XXXVII

53 3 1
                                    


39

Yirmi üç yaşındaydım. Bana, geleceğim konusunu aydınlatmak üzere eski bildiklerime ek olarak hiçbir şey söylenmiş değildi. Oysa yirmi üçüncü yaş günüm geçeli bir hafta oluyordu. Barnard's Inn'den ayrılalı bir yılı aşmıştı. Temple'da oturuyorduk şimdi. Irmak boyunda, Garden Court'ta bir daire tutmuştuk.

Mr. Pocket'le aramızdaki öğretmen-öğrenci ilişkisi sona ermekle birlikte dostluğumuz eskisi gibi sürüp gidiyordu. Gerçi hiçbir meslek ve uğraşıda karar kılamıyordum (bunun da ne bugünüme ne yarınıma güvenemememin verdiği huzursuzluktan doğduğuna inanmak istiyorum), ama okumayı çok seviyor, her gün, hiç aksatmadan birkaç saat kitap okuyordum.

Herbert'in ticaret işi giderek gelişmekteydi, benim durumum da her yönden, geçen bölümün sonunda bıraktığımız yerde sayıyordu. Herbert bir iş için Marsilya'ya gitmişti. Yalnızdım. Bu yalnızlığın verdiği durgunluk bürümüştü içimi. Keyifsiz, tedirgindim. Uzun zamandan beri, "Belki yarın ya da önümüzdeki hafta durumum açıklığa kavuşur," diye durmadan umutlanıp durmadan düş kırıklığına uğramak, içimi çökertmişti. Arkadaşımın o güleç yüzünü, tatlı dilini öyle arıyordum ki!

Pis bir havaydı, fırtınalı, yağışlı; hem de ne fırtına, ne yağış... Sokaklar çamurdan geçilmiyordu. Günlerdir Londra'nın üzerinde, doğudan gelen ağır, büyük bir peçe dalgalanıp durmuştu. Hâlâ da dalgalanıyordu; orada, doğuda, bulutla, fırtınayla dolu sonsuzluk vardı sanki. Fırtına öylesine şiddetli esmişti ki kentin yüksek yapılarının çatılarındaki kiremitler uçmuş, kırlarda ağaçlar köklerinden sökülüp sürüklenmiş, yel değirmenlerinin kanatları kopup uzaklara yuvarlanmıştı. Kıyılardan ise, batan gemiler, boğulan denizcilerle ilgili kara haberler gelmişti. Şiddetli bastıran yağmur da, fırtınanın bu kudurganlığına eşlik etmişti. O akşam ben kitabımın başına otururken sona eren gün de, geçirdiklerimizin en kötüsü olmuştu.

Temple semtinde o zamandan bu yana birçok değişiklikler yapıldı. Artık eskisi kadar ıssız bir yer değil orası, ırmağa da öylesine açık değil... Bizim oturduğumuz yer, sokağın en sonundaki evin en üst katıydı. O gece ırmaktan saldıran rüzgâr, top atılıyormuş ya da dev boyunda dalgalar çarpıyormuşçasına gümbür gümbür evi sarstı. Fırtınayla beraber yağmur da yüklendikçe zangırdayan pencerelere baktığım zaman kendimi fırtınalı bir denizde, dalgaların dövdüğü bir deniz fenerinin içinde sanasım geliyordu.

Arada bir ocaktaki ateşin dumanı, böyle bir gecede dışarıya çıkacak cesareti yokmuşçasına bacadan aşağı yuvarlanıp geliyordu. Kapıyı açıp merdivenden aşağı bakınca merdiven boşluğunun lambalarının sönmüş olduğunu gördüm. Ellerimi yüzüme siper ederek kapkara pencerelerden dışarıya baktım (böylesi bir fırtınayla yağmura karşı pencereleri aralamak bile düşünülemezdi), avludaki fenerlerin de sönmüş olduğunu gördüm. Köprü üstlerindeki, kıyı yollarındaki lambalar soğuktan tir tir titreşiyorlardı; ırmaktaki takaların içindeki kömür ateşleriyse rüzgâra kapılmış, yağmur içinde ateş damlaları gibi kayıp gitmekteydiler.

Okuduğum kitabı saat on birde kapamak niyetinde olduğumdan saatimi masanın üstüne koymuştum. Tam ben kitabımı kaparken St. Paul Katedrali ile kentteki sayısız kiliselerin saatleri kimi önden, kimi arkadan, kimi hep bir ağızdan çaldılar. Çan sesleri rüzgârda garip bir biçimde çatlak, pürüzlü çıkıyordu. Bunu dinlerken rüzgârın saldırılarıyla, sesleri bile hırpalayıp paraladığını düşünüyordum ki merdivende bir ayak tıkırtısı duydum.

Hangi sinir gerginliği yüzünden bilmiyorum, delirmiş gibi bunu ölmüş ablamın ayak sesine benzetip korkuyla yerimden sıçradım? Önemi yok. Korkumun gelmesiyle geçmesi bir oldu. Merdivene yeniden kulak kabarttım, ayak seslerinin sendeleyerek basamakları tırmandığını duydum. O zaman merdivendeki lambaların sönük olduğunu anımsayarak okuma lambamı elime alıp merdiven başına gittim. Merdivenden çıkan kimse benim ışığımı görür görmez durmuş olmalıydı, çünkü çıt çıkmıyordu artık.

Büyük UmutlarWhere stories live. Discover now