Bölüm 11

133 14 5
                                    

Birden korkuyla uyandım. Berbat bir kabus görmüştüm. Daha doğrusu, Lissa görmüştü. Attığı çığlığı içimde hissettim ama elimden bir şey gelmezdi. Tek güvendiğim şey Christian'la birlikte olmasıydı. Onu kontrol etmeye gitmeden önce kabusu gözden geçirdim. Ailesini ve beni kaybettiği kaza. Bunu uzun zamandır görmemişti ve ona hatırlatan şey tabii ki benim yine onu yüzüstü bırakmamdı. Hep aynı şey olurdu önceden. Her gece bunu görüp ağlardı ama artık o küçük kız değildi. Rhea ve Eric'le konuşuyorduk, sonra bir anda kaza oldu. Andre, Eric, Rhea, ben...hepimiz öldük. Her ne kadar Lissa gibi yıkılmasam da beni de çok etkilemişti. Öncelikle, yine belirtiyorum, öldüm. Ve özellikle Rhea'yı severdim. Gerçek annem bile beni o kadar sevip bakmamıştı.
Yatakta geri yaslandım ve Lissa'nın bedenine girdim, bunu açıklayacak başka bir terim olduğunu zannetmiyorum.
Christian'ın kollarında ağlıyordu. Bunu görmek kalbimi acıtsa da bir şey yapamazdım. Kesik kesik bir şeyler söylüyordu ama Christian'a o kadar sıkı sarılıyordu ki hiçbir şey duyulmuyordu. Bir süre sonra hıçkırıkları ve gözyaşları durdu. Aklıma gelen düşünce tüylerimi diken diken etti. Lissa'nın artık bana ihtiyacı yoktu, Christian benim yerimi doldurmuştu. Bu noktadan sonra aklımda olan onu arama düşüncesi de kayboldu. Biraz bu durumu kıskansam ve garipsesem de... Christian onun yaralarını sarabilirdi. Etrafa baktım, hava hala karanlıktı. Saati kontrol ettim. Gün doğumuna yarım saat verdi. Aklıma gelen fikri ikinci kez düşünmedim bile. Kalktım, kulaklığımı aldım ve kapıdan çıktım. Asansöre binmeyi düşünsem de kaçırmayı göze alamayıp merdivenleri tırmanmaya başladım. Zaten en üst kattaydık ama çatıya çıkmak için 'personel harici giremez' yazılı kapıları ve karanlık koridorları geçmem gerekti. Son kapıyı da ittirdiğimde yüzüme çarpan hava çok hoşuma gitti. Çok tatlı bir rüzgar, güzel bir soğukluk vardı. Günün en karanlık anındaydık. Zifiri karanlık, şehir ışıkları sönük, sokaklar boş, ölü bir şehir. Birazdan herkes uyanıp hayatına devam edecekti. O zamana kadar keyfini çıkarmak istedim. Kulaklığımı iyice yerleştirdim ve çok düşünmeden bir şarkı açtım. Beyonce/Naughty Boy- Runnin'.
Herkes günün en karanlık anından hemen sonra güneş doğar diyor. Benim bununla ilgili pek bir yorumum yoktu; aptal vampir saatleri yüzünden o saatler bizim için uyku saatiydi. Her neyse, keşfetmek üzereydim zaten.
Ve Beyonce büyüleyici sesiyle şarkıya girdi. Karanlık bir şehrin tepesindeyken başka bir şey umrumda değildi, kendimi tamamen müziğe bıraktım.
" And nothing else matters now, you're not here
So where are you? I've been calling you, I'm missing you
Where else can I go? Where else can I go?
Chasing you, chasing you
Memories turned to dust, please don't burry us
(Ve şimdi hiçbir şeyin önemi yok, sen burada değilsin
Neredesin? Seni arar oldum, seni özlüyorum
Başka nereye gidebilirim? Başka nereye gidebilirim?
Peşindeyim, peşindeyim
Anılar toza dönüyor, lütfen bizi gömme)
Tam da böyleydi işte... Bazen keşke onu ilk bulduğumda beni dönüştürmesine izin verseydim diyordum. Çünkü böyle yaşamak onu kaybetmekten de zordu. Birini kaybettiğiniz an en kolay zamandır aslında. Özellikle herkesten çok seviyorsanız. İlk günler tamamen 'o öldü' diyerek geçiyor ve herkes onun hakkında güzel konuşmalar yapıyor, herkes yanınızda oluyor, geçeceğini söylüyorlar. Sonra hepsi kendi hayatına dönüyor ve her şey bitiyor, sonsuza kadar bu acıyla yaşamak zorundasınız. Ve başka insanlara karşı sorumluluğunuz varsa daha da zor, sizden beklentisi olan insanlara iyi görünmek