Dilimde yanık kelimelerin küllerini tutuyordum. Söylenmesi gereken ama, zamanla içi boşalan birer harf öbeklerini yakmıştım, bir zamanlar kalbimin en ücra köşesinde. Şimdi sadece ezilen hislerime gebeydi duygularım. Yarınım yoktu yaşarken, o an geçsin, yeterdi. Öylesine yazılıp öylesine çizilmiş perdelerin birer oyuncusu olmayı uzun zaman önce kabul etmiştim, şimdi sadece arkada kalan enkazımızdan hala kurtarabilecek bir şeyimiz olup olmadığını kontrol ediyordum. Biz gerçekten neydik ki, bir enkaza sahiptik merak ediyordum bazen. Ben onun neyiydim? Karısı? Asla öyle davranmamıştı. Arkadaşı? Bu da çok zayıf bir ihtimaldi. Sanırım ben, hiçbir şeyin olmayan enkazından kurtarılabilecek bir şeylere bakıyordum ve bu kolay olmayacaktı. Hem de hiç. 

Kanlı Göl'ün yağmurla  birlikte kabarıp taşan yüzeyini seyre dalmıştım, Javaad'ın büyük kardeşi Utah ve karısı Nelly, oğulları Jaden ve Nelson ile birlikte sonsuzluğa uzanıp giden devasa arazinin üzerinde, meyve bahçelerinin arasında keyifle dolaşırken içime bir şey batıyor gibi oldu. Jaden ve Nelson ile iyi anlaşıyorduk hatta inanılması güç ama, Utah bana iyi davranıyordu. Evdeki tek problemin Javaad'da olup olmadığını sorgulamaya bile başlamıştım. Onun nesi vardı, Tanrı bilirdi. Ne bana, ne de bir başkasına hiçbir şey anlatmıyordu ve bu yeni bir şey değildi. Sadece ben, onun karanlıkta kalan geçmişinden ve acılarını bilmekten yoksun gibiydim, herkesin iyi kötü bir bilgisi ya da tahmini hep vardı. Ben ise, tıpkı onun sürüklediği gibi uçurumun kenarına, bir bilinmezliğe itilmeye mahkumdum. Bir köşede, olanca yalnızlığımla yitip giderken sevdiğim adamın acılarıyla boğuşarak çürüyüşünü seyretmek zorunda bırakılmıştım. Bunu kaldıramıyordum. 

Sonbaharda anlam veremediğim bir soğukluk oluyordu bu günlerde. Yaşadığım yerde hiç tatmadığım kadar soğuk ve keskin bir hava hissediyordum hastalıktan yorgun düşmüş bedenimde. Omuzlarıma aldığım şala sarınıp ısınmaya çalışırken evin alt katındaki sessizlikte ürktüm, merdivenlerde adım sesleri aradım, yoktu. Kendi adımlarımı değdirmek istedim, ölü ve soğuk ahşapta. Küçük ayaklarımın çıplaklığında yürüdüm basamakları. Evin altında, nefes alan bir doku varmış gibi kararlı sesler yükseliyordu atmosfere. Kalp atışlarımın hızlandığını dudaklarıma vuran nefesimin yaptığı yankılarda hissedene dek sessiz kaldım bir süre. Evin altında birileri vardı, ahşaba vuran yardım çığlıkları, gıcırdayan menteşelerden yükselen inlemelere karışırken gözlerimi dışarıya, Kanlı Göl'ün çevresinde neşeyle dolanan Jaden ve Nelson'a çevirdim. O an bir şey fark ettim, herkesin bildiği ama benden sakladıkları başka bir şey. 

