『1』

2.9K 102 45
                                    

 /ˈsɪn əsˌθit/ synesthesia:
{i} Bir duyguyu başka bir duygu ile karıştırma, bir durumun yanlış duyu organı ile algılanılması, duyuların birbirine karışması, duyum ikiliği; sinestezi.

.~✿~.

Hafiften esen rüzgar sarı ve kırmızı tonlarındaki yaprakları havada uçuşturuyordu. Yine en sevmediğim mevsim sonbahardaydık. Her şeyi daha kasvetli yapan bir mevsimi neden seveyim ki? Bu yokmuş gibi bir de her yanım yaprak oluyordu zaten. Yüzümün yine çalı çırpı olmasını istemediğimden, kolumu yüzüme siper ettim. Bu zaten kısıtlı olan görüş alanımı daha da daraltmıştı. Hayatımda hiç görmediğim kadar uzun olan ağaçlar ise ufkun her yanını sarmıştı. Sadece önümü değil, gökyüzünü bile doğru düzgün göremiyordum; ama göründüğü kadarıyla gri, bulutsuz bir hava vardı.

Rüzgarın ağaçlara çarparak yaptığı uğultu ve kargaların ciyaklamasının çıkardığı ses sinir bozucuydu. Sineztezi olduğumdan görüşüm biraz kırmızı tonlarına doğru kaydı. İnsanların bunu neden iyi bir özellik olarak gördüğünü hiç anlamıyordum. Tanıştığım çoğu kişi belirli bir duyguyu veya notayı bir renk olarak görmenin ya da renkleri tat olarak almanın havalı bir şey olduğunu düşünürdü, maalesef öyle değildi. Hayatımda karmaşadan başka bir şey yarattığı yoktu.

Elimden geldiğince seslere aldırış etmemeye çalışıyordum ve ilerliyordum, bir yandan da düşünüyordum. Yolumu mu kaybetmiştim? Her yer aynı gözüküyordu. Olduğum yerde bir iki saniyeliğine durduktan sonra derin bir nefes aldım ve yürümeye devam ettim.

İçimde nasıl açıklayacağımı bilemediğim kötü bir his vardı. Bu ne esen rüzgarın ağaçlara vurarak çıkardığı sestendi ne de kargaların iğrenç çığlıklarındandı. Ne olduğunu tam anlayamasam da yolunda olmayan bir şeyler vardı. Buradan gitmek istiyordum. Nerede olduğumu öğrenmek istiyordum.

Yavaşladım. Ne kadardır yürüyorum bilmiyordum ama bacağımın ağrısına bakılırsa, bayağı uzun bir süre olmalıydı. Yürüdükçe hiçbir şey değişmiyordu. Yine aynı ıssız orman manzarası. Kafam karışmıştı. Oturup düzgünce bir düşünmeye karar verdim.

Daireler çizdiğimi düşündüm. Sonsuz sayıda olan ağaçların bir tanesinin altına çöktüm ve etrafımda bir dal, taş ya da işaret olarak kullanabileceğim herhangi bir nesne aramaya başladım.

Yerdeki yaprakları deşinirken çok iyi tanıdığım bir şey buldum; Güç Taşı. Evet bu saçma taşa Taehyung'la verdiğimiz isim buydu. Küçükken neredeyse tüm zamanımızı bu ormanda geçirip saçma sapan hikayeler uydururduk. Tebessüm ettim. Aynı zamanda kırmızı tonları görüşümden yavaşça çekildi.

