LVI

60 5 0
                                    


58

Parlak durumumdaki sönükleşmenin, yükseldiğim yerden tepetaklak düşmemin haberi bizim köyle dolaylarına benden önce ulaşmıştı. Kasabaya vardığımda baktım haberi alan Blue Boar'ın bana karşı tutumunda büyük bir değişim olmuştu. Varlığa kavuştuğum sıralarda gözüme girmek için beni sıcacık bir ilgiyle bağrına basan Blue Boar'ın, varlıktan düştüğüm şu günümde buz gibi bir ilgisizlikle bana sırt çevirdiğini gördüm.

Kasabaya akşam vardım. Eskiden kolayca aldığım yol o gün çok yormuştu beni. Blue Boar Hanı'nda her zaman kaldığım odanın, "tutulmuş" olduğunu öğrendim. (Yeni mirasa konan birine verilmiş olsa gerekti.) Beni avlu üzerinde, güvercinlerle arabalar arasında, külüstür bir odaya aldılar. Neyse ki ben bu odada da, hanın en pahalı odasındaymışım gibi deliksiz bir uyku çektim; öylesine güzel düşler gördüm.

Sabah erkenden, kahvaltım hazırlanırken Satis Köşkü'ne doğru şöyle bir yürüdüm. Kapıda, pencerelerde, ev eşyasının ertesi hafta açık artırmayla satılacağını bildiren ilanlar vardı. Ev, yıkıcılara verilmiş; işe yarar yerleri eskicilere satılacakmış. Bira fabrikasının üzerine badanadan eciş bücüş harflerle, "Bölüm I," diye yazmışlardı. Bunca yıldır kapalı duran ana yapı ise "Bölüm II," diye numaralanmıştı. Başka bölümlere başka numaralar konmuş, yazılara yer açılsın diye duvar sarmaşıkları köklenmişti. Sap sap sarmaşıklar daha şimdiden yerlerde toza belenip solmaya başlamıştı.

Açık duran bahçe kapısından içeri adımımı attım; bir an durdum, orada işi olmadığını bilen bir yabancı gibi diken üstünde çevreme bakındım. Açık artırmacının yazmanı bira fıçılarını sayıyor, yanındaki başka bir adam da elinde kalem, onun söylediklerinin listesini çıkarıyordu. Onun kaç zamanlar "Koca Clem" şarkısını söyleyerekten itip dolaştırdığım o eski tekerlekli koltuğa kurulmuş oturduğunu gördüm.

Kahvaltı için hana döndüğümde baktım Pumblechook, han sahibiyle hoşbeş etmekte. (Geçirmiş olduğu son serüvenin onu güzelleştirmiş olduğunu söyleyemeyeceğim.) Yolumu gözlemekte olduğu belliydi. Beni görünce yanıma gelerek, "Delikanlı, böylesi düşkünleştiğine üzülüyorum doğrusu," dedi. "Ama başka ne umulurdu zaten, efendim; ne umulabilirdi bundan başka?"

Elini, suçluyu bağışlayan, gene de tepeden bakan bir tavırla uzattı. Ben de hastalıktan cılız düşmüş, takışacak durumda olmadığımdan tutup sıktım bu eli.

Pumblechook, "William," diye garsona seslendi. "Masaya bir çörek getir. Vah vah, bu günleri de görecektik ha?"

Asık yüzle kahvaltıya oturdum. Mr. Pumblechook tepeme dikilmiş duruyordu. Daha ben davranıp çaydanlığı alamadan o benim çayımı, her şeye karşın yüce gönüllü olmaktan vazgeçmeyen velinimet tavrıyla kendisi boşalttı. Sonra üzüntülü bir sesle, "William," dedi gene. "Tuz da koy sofraya." Bu kez bana dönerek, "O eski, mutlu günlerimizde çayını bol şekerli içerdin galiba, değil mi?" diye sordu. "Süt de alır mıydın? Alırdın demek. William, şeker getir, süt getir. Biraz da tere getir."

Soğuk soğuk, "Sağ olun, tere yemem," dedim.

"Yemezsin ya," diye Mr. Pumblechook içini çekerek uzun uzun baş salladı. Tere yememek benim yoksullaşıp düşkünleşmemin doğal bir sonucuydu sanki. "Çok doğru. Toprak Ana'nın meyveleri, kullarının gündelik rızkı. Yok, tere getirmeyeceksin, William."

Ben kahvaltı ediyordum. Pumblechook Amca da tepemde dikilmiş gene her zamanki gibi sesli sesli soluyarak o camlaşmış gözleriyle beni süzüyordu. Derken yüksek sesle düşünürcesine, "Bir deri bir kemik kalmış, zavallı," dedi. "Oysa buradan hayır dualarımla uğurladığım zaman fıstık gibiydi doğrusu. Ee, soframız onun sofrasıydı elbet; bir kuşsütüyle beslemediğimiz kalırdı onu."

Büyük UmutlarWhere stories live. Discover now