyorsun?" diye sorduğumda irkilmesinden anladım. Sanki sormamışım gibi bana cevap vermeden her ne yapıyorsa yapmaya devam etti ama.

Birkaç saat önce ettiğimiz kavgayı ve beni ne kadar ağlattığını unutup cevap vermeyeceğini bile bile "Yine mi gidiyorsun?" diye sordum. Odanın içinde adımlayıp yatağına oturmuştum. Tahmin ettiğim gibi, sustu ve banyoya gitti, muhtemelen kirli sepetinden bir şeylerle döndüğünde yüzünde gördüğüm öfkeyle titredim. Bir şey olmuştu. Beni yerimden kaldıracak, ona doğru adımlatacak, bir şeylerin inanılmaz ters gittiğini anlamamı sağlayacak türden bir şey. Gözlerinde sönen bir şey. Korktum, sanki bunca zaman gerçekten yanımdaymış gibi onu kaybetmekten korktum.

Gidiyordu. Evi terk ediyordu. Bütün eşyalarını topluyordu, Jimin. Kirlilerini bile.

"Jaewon olayı yüzünden mi gidiyorsun?" diye sordum. Yüreğim ağzımda atmaya başlamıştı. Bana söyleyeceği en ufak kötü sözde, sanki onu kusacaktım. Boğazım kurumuştu. Eşyalarını yerleştirdiği çantaya uzanan ellerim titriyordu. "Sana yalan söyledim diye mi bırakıyorsun beni?"

Cevap vermedi. Bir yanım abarttığımı, gidiyorsa da her zamanki halleri olduğunu söylüyor, diğer yanım tehlike çanları çalıyordu içimde. Jimin öyle ciddi, öyle acele yapıyordu ki işini sanki bu evde bir tane bile fazladan nefes almaması gerekiyordu. İçim ezik büzük oldu. Daha önce hiç tüm eşyalarını alarak gitmemişti ki.

Hep farklı farklı şeyler giyerdi ama kıyafetten başka, odasında kendine ait pek bir şey olmadığından işini hemen bitirdi. Almaya çalıştığım çantayı parmaklarımın arasından çekip fermuarını kapattığında yüzüme baktı ilk defa.

Yutkundum. Öfkeli görünmüyordu, yüzünde öyle bir ifade vardı ki annesi mezarından çıkıp yeniden öldü sandım. Onu o günden sonra ilk defa bu kadar mahzun, bu kadar üzgün görüyordum. Gözlerim beni bile şaşırtan bir hızla dolduğunda boğazımı temizleyip "Gerçekten gidiyor musun?" diye sordum. Onun da gözleri dolu dolu olmuştu. Karşımda bir kere daha ağlasa n'apardım hiç bilmiyordum. Öfkelensin istedim. Bana öyle, dünyanın tüm ölü çocuklarını gözlerine yerleştirmiş gibi umutsuz bakmasın.

"Başıma gelenler hep senin yüzündendi." dedim bu yüzden ona. Omuzlarını düşürüp bavulunu yere bıraktı ve sözümü keserken "Doğru söylüyorsun." dedi bana utanmadan. Alay etmiyordu, aksine inanılmaz ciddiydi. Görüntüsü bir saniyeliğine gözlerimden silindi, bir damla yaş aktı yanaklarıma. Yeniden yutkundum. "Sen partiye gittin diye öptüm ben Jaewon'u."

Gözlerini yumup iç geçirdi, odasının girişinde duruyordum, çıkması için beni geçmesi gerekti. Daha önce defalarca kez üzerinde tepindiğim gururum incinse de hareket etmedim. Onu bırakamazdım, beni bırakamazdı. Böyle olmazdı. Daha önce hiç, gelmeyecekmiş gibi gitmemişti. Gelmezse yaşayamazdım.

"Kendini suçlamaya devam et nereye gidiyorsan."

Çekilmediğimi gördüğü halde bana doğru yürüdü. Karnımda daha önce hiç büyütmediğim bir sancı büyümüş, karanlıkla sarmıştı içimi. Bir an gözlerinde darmadağın ama kalıntıları dimdik bir adam gördüm. Ne dersem diyeyim gidecekti, emin olmuştum buna.

