• Twenty Two

En başından başla
                                    

"İyi misin?"

Seokjin, şefkatle gülümseyip kahveyi uzatırken onun kadar iyi olmasa da tebessüm ettim. Onaylamaya dair bir belirti vermedim. Omzumda duran polar battaniyeyi biraz daha boğazıma çekip kahvemi yudumladım. Sıcak sıvı boğazımdan geçtikçe ağlama isteğim artıyordu. Sürekli alevlerin derime nüfuz eden sıcaklığı anımsayıp duruyordum. Jongin'in ölümü beni gerçekten derinden sarsmıştı. Ben bile yıkılmış hissederken, Jungkook nasıl olur da tepki bile vermiyordu? Baek düzenli olarak, onu görebildiği kadar bana rapor veriyordu. Bu yüzden telefondan ayrılmıyordu gözlerim, her an çalabilme umuduyla.

Ve odağımı tam Jin'e vermiştim ki, titreyen telefonumla neredeyse kahveyi üzerime dökecektim. Aceleyle bardağı yere bırakıp ayaklandım ve masada titreyen telefonuma ulaştım. Baek'in ismini gördüğümde, kalbimin ritmi hızlanmıştı.

--

"Bu delilik.."

Jin kendi kendine homurdanırken, üşüdüğü için ceketini kendine sarmıştı. Lubi'nin sokakları her zaman olduğu gibi canlıydı bu gece. Ancak herkesin yüzünde biraz tatsızlık vardı sanki. Ya da ben hayal görüyordum. Anlamadığım için kaşlarımı çattım. Bu sırada da ısınmak için ellerime sıcak nefesimi üflüyordum,

"Anlamadım?"

Jin endişeli ifadesiyle kolumu tutarak ikimizi de durdurdu. Tam da Lubi'nin ortasında durmak biraz akılsızca olsa da, yine de ilgiyle onu izledim. Kaşları büzülmüştü. Başını iki yana salladı ve gidelim gibi bir şeyler zırvalayıp geldiğimiz yöne doğru beni çekiştirdi. Dalgınlığımdan istifade, biraz tökezledim ancak hızlıca toparlanıp onu durdurdum,

"Hey! Ne yapıyorsun dostum?!"

"Jimin bu mantıklı değil. Jungkook şu an kendinde değil, acısıyla boğuşuyor. Kim bilir beyninde neler dönüyordur!? Zaten kendinde olduğu zamanlarda da normal bir tip sayılmaz."

"Sadece konuşmak istiyorum Jin. Nasıl olduğunu görünce gideceğiz, söz veriyorum."

Jin'in endişesi oldukça olağandı. Jungkook zihniyle fazla yalnız kalmıştı. Bu hiç kimse açısından sağlıklı değildi ancak yine de onu görmek istiyordum. Bu yüzden Jin'e müsaade etmeden onu binaya çekiştirmiştim. Ne zaman Baek ve ikisini bırakıp da öylece tüm katları aşıp onun odasına geldim hatırlamıyorum bile. Şah damarımın atışlarını hissediyordum. Vücudumu çoktan karıncalanma hissi sarmıştı zaten. Derin nefesler eşliğinde elimi kulba attım. Şimdi fark etmiştim küçük parmaklarım titriyordu. Umursamadım.

Gözlerimi birkaç saniye kapalı tuttum. Sonrasında ciğerlerime derin bir soluk bahşettim ve çift kanatlı kapının sadece bir tanesini itekledim. Kapı ağır ağır açılırken ilk başta onun sırtını gördüm. Gün batımının turunculuğu doğruca tüm salona vuruyordu. Anımsadığım tahtı hala oradaydı. Geniş omuzları, dövmelerin süslediği kaslı sırtı çıplaktı. Bağdaş kurmuştu ve oldukça kambur oturuyordu. Buradan bile saçlarının ne kadar dağınık olduğunu görüyordum. Usulca kendimi odanın içine attım. Kapıya sırtımı verirken hala kıpırdamıyordu. Önünde tüm şehri ayağının altına alan büyük cam vardı yine. Etrafında düzenli bir sırayla konulmuş fondip bardakları vardı. Şeklini çözememiştim.

Neredeyse dizlerim bağlanmış gibiydi. Neredeydi o deli cesaretim hiçbir fikrim yoktu. Şu an Jungkook müsaade etse dizlerine sarılıp ağlayabilirdim. Öyle bir yorgunluk vardı üstümde. İnsan hayatı boyunca hissettiği her şeyi gizleyerek yaşamaya alışmış olsa da, bir süre sonra bu kadar gizli kalmak yoruyordu onu. Yorulmuştum lakin hala bu huyumu yenemiyordum. Derken gelen tıslama sesi ardından Jungkook gülünce ürperdim,

"Gelecek misin artık, Persephone?"

Güzel dudaklarından dökülen bu isim, daha önce hiç bu kadar güzel hissettirmemişti. Omzunun üzerinden dönüp bakınca, yutkunma ihtiyacı her yanımı kapladı. Saçları gerçekten karmakarışıktı. Burnuna ve gözlerine öyle görkemli yayılmışlardı ki kıskandım. Kalbim tekledi, haddinden fazla tekledi. Dudakları yaramazca kıvrılmıştı ve sanırım gözlerine bir şeyler sürmüştü. Bu birkaç gün önce olmalıydı çünkü çoktan akmıştı. Bu, onu daha güzel yapmıştı. Önüne dönerken yeniden kıkırdadı,

Devil May LoveHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin