"Sen Daha Küçüksün"

Start from the beginning
                                    

İşin en garip yanı ise Ateş Bey'in küçük bir sırrını öğrenmiştim, beylere meydan okuyacak bir güzellik, kızları kıskandıracak bir endamdı onun sırrı... Ne vakitte Cengaver'cimin yanına gitsem, Ateş Bey'in otağının hemen yan tarafında gizlenen, cenneti andıran küçük bir bahçesi vardı. Ya da biz ona imdiden cennet bahçesi diyelim... 

Bazen Ateş Bey'in otağının arkasına geçer, onun o delice hareketlerini izler hayrete düşerdim. Güller ve onlarca sayamadığım muazzam güzellikte çiçekleri, bitkileri, ağaçları kendi eliyle besliyor, onlarla sohbet ediyor, türkü söylüyor, öyle ki bazen de kendi kendine konuşup delice gülüp, orada bulunan sayısız bitkilerle konuştuğuna şahit oluyordum. Gerçi benim de ondan farkım yoktu, niçin o gün o kadar şaşırıp Cengaver'e koşup Ateş Bey hasta deyip herkesi korkutmuşsam, bittabi Ateş Bey'i bu halde görmeye hiç alışık olmadığımdan olsa gerek. İtina ile, bir bebek gibi onlara bakar, şefkatli sözlerini hiç dilinden esirgemeden söyler, kimsenin onlara zarar vermesine izin vermeyecek bir baba gibi korurdu. Öyle ki Cengaver'cimin dediğine göre; o bahçeye Ateş dışında hiç kimse girmezmiş. Cengaver'e izin vermediğini duyunca epey şaşırmıştım zira bazen yeri geliyor Ateş Bey, ağabeyim Cengavar'e bende daha çok düşkün olmasına rağmen zinhar ona da izin vermiyor olması... Değil Cengaver'e anasına, eski hanımına bile izin vermiyor, üstüne yetmezmiş gibi o küçük bahçenin başına iki alp dikermiş. 

Tamam bende ağaçları bitkileri çok sever, onlarla vakit geçirmekten büyük hoşnut duyardım lakin Ateş Bey'in ki çok başka bir evreye geçiyordu. O sanki ağaçlara, bitkilere, güllere, çiçeklere aşık bir adamdı, onlara baktıkça ilham alıyor, başka bir aleme göç ediyordu sanki. Ne vakit o bahçeye geçse eli mürekkebe boyanmış, o heybeti ile etrafı sarsan adamın uzun dalgalı saçları birbirine girmiş, eli gibi yüzü de nasibini almış, o pürüzsüz teni de mürekkebe boyanırdı. Bu hali komik olduğu kadar da ayrıca onu hiç olmadığı kadar çekici ve güzel de gösteriyordu.

Bir adam; bu kadar dağınık ve yıkık iken nasıl da bu kadar kusursuz ve güzel görünebilirdi...

Nasıl bu kadar farklı olabilirdi, sanki bedeninde başka bir Ateş daha yaşardı. Bizim bildiğimiz Ateş değildi o. Bambaşka biri kılıfa bürünmüş bambaşka bir Ateş'di o. Centilmen, sözleriyle baş döndüren, bakışlarıyla onlarca kelam eden, duruşuyla huzur veren, tebessümüyle güven hissettiren, sesiyle mest eden bambaşka bir Ateş... 

Öyle güzel sesi vardı ki ona aşık olmamak, sevmemek, bakmamak, gurur yapmak ne kadar imkansız bir şeydi öyle! Dudaklardan çıkan sesi, aşk dolu şiirleri ruhumla nasıl da ahenk ediyordu. Bir insan nasıl konuşurken sözleri tartılı, özü ağır, bakışları ahugüzar olabilirdi. Ruhuma mest ediyordu adeta.

Bu adam... Neden bu kadar farklıydı.

Onu anlamıyordum, çözemiyordum da...

Peki onu anlamadığım için niçin kendime kızıyordum?

Neden onu anlamak bu kadar zor gelirdi bana... Neden onu her anlamak istediğim de ya da çözmeye kalkıştığımda daha da bataklığa batardım, tam tersi olmaz mıydı aslında? Bir insan, bir insanı anlamak istemesi onu çözmek istemesi neden bu kadar zor ki? 

Nasıl bu kadar zor olabilirdi ki?

Neden onu bu kadar çok anlamak, nasıl bir insan olduğunu çözmek istiyorum? 

Neden onu anlayamıyor, en ufak hallerine bile bir anlam vermiyordum?

Sanırım onu hiç anlayamayacağım...

Lakin anladığım tek bir şey vardı ; o da neden bu kadar güzel koktuğu... Sırrı o bahçede bitiyordu, oraya giriyor, çocuklaşıyor ve çıktığında ise genç bir delikanlı gibi çıkıyordu. Ondan bu kadar mükemmel koksa gerek, lakin bir koku daha vardı tanımlayamadığım bir koku, bu sefer genzimi değil kalbime işleyen bir koku; bu koku onun has kokusuydu. Yağmurun yağmasıyla, ortaya mükemmel koku yayan toprak gibiydi... 

"OBADAKİ AŞK..." Where stories live. Discover now