BÖLÜM 18- HESAP

419 46 27
                                    


Yüz kaslarım artık benim kontrolümden çıkmış kendi kendilerine tepkilerini koymaya başlamışlardı.

Gülümsüyordum fakat bu sırada bakışlarım kaygılıydı.

"Dalga geçiyorsun değil mi?" diye sordum bir ümitle.

Bu sefer Helmes'in yüzünde ki gülümseme yavaş yavaş solmaya başladı. Deprem, ah ya da her neyse, devam ediyordu. Düşmemek için Helmes'in sırtımı verdiğim duvarda iki yanıma koyduğu kaslı kollarına tutunuyordum. Erkeksi ve ormanı çağrıştıran kokular bir şölen havasıyla burnuma dolarken bana bir açıklama yapmasını bekledim.

Herhangi bir açıklama. Her şey olabilir ama Fiona ve Oero asla olamaz. Hayır, bunu kabul edemem.

"Helmes," diye fısıldadım o bir şey demeyince.

İçimi ezen, içimi kavuran, içimi parçalayan hatta her parçalarımı kavuran Helmes'in bakışları yine beni delip geçiyordu. Bana bakan bakışları yine anlamsızdı. Bir heykelden farksız yüzünde özenle oyulup yontulmuş gibi duran ama kusursuz bakmaya devam eden gri gözler beni inceliyordu. Neden böyle yaptığımı anlamaya çalışıyordu sanki. Bir kolu çekilince neredeyse dengemi kaybediyordum. Tam düşeceğim sırada bir elimi Helmes'in sert göğsüne koydum. Bunu yaparken ise ağzımdan küçük bir çığlık çıkmıştı ama sanki o düşmek üzere olduğumu hiç anlamamış gibiydi.

Kolunu çekerken düşeceğimi hesaba katmamıştı. Sadece yüzüme dikkatle bakıyordu. Eli yüzüme doğru geliyordu. Eli o kadar iriydi ki gölge olarak yüzüme düştüğüne emindim. Sonunda sert ve soğuk eli yanağıma değdi. İçim titredi. Bir anda yanağıma değen soğuk mu buna sebep oldu emin değildim.

Ona baktım yutkunarak. Ne yaptığını anlamaya çalışıyordum. Şekilli dudakları açıldı.

"Sevişiyorlar, Rozzz... O kadar. Korkma. Korkacak bir şey yok."

Elimde olmadan dudaklarımı emdim ve başımı özenle çevirdim. Başımı yere eğdim onunla göz göze gelmemek için.

"Korkmuyorum."

Bu sefer soğuk eli yanağımı okşamaya başladı. Elini bir an olsun yanağımdan çekmeden ileri geri okşadı yanağımı. Bunu yaparken ise sanki içimde doğduğumdan beri benimle olan ama hiç haberdar olmadığım bir yere dokunmuştu. Bu hareketi yaparken ise o yerde ki bir şeyler harekete geçiyordu şimdi. Oysa ki sadece yanağımı okşuyordu. Bundan daha da fazlasını yaşamıştım. Öpüşme ve daha da ilerisi. Tabii ki bir erkeğe tamamen kendimi vermemiştim. Hadi ama, o sadece yanağımı okşuyordu. Ne oluyordu bana? Bu kadar heyecanlanacak ne vardı? Neden tahrik oluyordum? Ah, bunu fark ederse ölürdüm. Ne kusmuk ne başka bir şey... En büyük rezillik bu olurdu.

"Neden bakmıyorsun? Bana...neden bakmıyorsun?"

Keşke bunun cevabını ben de bilebilseydim ama ufak bir dokunuşla yok olan bir sabun köpüğünden farkım yoktu şu an. Deprem etkisi azalırken başımı yavaşça kaldırdım ve inanamaz gözlerle ona baktım. Güldüğü söylenemezdi ama dudağının bir kenarı kıvrılmıştı ve gri gözlerinde anlayamadığım bir parıltı vardı. Bu kadar güzel olmak zorunda mıydı?

"Yoksa... yoksa..." dedi sırıtarak. Kaşlarım çatıldı. Sanki söyleyeceği kelimeyi bulmaya çalışıyor gibiydi. Islandığımı anlaması imkansızdı. Ve söyleyeceği o kelime her neyse bundan hoşlandığı belliydi. Bunu yaparken ise hala dudağının kenarı kıvrıktı. Sonunda konuşunca tüm bedenim öfkeyle kasıldı.

"Yoksa... utandın mı?"

Söylediğini idrak eder etmez ellerimi kollarından çektim. Şaşkınlığımın kızgınlığa dönüşmesi çok uzun sürmedi. "Utanmak mı?" dedim neredeyse kahkaha atarak. İnanamayan bir tavırla işaret parmağımla kendimi işaret ettim.

MAHKUMTahanan ng mga kuwento. Tumuklas ngayon