Taşın olduğu yere arkamı vererek yoluma devam ettim. Çok geçmeden evime ulaşmıştım bile. Dışarıdan tek ev gibi görünen beyaz konak, aslında bir duvarla ikiye ayrılıyordu. Sağ tarafını biz, sol tarafını ise Taehyung ve ailesi kullanıyordu. Eve yaklaşırken Taehyung kendi odasının camına yapışıp el sallamaya başlamadı, ya da kapıdan fırlayıp benim yanıma gelmedi. Bu da geriye olabileceği tek bir yer bırakıyordu zaten; evin arkasındaki bilmem kaç yıllık park. Park ilk yapıldığında büyük ihtimalle bembeyaz ve çok güzeldi. Şimdi ise beyaz boyaların çoğu dökülmüş ve her şey paslanmıştı ama ne kadar yıkık dökük olsa da, Taehyung'la neredeyse en sevdiğimiz yer orasıydı. Sonuçta orası bizim hayal gücümüzle bir parktan çok daha güzel şeylere dönüşüyordu.

Çitlerden, bahçenin kapısının üstüne gelen budanmamış sarmaşıkları elimle ittirip kapıyı yavaşça açtım. Sarmaşığın dikenleri her zamanki gibi elimi çizmişti. Elimi gören zaten gazi oldum zannederdi. Hep sarmaşıkları zamanında budamayı unutuyorlardı. Gözlerimi devirdim ve kapıyı yavaşça kapattım. Evin arkasına giderken, yerdeki çiçeklere basmamaya çalışıyordum. Etrafta tuhaf bir sessizlik vardı.

Aslında bir şey olacak diye biraz ürküyordum. İçimdeki kötü his de hala geçmemişti. Galiba bu altıncı hissimin bana verdiği bir sinyal. Ne zaman böyle hissetsem ve nedenini anlayamasam kötü bir olay gerçekleşirdi ya da kötü bir haber alırdım. Kısacası pek hayra elamet değildi ama yine de içimdeki hissi bastırmaya çalıştım.

Köşeden dönüp parkı görebilecek bir yere geldiğimde, ilk gördüğüm şey Taehyung'un yerde kandan oluşmuş bir göletin içinde hareketsizce yatan cesediydi. Vizyonum saniyeler içinde karardı.

Gözlerimi açtım ve derin bir iç geçirdim. Çok terlemiştim. Bu rüyaları görmekten bıkmıştım ama yapabileceğim pek bir şey yoktu. İlaç kullanmama rağmen, günler geçtikçe sıklaşıyorlardı.

"Yine mi aynı rüyalardan?"
Abim Namjoon, başını projesinden hiç kaldırmadan sordu. Şu sıralar geceleri neredeyse hiç uyumuyordu. Kendini bu kadar yormasına gerek yoktu aslında, ama bunu ona kimse anlatamıyordu.

Ödevlerden ve çalışmaktan konuşmamıza zaman kalmıyordu. Ben de laf olsun diye konuştum.
"Ama bu sefer farklıydı... Taehyung ölmüştü."

"Onları da psikoloğa anlatırsın artık. Benim şu an tek umrumda olan bu projenin bir sonraki haftaya bitip bitmeyeceği."
Namjoon da aynı ben gibi dertlerimden bıkmıştı artık. İki ay önce beni psikoloğa yollamıştı. Pek işe yarıyor gibi gözükmediği için geçen hafta oraya gitmek yerine bir kafede oturup sıcak çikolatamla güzel anlar yaşamıştım. Duyunca çok kızdı tabii.

Projesini bırakacağını hiç zannetmiyordum ama yine de bir şansımı deneyeyim dedim.
"Yaklaşık bir aydır The Walking Dead'in gerçek hayata uyarlanmış hali olduğunun farkında mısın? Çok fazla abartmıyor musun?"

"Sen uyumana baksana. Bu arada randevuna yine gitmessen seni gebertirim."

"Gidiyorum da noluyor sanki?"

İlginç bir şekilde kafasını kaldırıp bana döndü ve kötü bir bakış attı. Bu 'şimdi çeneni kapa ve uyumaya devam et' anlamına geliyordu.

Gece gece ne Namjoon'a gitmemek için yalvaracak ne de onla daha fazla konuşacak halim vardı. Ben de yenilgiyi kabul ettim.

"İyi geceler."

"Sana da."

Synesthesia ➸ taegiWhere stories live. Discover now