"Gidebilmem için çekilmelisin." dedi, burnumun dibine kadar girmişti. Ne ellerimi ne de bacaklarımı hissediyordum. Çekilemedim. Çekilemem diyemedim. Beni geçmek için sola doğru adımladığında önünü bile kesemedim.

"Bir daha gelmeyecek misin?" diye sordum, yeniden. Gözyaşlarım durmuyordu ama garip bir biçimde sesim de titremiyordu. Bana cevap vermedi.

"Git." dedim, o susunca, dermanım kesilmişti. Az önce ağzımda atan yüreğim ölmüş de boğazıma kaymış gibi bir şeyler tıkadı nefesimin önünü. Dediğimi yaptı, hayatı buna bağlıymış gibi bir aceleyle salona doğru yürüdü. "Git!" diye bağırdım ardından. "Git, gelme sakın bir daha. Duydun mu beni?"

Öfkeme sarılıp, yanımdan geçerken atamadığım adımlarla salona gittiğimde eli çoktan kapının kolundaydı. Sanki bıraksa yığılıp kalacakmış gibi sıkı sıkı tutuyordu diğer elinde de çantasını. İçimde bir şeylerin can çekiştiğini duydum. Öldüğünü sandığım tüm umutların yeniden, yeniden öldüğünü.

"O kapıdan çıkarsan yüzüne asla bakmam, Jimin."

Kendime verdiğim sözleri birkaç saatte yuttuğumu çok iyi bildiği için olsa gerek tehdidim umurunda olmadı. Sahiden gidecekmiş gibi kapının kolunu indirdi. Öyle korktum ki çıkmasından, bir daha yüzünü görememekten öyle korktum ki koşar adım yanına gidip onu tuttum ve kapıdan uzaklaştırırken kendimi önüne koydum.

"Çekil, Jungkook." dedi, ileri atılıp kapıyı açmaya çalıştığında yeniden. Kafamı kapıya iyice yasladıktan sonra elini tuttum.

"Biliyor musun senden nefret etmekten çok yoruldum."

İç geçirdi. Yüzüme neden bakamıyordu bilmiyordum ama bakışlarını ellerinden, kapının kolundan çekmedi. Kalbim vücuduma kan yerine endişe pompalıyordu. Gideceğine adım kadar emin olmama rağmen karşısında aptal konumuna bilmem kaçıncı defa düştüm. "Gitme." dedim, can çekişiyordum. Elleriyle kapının kolu arasına sıkışmış canım, çıprınıyordu. Tüm bunların ne anlama geldiğini idrak edemesem bile çırpınıyordum. Böyle gidemezdi. Böyle olmazdı.

Birkaç nefes alımlık süreden sonra dediğimi umursamadan kapıya yeniden uzanmaya çalıştığında ona sarılarak hareketini durdurdum. Yaptığına bir dakika daha devam etse ölecektim. Ara ara gitmesi sorun değildi, dönmesini beklemek yetiyordu bana ama böylesi... Nefes alayım diye bile umut bırakmıyordu. O giderse yaşayamazdım. Nasıl nefes alacağımı bile unuturdum giderse.

"Yalvarırım gitme." dedim, hıçkıra hıçkıra ağlarken. Ellerimi boynuna öyle sıkı sarmıştım ki beni bıraksa bir et torbasıymışım gibi yere yığılır kalırdım. Ölürdüm orada. Bu yüzden yalvardım.

"Bırakma beni, Jimin. Yalvarırım yapma."

Omuzuna bıraktığım başımı kaldırıp benden yalnızca birkaç santim uzakta duran yüzüne baktım. O da benim gibi ağlıyordu. Belki benden daha çok ağlıyordu. Hıçkırdım. İçimde biri can çekişiyordu sahiden. Biri de bu son şansın diye bağırıyordu. Son silahın.

Ben de şarjörü doldurdum, namluyu dudaklarına dayadım. Tek başıma ölmeyecektim, bu hikayede yanan bir tek ben olmayacaktım.