zorundasınız. En zor şeylerden biri de iyiymiş gibi davranmak, dostlarına karşı dürüstçe davranamamak. Ve tüm bunlar devam edecekse, benim devam edecek gücüm kalmamıştı. Son defa şansımı deniyordum. Gerçi bu şansını denemek değil ateşle oynamaktı. Ama diğerlerine vereceğim zararı artık umursamıyordum. Kimler yanacak umrumda değildi, onu geri getirecekse her şeye hazırdım. Korkularımı görmezden gelemiyordum ama en azından...babam yanımdaydı? Evet, yanımdaydı, hiç yoktan iyidir. Ve belki annemden daha iyi bir ebeveyn olabilirdi. Gerçi artık o kısmı ikisi de kaçırdı, ben de gelmelerini beklemeyi uzun zaman önce bıraktım.
Söyledikleri şey gerçekten doğruymuş, günün en karanlık zamanından sonra güneş doğuyormuş. Umarım benim gibi karanlığın dibinde biri için de aynısı geçerlidir, diye düşünürken şarkı zil sesiyle kesildi. Abe'in beni sabah altı buçukta araması ilginçti ama çok sorgulamadan açtım.
- Alo?
- Günaydın Rose. Odanda bulamayınca merak ettim.
- Günaydın. Gün doğumunu seyretmek istedim, çatıdayım da... Bu saatte neden odama geldin? Yani yanlış anlama, sadece biraz erken bir saat.
- Ah, şey, sabahları erken kalktığını düşündüm, gardiyanlar genelde sabah egzersizleri yapar ya...
- Evet, evet. Ben aşağı iniyorum o zaman?
- Tamam, kahvaltı saatine daha çok var ve beklememize gerek yok. Oda servisinden ne istersin?
- Bir dakikaya aşağıda olacağım, konuşuruz, diyip kapattım. Kenarına oturduğum çatıdan kalktım ve kapıyı açıp aynı yoldan geri döndüm. Cebimden kartı çıkarıp odamın kapısını açtığımda camın kenarındaki koltukta oturan Abe'i gördüm.
- Nasıl girdiğini sormayacağım.
- Harika! Tekrar günaydın. Kahvaltı için erken bir saat mi?
- Hayır, tam zamanı.
Eliyle menüyü gösterip her zamanki sırıtan ifadesiyle baktı. Bir şeyler seçip tek tek söylediğimde şaşkınca baktı. "Dhampirlerin çok daha fazla yemeğe ihtiyacı vardır. Küçük gözüktüğüme bakma, yediğinin üç katını yiyebilirim." diyince kafasını salladı. Gardiyanlarıyla pek sık yemek yemiyordu herhalde. Biz yarı insan yarı moroiyiz. Kan içmediğimiz için bir şekilde arayı böyle kapatıyoruz sanırım, iki-üç porsiyon yiyerek.
- Bugün ne yapacağız?
- Eski bir dostumla buluşmaya gideceğiz. Öğlen otelden çıkış yaparız, o zamana kadar da diğerleriyle antrenman yapmak istersin diye düşündüm. Otelin spor salonu çok iyiymiş diye duydum.
- Harika olur, formdan düşmemek için her gün çalışmak gerek, biliyorsun.
- Tabii. Pavel'den de birkaç hareket kaparsın belki, St. Basil'den mezun( Rusya'daki akademi), farklı dövüş teknikleri var sanırım.
- Evet Rusya'ya gittiğimde ben de farklı hareketlerle karşılaştım, pratik olarak biliyorum sayılır.
- Rusya demişken, oraya giderken ne düşünüyordun Rose?
- Hmm... Dimitri'yi öldürmeyi?
- Dilini bilmediğin bir ülkeye hiçbir tanıdığın ve birikimin olmadan gitmen...annen beni aramamış olsaydı neler olacağını düşünmek bile istemiyorum.
- O zaman düşünme, geçti gitti. Neden birden sorumlu ebeveyn moduna döndün ki? Hem belki iyi bir şeye sebep olmuştur.
- Tüm bu aile olayları benim için de çok yeni Rose. Uyum sağlamaya çalışıyorum.
- Tamam, takdir ediyorum, harika gidiyorsun. Sadece şu şey bitene kadar annemin telefonlarını açma yeter. Yoksa ikimizi de öldürebilir.
- Tahmin edebiliyorum, bizim için pek iyi olmaz. Zaten çok uzun sürmeyecek. Robert'la iletişime geçtim çoktan, tek yapmamız gereken Belikov ve Victor'u alıp ona gitmek.
- 'Belikov ve Victor'u alıp ona gitmek' dediğin gibi basit bir şey değil.
- Böyle şeyler benim işim, oldukça basit şekilde bitireceğiz.
- Benim işim de ne demek?
- İşimle ilgili...sonra konuşsak olur mu?
