Anıl'ın yüzünün kızarmaya başladığını görünce Ayaz'ın kolunu tutup geri çekmeye çalıştım. "Ayaz bırak!" dedim korku içinde. Ayaz'ın gözleri koyulaşmış, boğazında yeşil bir damar yanmıştı. "Ayaz bırak gidelim!" diyerek tekrar çekiştirdiğimde yandan bana baktıktan sonra Anıl'ı bıraktı.

Anıl nefes alabilmek için öksürerek yere çökerken Ayaz beni tekrar kolumdan çekiştirerek arabaya bindirdi. Yanıma gelip arabasını çalıştırırken camdan Anıl'a bakıyordum endişe içinde.

"Neredeyse ölecekti," dedim dehşet içinde, sessizce.

"Gebersin piç!" diye söylendi. Bir anda öfkeleniyor kolay kolay da sakinleşmiyordu. Arabayı çalıştırıp gaza olması gerekenden daha çok yüklendiği için lastiklerden çığlık gibi bir ses çıktı ve araba hareket ettiğinde sırtım koltuğuma yapıştı.

"Yavaş sür," dedim korktuğumu belli etmemeye çalışarak ama sesim dehşet yüklü çıktı. Caddeye çıktığımızda da yavaşlamayınca, "Ceza mı yemek istiyorsun?" diye sordum, korkup yavaşlamasını umut ederek. Alayla gülüp gaza biraz daha yüklendi; sinirli yüzünde alaycı gülüşü ürkütücü duruyordu.

"Yavaşla!" derken dişlerimi sıkıp emniyet kemerime sıkı sıkı tutundum. Adrenalin etkisi yaratan her şey benim kâbusumdu. Hızlı giden araba ya da motosiklet, lunaparklardaki korkunç oyuncaklar, korku filmleri...

"Yavaşla dedim!" diye bağırdım ama Ayaz yanında ben yokmuşum gibi dümdüz karşıya bakıyordu. Korktuğumu ona belli etmek istemiyordum ama daha fazla kendimi sıkamadım.

"Ayaz korkuyorum," diye fısıldadığımda koyulaşmış mavi gözlerini bana çevirdi. Bağırdığımda duymayan çocuk fısıltımı duydu. "Yavaşla."

Karanlık gözlerinin içindeki bulutlar aralanırken dudaklarını birbirine bastırıp tekrar yola döndü ve hızını azaltmaya başladı. Tuttuğum soluğu yavaşça dışarı bıraktım. Nereye gidiyorduk bilmiyordum ama bir süre sessiz kalıp sakinleşmeye ihtiyacım vardı ve hiçbir şey için endişelenmek istemedim.

Ayaz'ın cep telefonu ile birini aradığını göz ucumla gördüm. Birkaç saniyelik bekleyişin ardından, "Nerdesiniz?" diyerek konuşmaya başladı. "Altın Vuruş'u boşaltın... Ben size haber veririm... Bir şey yok Eren dediğimi yapın sadece."

Kaşlarımı çattım ama yine dönüp bakmadım. Altın Vuruş adlı tuhaf yer gerçekten Ayaz'ın sığınağı gibiydi. Ne zaman gitsem Ayaz ve arkadaşları dışında kimse olmuyordu ve Ayaz o gece olduğu gibi yine Altın Vuruş'u boşaltın emri verebilmişti. Normal bir yer olmadığı belliydi zaten ama Ayaz nasıl bu kadar söz sahibi olabiliyordu. Babasının ya da annesinin mekânı falan mıydı acaba?

Altın Vuruş'a gelene kadar ikimiz de dilimize kilit vurmuşuz gibi sessizliğimizi bozmadık. Sırf Anıl ile olay çıkartmasın diye buraya kadar gelmiştim ama ne konuşacaktık hâlâ bilmiyordum. Buraya gelmek bana Seda'yı hatırlattığı için yüzüm düştü.

Arabadan çıkıp artık tanıdık gelen mekâna girerken somurtarak Ayaz'ın yanında yürüdüm sessizce.

"Niye buraya geldik?" diye sordum keyifsiz bir sesle.

"Çünkü sana kendimi açacağım," dedi her zaman oturduğu masaya otururken. Olduğum yerde durup gözlerine baktım. "O geceyi hatırlıyorsun değil mi?" İlk kez o gece konusunu ben değil de o açıyordu. Cevap vermeden gözlerine bakmaya devam ettim. "Bu kez iki yabancı değiliz, birbirimizi yargılamadan dinleyemeyeceğiz hiçbir şeyi. Yine de konuşacağız ve artık bu loş ışığa bir son vereceğiz. Ya benim karanlığım senin ışığını söndürecek ya da..."

"Benim ışığım senin karanlığını mı aydınlatacak?" diye devam ettirdim o söylemeden.

Dudaklarında hüzünlü bir gülümseme oluştu. Hiç sevmedim bu hüznü; içimi acıttı.

ZEHİR (1)Where stories live. Discover now