Boynuna sarılı ellerimden birini, ensesine oradan da saçlarına kaydırıp yüzünü kendime doğru kaldırdım ve gözlerimi yummadan bir saniye önce, tuzlu dudaklarına bir öpücük bıraktım. Bunu yapmamı hiç beklemiyormuş gibi irkilse de nefesini tutmuştu, fark etmiştim. Kalp atışlarımızdan başka hiçbir şeyi duyamıyordum çünkü. Sanki sahiden bir boşluğu öpüyormuşum gibi.

Bu aşkı tek kişilik yaşıyormuşum gibi.

Tepki vermedi. Daha buradan belliydi. Ona doğrulttuğumu düşündüğüm tüm namluların ucu alnımın ortasıydı, belliydi. Dudaklarına kapanan dudaklarımı ağırlamadı, benim onu öptüğüm gibi, beni öpmedi. Orada olduğuna beni inandıran tek şey elinden düşürdüğü çantanın zeminde bıraktığı tok sesti. Yutkundum ve bu defa öfkeyle bastırdım dudaklarımı dudaklarına. Onu iyice sarıp öteki elimle saçlarını çekiştirdim. Elleri belime sarılırken beni kendine çekse de öpüşüme karşılık vermedi.

Bir anlığına geri çekilip "Gitme." diye mırıldandım ve üst dudağını öptüm yine. "Beni bırakma, Jimin. Sensiz ölürüm. Anlıyor musun?"

Belimin iki yanına sardığı elleriyle pozisyonumuzu değiştirip bana yaslandı ama benimkilerden çoktan ayırdığı dudaklarını "Kalamam." demek için araladı. Şimdi sırtını kapıya yaslayan oydu, fark edememiştim bile. Dudaklarının sarhoşu olmuştum. Ateş ettiğim kurşunla, ben vurulmuştum.

Dalgınlığımı fırsat bilip eliyle iterek beni kendinden uzaklaştırdı. Önce anlamayan gözlerime aldırmadan üzerimdeki tişörtü eteklerinden tutup başımdan çıkardı, sonra da elini yüzüme yaslayıp bana doğru yükseldi. Çantasını yerden almıştı. Kapıyı çarpıp çıkmadan önce dudaklarımın birleştiği noktayla çıplak omuzuma birer öpücük bıraktı. Bir fidanın can suyu gibi tutundum ona.

Gitmişti.

Beni sevmediğini unutmuştum. Namluyu dayadığımı düşündüğüm dudaklar benimkilerdi. Yanan ben olmuştum. Ona ne kadar muhtaç olduğum, yanımda kalması için ne kadar ileri gidebildiğim umurunda olmamıştı çünkü beni sevmiyordu. Tek başıma yanmıştım.

O çıkar çıkmaz kapının önüne yığıldım ve içimi kurutacak kadar çok ağladım ardından.

Gitmişti. Terk etmişti beni.

Ölebileceğime aldırmadan.

***





sizi çok özledim ya umarım güzel güzel yorumlar yapmışsınızdır. söz veriyorum acı keder dolu günlerin bitmesine az kaldı.......... jimin'in sırrını öğrenmemize yani. sürekli gidiyor geliyor bu ne diyorsanız diyeceğim şey şu kiiiiii jimin hep böyleymiş işte....... yapacak bir şeyim yok kurgum kişisi bu bize gelişi bu :( üskünüm :(

bir de şey dicektim, jungkook'un ağlamadığı bir bölüm yazmak çok zor sofmdşff küllerinden doğar mı bu çocuk da be hı

bir de şey işte sizi çok özledim.

Continue Reading

You'll Also Like

214K 20.1K 27
010 ***: hamileyim jungkook: sen kimsin
20.3K 2.7K 18
O hep "kırılmadım sorun yok" diyordu, fakat ruhu yavaş yavaş ölüyordu. Texting&düzyazı
230K 20.3K 42
Hyunjin, engelli doğan çocuğuna bir bakıcı arar. Paraya ihtiyacı olduğu için iş arayan üniversite öğrencisi Felix, duyduğu gibi hemen bu işe talip ol...
betty By ︎ ︎

Fanfiction

2.4M 211K 33
Ama New York'a geldiğimden beri bir kokusu var. for vanilla baby