- Sakin ol dostum, sorun değil. Ama Dimitri'yi nasıl bulacağız? Ki bulmak en basit kısmı olacaktır. Strigoi hayatından oldukça memnun, öylece bizle gelmez.
- Tabii ki gelmez. Ama senin peşinden çoktan gelmiştir. Onu o partide gördüğünü söyledin, ayrıca gönderdiği notlara da bakılırsa açık bir şekilde senin peşinde. Buralarda olmalı.
- Belki...belki olabilir evet. Bir şekilde kendime çekmem gerekiyor.
- Çabuk öğreniyorsun, diyerek sırıttı.
- Bu yetenekle doğdum diyelim.
- Onu benden daha iyi tanıyorsun, biraz düşün, eminim bir yolunu bulursun.
- Tamam, üzerindeyim.
Konuşmamız sonlanır sonlanmaz yemeğin gelmesi ilginçti ama açlıktan sorgulamadım. Yemeği yerken pek konuşmadık, gardiyanları da kendi odalarındaydı o yüzden odaya bir sessizlik hakimdi. İkimiz de garip bir şekilde çıt bile çıkarmamaya çalışıyorduk. Sanırım bu birbirimize aslında ne kadar yabancı olduğumuzun bir göstergesiydi.
Zaten aç olduğum için hızla bitirdim, o da benim yediğimin yarısını bile yemediği için benimle aynı sürede bitirmişti.
- Ben Pavel ve diğerlerine haber veriyorum, hazırlandığında aşağıya inersin?
- Tabii, teşekkürler.
Gülümseyip kapıyı çekti. Sırt çantamdan giyeceklerimi çıkardım, ki oldukça azdı. Bir yerde durup giyecek bir şeyler almamız gerekiyordu. Belli ki tahmin ettiğimden uzun sürecekti. Hemen giyindim ve asansörü beklemeden merdivenlerle aşağı indim. Yanlarına gittiğimde başımla basitçe selamladım, aramızda pek konuşma geçmemişti, Pavel hariç, Abe'le oldukça yakınlardı. Isınma, koşu, dövüş derken iki buçuk saati doldurmuştuk bile. Hazırlanıp on ikide lobide buluşmak üzere ayrıldık.
Bir şeyler planlama konusunda Abe harikaydı, kesin çizgilerle belirlenmeyen bir günde saatleri doğru hesaplanmıştı, bu becerisini Victor konusunda da göstermesini umuyordum.
Odama girer girmez yatağın üzerine yayılmış poşetler dikkatimi çekti. Havlumu koltuğa attım ve ne olduğuna baktım. İçi kıyafetlerle doluydu, çoğu benim tarzım şeylerdi ve bedenime göreydi. Elbette tahmin etmek çok zor değildi, Abe almıştı. Telefonuma uzandım ve aradım. İki üç kez çaldıktan sonra açtı.
- Selam.
- Hey. Kıyafetlerle bir alakan olma olasılığı var mı?
- Evet, oldukça yüksek.
- Çok teşekkürler, beni mahcup ediyorsun.
- Ne demek, her zaman. Ayrıca alışmanı öneririm. Aradığını göre antrenmanınız bitti?
- Evet, yeni bitirdik. On ikide lobide dediler haberim var, o zaman görüşürüz.
- Harika, görüşürüz.
Kıyafetlerden giyeceklerimi seçip duşa girdim. Koşu yaparken Dimitri'yi nasıl çekeceğimi düşünmüştüm. Aynı fikir üzerinden gitmeye kesin karar verdim. Tabii her şey dediğime tam tamına uygun olamazdı, Abe'le bunu konuşmamız gerekiyordu.
Duşun altında kutsal düşünme zamanımı doldurunca çıktım ve giyindim. Saçlarımı kuruturken de bir yandan Abe'e mesaj attım. Bu oldukça nadir bir yetenektir bu arada.
Gönderen: Rose
Alıcı: Abe
Konuşmamız gerekiyor, özel.

Aslında böyle bakınca oldukça korkunç bir mesajdı. Ama benim de yeteneklerimin bir sınırı var, tek elle yazmak o kadar kolay değil. Cevabı da çok gecikmedi.

Gönderen: Abe
Alıcı: Rose
Çay salonunda bekliyorum.

Saçlarımı tamamen kuruttum ve tüm eşyalarımı toplayıp odadan çıktım, bir daha çıkmaya gerek yoktu. Diyeceklerimi son kez gözden geçirdim. İçeri girer girmez hemen onu gördüm zaten. Yaşına rağmen oldukça çekici ve karizmatik bir adamdı. Telefonuyla ilgileniyordu ama beni görür görmez bıraktı.
- Merhaba.
- Selam.
- Direk konuşmaya ne dersin? Çok meraklandım.
- Mükemmel olur, pek lafı dolandıramam zaten.
- Evet dinliyorum.
- Benim aklımda bir şeyler var...
...

Beğendiyseniz vote vermeyi unutmayın!

Vampir Akademisi FanFict. (ASKIDA)Where stories live. Discover now