XXXIII

88 3 0
                                    


35

Yaşam yolumda ilk olarak bir mezar açılıyordu; düzgün yolda bu mezarın açtığı gedik akıl almaz bir şeydi. Ablamın mutfaktaki ocağın başında, koltuğuna gömülmüş oturuşu, gece gündüz gözümün önünden hiç gitmiyordu. Köydeki evimizin onsuz var olabileceğini havsalam bir türlü almıyordu. Gerçi son zamanlarda onu pek seyrek düşünür olmuş, belki de unutmuş gitmiştim, ama şimdi sokakta yürürken onun karşıdan bana geldiğini görür gibi oluyor, biraz sonra kapıyı çalıverecekmiş gibi garip bir duyguya kapılıyordum. Londra'da oturduğum yerlerle ablamın hiçbir ilişkisi olmamıştı. Ama buralarda bile hem ölümünün bıraktığı boşluğu duyuyordum, hem de her dakika sesini işitir, yüzünü, kıpırtısını görür gibi oluyordum. Sanki çok girip çıkmıştı buralara; hâlâ yaşıyordu sanki.

Yaşam yolum hangi yöne sapmış olursa olsun, ablamı gerçek bir sevgiyle anımsayacağımı sanmıyorum. Ama sevginin bulunmadığı yerlerde bile insan ister istemez pişmanlığa, özleme benzer bir sarsıntı geçiriyor sanırım. Bu sarsıntının etkisiyle (belki de sevginin eksikliğini kapatmak için) ablama bunca acı çektiren saldırgana karşı içimi büyük bir öfke bürümüştü. Yeterli kanıtım olsa Orlick'i, daha doğrusu saldırgan kimse onu, ölüme değin kovalayıp öcümü alacağımı düşünüyordum.

Joe'ya başsağlığı dileyen ve cenazeye geleceğimi bildiren bir mektup yolladıktan sonra aradaki günleri yukarıda anlattığım tuhaf düşünce ve duygular arasında geçirdim. O gün erkenden, sabah arabasıyla kasabaya indim. Köye yürümek için önümde bol zamanım vardı.

Mevsimlerden gene yaz, hava çok güzeldi. Yolda yürürken savunmasız, minicik bir çocuk olduğum günler, ablamın aman dinlemeyen insafsızlığı açıkça gözümde canlandı. Ama ne de olsa, renkleri daha bir yumuşamıştı şimdi, ünlü gıdıkçının sivri ucu bile yuvarlanıp yumuşamış gibiydi. Çünkü şu sırada yüzümü okşayan yonca kokulu esinti yüreğime, "Bir gün aynı güneşin altında yürüyen başkalarının da, bana karşı yüreklerini yumuşatmalarının ne kadar hoş bir anı olabileceğini," fısıldamaktaydı.

Sonunda bizim ev karşıdan göründü. Baktım, Trabb ve Ortakları bir cenaze töreni düzenleyerek yönetime el koymuşlar. Sokak kapısını, görünümleri hem gülünç, hem iç karartıcı olan iki bekçi tutmuştu. Ellerinde kara sargılara sarılı birer koltuk değneği tutuyorlardı, sanki bu araç bir yas simgesi olabilir ya da göreni avutabilirmiş gibi! İçlerinden birini tanıdım; Blue Boar Hanı'ndan kovulan bir yamaktı. Kendisi, çok içkili olduğu bir gecenin sabahında, eyersiz bindiği atını, boynuna iki koluyla sarılarak sürme gereği duyduğu için yeni evli bir çifti talaş çukuruna düşürmesi yüzünden kovulmuştu.

Köyün bütün çocuklarıyla çoğu kadınları hayran hayran bu cenaze bekçilerini ve evimizle, dükkânın kapalı duran pencerelerini seyretmekteydiler. Ben yaklaştığım sırada bu bekçilerden biri (handan kovulanı) kapıya vurdu. Benim, üzüntüden bitkin düştüğüm için kapıyı kendim çalacak gücüm kalmadığını belirtmeye getiriyordu.

Öteki cenaze bekçisi (bir gün bahse tutuşarak iki tane kaz çevirmesini yemiş olan bir marangoz) kapıyı açtı, beni konuk odasına aldı. Burada Mr. Trabb en büyük, en güzel masanın başına geçmiş, masanın bütün kanatlarını açmış, bir sürü kara iğnenin yardımıyla bir tür "kara panayır" işletmekteydi. Benim içeri girdiğim sırada birilerinin şapkasını uzun, kara kumaşlara sararak Afrikalı bir zenci bebeğine benzetmişti. Benim şapkamı da almak için elini uzattı. Ama ben kafam karışık olduğundan onun bu yaptığını yanlış yorumlayarak uzattığı eli kavradım, büyük bir candanlıkla uzun uzun sıktım.

Zavallı, sevgili Joe! Kocaman bir fiyonkla çenesinin altından bağlanan küçücük, kara bir pelerine sarılıp sarmalanmış, odanın yukarı köşesinde, tek başına oturmaktaydı. Onu oraya, baş yaslı olarak Trabb'in yerleştirmiş olduğu belliydi. Ona doğru eğilerek, "Sevgili Joe, nasılsın?" diye sordum.

Büyük UmutlarWhere stories live. Discover now