XXVI

62 2 0
                                    


28

Hemen ertesi gün kasabaya gitmem gerektiği ortadaydı. Vicdan azabımın ilk coşkunluğu arasında, dosdoğru kendi köyümüze, Joe'nun yanına gitmem gerektiği çok açıktı. Gelgelelim ertesi günkü posta arabasında yerimi ayırttıktan, Mr. Pocket'lere gidip geldikten sonra, bu son konuda beslediğim düşüncelerle duygular keskinliklerini yitirmeye başladı. Ben de Blue Boar Hanı'nda kalmak için özürler, nedenler yaratmaya başladım; eve gidersem herkesi rahatsız edecektim; beni beklemediklerinden odamı hazırlamamış olacaklardı; Miss Havisham'a pek uzak düşecektim, oysa Miss Havisham titizdi, buyurgandı, bundan hoşlanmayabilirdi. Kendi kendilerini dolandıranların yanında dünyanın başkaca tüm dolandırıcıları hiç kalır. Ben de bu tür yutturmacalarla kendi kendimi aldattım.

Gerçekten garip değil mi? Başkasının verdiği sahte parayı bilmeden sahici sanıp almam akla yakın geliyor da, kendi bastığım sahte parayı bile bile sahici diye kendime yutturmam!.. Sözümona benim iyiliğimi düşünen bir yabancı, keseme daha sağlam yerleştirmek bahanesiyle paralarımı alıp yerine fındık kabuğu veriyor, diyelim. Ama benim kendi keseme fındık kabuğu doldurup sonra da bunu gene kendime para diye yutturmanın yanında o adamın hilesi hiç kalmaz mı?

Blue Boar Hanı'nda kalmam gerektiğinde karar kıldıktan sonra bambaşka bir kararsızlığa düştüm: Bizim Baş Belası'nı da yanıma alsa mıydım, almasa mıydım? Astarı yüzünden pahalı olan bu paralı askerin Blue Boar Hanı'nda, ele güne karşı boy göstermesini düşünmek aklımı çeliyordu. Kendisini hiç üstünde durmazcasına terziye götürmek, arsız çırağın arsızlığını kursağında bırakmak... bunun düşüncesi de zevkten içimi titretiyordu.

Öte yandan terzi Trabb'in çırağı sırnaşıp bizim Biber'le dostluğu ilerleterek ona birçok şey söyleyebilirdi. Haytanın biri olduğundan Biber'le sokakta, herkesin içinde alay edebilir, arkasından ıslık bile çalabilirdi. Sonra uşak tutmuş olduğumu Miss Havisham duyarsa doğru bulmayabilirdi. Kısacası, etraflıca düşündükten sonra Baş Belası'nı Londra'da bırakmaya karar verdim.

Öğleden sonraki arabada yer ayırtmıştım. Mevsimlerden kış olduğuna göre, kasabaya karanlık bastıktan üç-dört saat sonra ancak varabilecektik. Cross Keys'den kalkış saatimiz öğleden sonra ikiydi. Yanımda Biber'le birlikte kalkış saatinden on beş dakika önce meydana geldim.

O çağlarda mahkûmları iskelelere posta arabalarıyla taşırlardı. Onların arabaların dışında oturduklarını duymuş, kaç kez yollarda gelip geçen arabalarda, prangalı bacaklarını parmaklıktan sarkıtarak oturduklarını görmüştüm. Bu yüzden şimdi beni geçirmeye gelen Herbert arabamızda iki mahkûmun yolculuk edeceğini haber verince şaşmadım. Gene de, aradan çok zaman geçmiş olmasına karşın hâlâ etkinliğini koruyan bir nedenden ötürü, "mahkûm" sözünü ne zaman duysam irkilirdim.

Herbert, "Canın sıkılmadı ya bu işe, Handel?" diye sordu.

"Yok canım."

"Duyunca yüzünü buruşturdun gibi geldi de..."

"Hoşnut kaldığımı ileri sürecek değilim; sen de olsan sevinmezdin. Ama canımın sıkılması için de özel bir neden yok ki."

"İşte bak oradalar, tepeye tırmanıyorlar," dedi Herbert. "Ne çirkin, ne yüz kızartıcı bir görüntü!"

Mahkûmlar gardiyanlarına bira sunmuş olsalar gerekti, çünkü yanlarında bir muhafız vardı; üçü de ellerinin tersiyle dudaklarını silerek yaklaştılar. İki mahkûm bir araya kelepçelenmişlerdi. Bacaklarında demir parçaları vardı; biçimini ezbere bildiğim o demirler. Sırtlarındaki giysileri de iyi biliyordum. Başlarındaki gardiyanın belinde tabancası vardı, kolunun altına da koca topuzlu bir değnek sıkıştırmıştı. Gene de mahkûmlarla arasının iyi olduğu anlaşılıyordu. Onların yanı sıra atların arabaya koşulmasını seyrederken öyle bir duruşu vardı ki; sanki mahkûmlar henüz halka açılmamış bir sergiydiler de, kendisi de müzenin müdürüydü.

Büyük UmutlarOnde histórias criam vida. Descubra agora