VIII

94 10 0
                                    

9

Eve döndüğümde, Miss Havisham'la evini pek merak eden ablam sürü sürü sorular sormaya başladı. Sonra da sorularına yeterince ayrıntılı yanıtlar vermediğim için enseme, sırtımın ortasına yumruklar atarak yüzümü duvardan duvara çarptı.

Eğer başka çocuklar da anlaşılmamaktan, yanlış anlaşılmaktan, benim çocukken korktuğum kadar korkuyorlarsa (ki olasıdır, çünkü çocukluğumda bir hilkat garibesi olduğumu hiç sanmıyorum) bu korku birçok suskunluk ve yalanların anahtarıdır. Örneğin ben, Miss Havisham'larda gördüklerimi gördüğüm gibi anlatırsam sözlerime inanılmayacağını kesinlikle biliyordum. Yalnızca bu değil, Miss Havisham'ın da anlaşılmayacağını seziyordum. Gerçi onu ben de zerrece anlayabilmiş değildim, gene de gerçeği ablamın gözleri önüne olduğu gibi sermek, hem ona hem de Estella'ya kaba bir ihanette bulunmak olurmuş gibi geliyordu. Bu yüzden, elimden geldiğince az konuştum, yüzüm de mutfak duvarına çarpılıp durdu.

En kötüsü, Pumblechook Amca denilen o koca zorba, benim görüp duyduklarımı öğrenmek merakıyla çatladığından ikindi üzeri çay saatinde paytonuyla alı al, moru mor damlayıverdi. Bu baş belasını, balık gibi açık soluyan ağzı, soru işareti gibi dikilmiş kumral saçları, kursağındaki aritmetik problemlerinin gazından inip kalkan yeleğiyle karşımda görür görmez, çekingenliğim ve suskunluğum da hain bir inat olup çıktı.

Pumblechook Amca ateş başındaki onur koltuğuna oturur oturmaz, "Ey, çocuk," diye lafa girişti. "Nasıl vakit geçirdin bakalım gittiğin yerde?"

"Zararsız efendim," diye karşılık verdiğimi duyunca ablam bana yumruğunu salladı.

Amca Bey, "Zararsız ha?" diye yankıladı. "Laf mı yani şimdi bu? Ne demek zararsız?"

İnsanın kafası duvara çarpılınca alnı badanadan kireçlendiği gibi beyni de inattan kireçleniyor olmalı. Bilmiyorum. Tek bildiğim, alnım badanadan ağardıktan sonra inadımın katır inadına dönüştüğüdür.

Bir süre derin derin düşündükten sonra aklıma yeni bir şey gelmiş gibi, "Yani zararı yok, demek," diye karşılık verdim.

Ablam sinirli bir çığlıkla üzerime atılmak üzereydi. Joe örsünün başında olduğundan hiçbir kurtuluş umudum da yoktu. Neyse ki Mr. Pumblechook, "Yok, sinirlenme, hanımefendi," diye araya girdi. "Sen bu çocuğu bana bırak, hanımefendi, bana bırak sen onu."

Sonra Mr. Pumblechook saçımı kesecekmiş gibi beni kendine doğru çevirerek, "Düşüncelerini düzene sokmak için önce söyle bakalım," dedi. "Kırk üç pens kaç sterlin?"

"Dört yüz sterlin," diye yanıtlamanın sonuçlarını hesapladım, kendi zararıma olacağını anlayarak elimden geldiğince doğru yanıt vermeye çalıştım. Sekiz penslik bir yanlışla kurtuldum. Bundan sonra Mr. Pumblechook bana para cetvelini ezbere okuttu. "On iki pens bir şilin eder"den başlayarak, "Kırk pens, üç şilin dört pens eder"e dek okudum. Buraya gelince Mr. Pumblechook beni kıskıvrak yakalamış gibi bir zafer gülüşüyle, "Ya kırk üç pens ne eder?" diye sordu.

Ben buna uzun uzun düşündükten sonra, "Bilmiyorum," diye karşılık verdim. Tepem öylesine atmıştı ki, bu hesabın yanıtını o dakikada gerçekten bilmiyordum.

Mr. Pumblechook boynunu şöyle bir burdu; yanıtı benden tirbuşonla söküp almak istiyordu sanki.

"Kırk üç pens acaba yedi sterlin, altı pens üç fardens eder mi dersin?" diye sordu.

"Eder ya!" dedim.

Gerçi ablam o saat kulağımın ikisini birden çektiyse de Mr. Pumplechook'un şakasını boğazına tıkayıp ağzını kapamış olduğumu görünce yüreğim yağ bağladı.

Büyük UmutlarWhere stories live. Discover now