Silah patlamadan kısa bir süre önce duyduğum koca bir çığlıkla yerimden sıçradığımda Nelly ile göz göze gelmiştik, Utah'ın ona sarılma şeklinden ve yüzüne yapışan korkudan her şeyi bildiğini okuyabiliyordum. Her şeyi bildiğini ama, oğulları için hiçbir şey yokmuş gibi davrandığını. Bu evdeki tek hastalıklı olmadığımı. Çocukların hiçbir şeyden haberi olmadığını ve annelerinin onlar için bir perde olduğunu. Utah Nelly kadar içten ve samimi değildi bana bakarken. Bundan rahatsız olmuyormuş gibi görünüyor, yaptığıyla gurur duyuyordu. Silah patladığında yerinden sıçrayan bir tek ben vardım, çocuklar sesi duyamayacak kadar uzakta olmasalar bile Göl'ün kaynağında, küçük bir çağlayanın yanında her şeyden habersiz oyun oynuyorlardı. Kırılmış hissediyordum, sarsılmış. Evin altında kaç kişi ölmüştü? Neden evimizin altında kimliği belirsiz cinayetler işleniyordu? Javaad.. işin içinde miydi? Cevap veremiyordum. 

Ama o bir şeyler söyleyebilirdi. Alt kattan yükselen adım seslerini tanıyordum. Geliyordu ve ben hiçbir şey yapmadan sadece durup bekliyordum. Ellerim arkamda duran pencerenin ahşap kenarına takılmıştı, parmak uçlarıma takılan kıymıkların acısı beni gerçeklikte tutarken merdivenin başında göründü bedeni. Ellerindeki siyah eldivenleri çıkartırken en az benim kadar korkmuş yüzüne, bembeyaz olmuş yüzümle bakıyordum. Gözlerimin içine hiç bakmadı ama varlığımı biliyor gibiydi, eldivenlerini çıkardı, yaklaştıkça yüzüne sıçrayan kanı seçebiliyordum. Eğer siyah gömlek giymeseydi belki.. 

Hiçbir şey söylemedim, hiçbir şey söylemedi. Sadece dirseğimden yakalayarak beni kenardaki ilk odaya çekiştirdi ve kapıyı arkamızdan kapatarak odanın sonuna, çocukları gören başka bir açıya yöneldi. Kalp atışlarımı kulaklarımda hissedebiliyordum hala. Ona doğru bir adım atmak isterken düşündüklerim geldi gözümün önüne. Nelly'yi hayata bağlayan unsurlarını düşündüm. Buradan kaçıp gitsem bile beni bulurlardı. Nelly kadar iyi rol yapabilir miydim? Bilmiyordum ama deneyecektim. 

"Anne olmak istiyorum." Kelimeler ben daha ne olduğunu anlamadan, kekelemeden dökülmüştü dudaklarımdan. Bir süre öylece durmuş, sonrasında daha önce duymadığım, tüyler ürpertici bir kahkaha bırakarak arkasına dönmüştü. Bana bakarken gözlerindeki ıslaklığı görmüştüm, çok güldüğü için gözlerinden yaş mı gelmişti? Büyük birkaç adım attı, şimdi yüzüme bakıyor ve parmaklarıyla çenemi kavrıyordu. İyi miydi? İyi miydik? "Her şeyi gördükten sonra mı? Ciddi olamazsın." Çenemi acıtacak kadar sıkmıyordu, sadece sırtımı kapıya yaslayıp beni bedeniyle sıkıştırırken tehdit eder gibi görünüyordu ama, ortada kocaman bir yanlış olduğunu ikimiz de biliyorduk. Evimizin altında adam öldürdüğü için mi tepki vermeliydim yoksa, beni köşeye sıkıştırdığı için mi bilmiyordum ama, o çenemi usul usul bırakıp göz yaşlarıyla benden uzaklaşırken ilk kez uzun bir cümle daha kurdu. "Şimdi ağla. Bunu sonra yaparsan başın derde girebilir." 

Ve kollarını açtı. Ben sevdiğim adamdan kopmamak için tutunduğum isteğe sarınıp ağlarken onun niçin ağladığını bilmiyordum. Beni seviyor muydu? Tanrı bilirdi. 

Death Valley | MalikWhere stories live. Discover now